7 Ocak 2007 Pazar

Mavileşen yakalar-1: Tercih


kerem özkurt

Üniversiteyi bitireli henüz bir sene oldu. Birçok arkadaşım, mezuniyetten en geç üç ay sonra iş bulabildi -ki işe alım koşullarının giderek zorlaştığı ve kalifiye elemana çoktan doymuş bir özel sektör dikkate alındığında bu büyük bir başarı sayılır-. İlk işine girmenin heyecanı, kazanılan ilk para, bir büyük gibi giyinmenin, davranmanın ve itibar görmenin verdiği mutluluğun giderek eridiğini hissediyorum gün geçtikçe; arkadaşlarım daha yakınır oldular sanki hallerinden. Birçok insanın onların yerinde olmak istediği bir ortamda; ilk bakışta bu yakınmalar, bir tatminsizlik ya da kapris gibi algılanabilir. Ancak bu yakınmalar bana daha geniş bir çerçevede tartışılmalı gibi geliyor. Bu yüzden burada onların anlattıklarından ilhamla kafamı kurcalayanları bir şekle sokmak için bir iki iddiasız yazı yazmaya karar verdim.

Bir üniversite öğrencisinin gözünde özel sektörde çalışmak, birden fazla şey ifade eder. Öncelikle maddi açıdan doyurucudur. Yüksek maaşın yanında yemek fişleri, kapıdan alıp kapıya bırakan servisler, şirket içi aktiviteler, primler, ödüller; hepsi daha iyi bir yaşamın anahtarı gibi durur. Manevi açıdan da doyurucudur; çünkü yaratıcılığına şans tanır. Farklılığını gösterebilmeni destekler. İşler pratik şekilde halledilir; resmiyete boğulmadan. Hareketlidir. İş saatleri esnektir. Çalışma ortamı rahattır. En önemlisi belki de, özel sektör değerini bilir ve performansına göre muamele eder sana.

Özel sektörde çalışmak, kendi neslim için konuşayım, çoğumuzun anne-babasının çalışma şartlarından fazlasını istemek manasına da geliyordu; bir nevi onları aşmak. Daha üniversiteye girmeden hayranlıkla izlediğimiz ağabey, ablalarımızın; o hem kariyer sahibi hem eğlencesinden geri kalmayan; hep genç, hep dinamik, yaşam şeklini (babalarımızın aksine ve sanki onların tutuğu yolu yanlışlarcasına) simgeliyordu. Ebeveynlerimizin ev temizliğinden yemek yapmaya, bürodaki çalışmasından ev bütçesine kadar her işi “usulüne” göre halledilmesi gerektiğine inanan yaşam şeklinden çok başkaydı bu. Modern olmakla alakalıydı. Yeni bir şeydi; bizim neslimize ait bir şeydi. İşlerin artık babalarımızın annelerimizin zamanındaki gibi yürümediği, daha özgür, daha rahat, daha kendimiz gibi yaşadığımız günümüzün hayat şekliydi. Biz kendimizi bu ortam için donatıyorduk ve iyi hazırlandığımızdan öyle emindik ki, tüm bunların kendiliğinden ayağımıza geleceğini sanmıştık. Kazın ayağının hiç de öyle olmadığını anlamak biraz vaktimizi aldı.

Neleri anladık? Öncelikle iş bize gelmiyordu; biz işin kapısında bekliyorduk, görüşme günü için özel olarak eksikliklerini arkadaşlardan tamamladığımız elbiselerimizle. Sonra bir kalemde siliniyordu o güne kadar yaptıklarımız, basit bir eleman oluveriyorduk potansiyel işverenimizin gözünde. Gittikçe daha çok şey isteniyordu. Stajlar, sertifika programları, kurslar, uzmanlaşma, deneyim, ikinci dil… Liderliğimizi kanıtladığımız, sorun çözmeye örnek gösterdiğimiz, geçmişimizin masum anılarını birer başarı hikâyesine dönüştürdüğümüz özgeçmişler... Biz de daha çok çabalıyorduk olunmak istenen eleman için.

Bize sıra geldiğinde özel sektör çoktan alışmıştı kapısında bekleyenlere. İşsizlik artıyordu ve şirketler bundan olabildiğine faydalanıyordu. Seçim için koydukları kriterler ise çoğu zaman işe aldıklarında nadiren, belki de hiç kullanılmayacak özelliklerdi. Sadece seçmek içindi. Hatta bazen dışarıya karşı en alt düzeyde bile çalıştırdıkları elemanın ne kadar kaliteli olduğunu göstermek içindi. Ağzımıza bir parmak bal çalınıp ciddi bir biçimde sömürüleceğimiz bir ortamın kucağına doğru atıldığımızın farkında değildik sanırım. Çünkü ne sıkışık vaziyetimiz iş beğenme keyfiyetini veriyordu, ne ülkenin ekonomik durumu müsaitti (sanki sömürmek için bir bahaneymiş gibi), ne de biz -sömürülmeyi sadece mavi yakalılara atfettiğimizden- bu terimi kendimize yakıştırabiliyorduk.

Ama şimdi… Yakanın rengi değişiyor sanki.