21 Mayıs 2008 Çarşamba

"Haz var, dahası da var"

Elif İnal

‘Ekonomiye giriş’ dersinin tipik lafları ‘kısıtlı kaynaklar, sonsuz arzular’ ve ‘hazzın maksimizasyonu, acının en aza indirilmesi’, sanki insanı ve dünyayı tüm yönleriyle açıklıyormuş gibi algılanır. Arzuların sınırsız, insanların hep rekabetçi, bencil, çıkarcı olarak varsayılması ve bu özelliklerin sabitliğini savunmak acaba fazla düşünmeyi gerektirmediği için mi kolayımıza geliyor, yoksa bir şeylerin sabit olmaması, değişime açık potansiyeli mi bizi korkutuyor? Çünkü insanın bu müphem yapısı, yaptığı eylemlerle bir şeyleri dönüştürebilmesi ve en önemlisi insanın kendisini dönüştürmesi çok büyük bir potansiyel taşıyor.

Peki, gerçekten herkesin hayatında itici güç hazzın en üst düzeye çıkarılması, acının en aza indirilmesi midir? Eğer bu kadar basit olsaydı insanın her türlü korkudan, fiziksel acı verebilecek, manevi hasara yol açacak her şeyden kaçıyor olması gerekirdi. Bahsettiğim ‘zengin ailelerin adrenalin arayışındaki sıkılmış çocukları’ değil. Onların acıdan kaçmamaları -her şeyin fazla kolay olmasından- hazzın ‘acısız’ versiyonunun artık işe yaramaması, bir de acının vereceği hazzın ‘tadına bakmak’ istemelerindendir. Yani, adrenalini üst düzeye çıkaran bilumum yapay ‘atlayıp zıplamalar’, doğaya hükmetmek isteyip zararlı çıkılacağını bile bile onunla savaşmalar (bungee jumpingler, tırmanmalar, dalışlar), hazzın içine bir tutam da acı katıp hazzı diğer insanların tadabileceğinden (hayal bile edebileceğinden) farklılaştırma isteğinden başka bir şey değil. Fakat bunlar beni zerre kadar ilgilendirmediğinden, kafamda daha çok sokağın tekinsizliğine rağmen, yine de sokağa çıkan insanlar, bu sokaklara yayılan eylemler var. Greve gitmenin acı verici sonuçlarını düşünürsek, o karara giden süreç de epey acılı oluyordur herhalde ki işsizliği, aç kalmayı, çalışılmayan süredeki maddi sıkıntıyı bile göze alacak raddeye geliyor işçiler. Peki, o raddeye gelmeyen, hayatını görece rahatça sürdürebilen insanların sokağa çıkması, acıyı göze alması, hatta bazen acı çekmenin değerli kılınması neye bağlıdır? Zaten yeterince acı çekmemiş, hapse hiç girmemiş, çatışmamış ya da çatışmadan kaçmış (belki de savaşı kutsamak istemediğinden) bir ‘devrimci’nin önünde ‘yeterince’ saygıyla eğilinir mi? Mesela, Ahmet Hakan’ın ‘Tarafsız Bölge’ programında ‘Deniz Gezmiş’in arkadaşları’ Celal Doğan ve Oral Çalışlar, AB’yi desteklediklerini söyleyince, programı izleyen ‘devrimci gençler’ tarafından ‘davayı satmak’la suçlanmışlar mıdır? ‘Marksizm 2008’ toplantısının daha ilk oturumunda ‘Barışla başlayıp barışla biten her söz palavradır’ diyen dinleyicinin, başarının savaşlardan çıkacağını söylemesi, çatışma istemesi, barış laflarının ‘sıkıcı’ olmasındandır belki de.

‘Rahatça’ yaşayabilecekken sokağa çıkanlara dönecek olursak, kendilerine küresel ısınmayı dert edinenleri (Küresel Eylem Grubu- KEG’i) düşünelim. Bu gençlerin edimlerindeki güdülenme sadece acıyı azaltıp hazzı yükseltmek olsaydı, sokağa asla çıkmazlardı çünkü küresel ısınma, sorumluluğun çok kolay devredilebileceği bir konu. Sokağa çıkıp şiddet görme tehlikesinden, hiçbir şey olmasa yorulmaktan kaçmak yerine, kendilerine dert ‘yaratmaya’ başlıyorlarsa bu haz denilen şey acının tam da tersi olmasa gerek. KEG'den bir arkadaşın Marksizm 2008 toplantılarında İstanbul Film Festivali'nden örnek vermesi, sunum yapan bir diğerinin 'Bana bile pahalı geliyor pirinç fiyatları Migros'ta' demesi ve bu kişilerin kılık-kıyafet ve eylemleri, hayat tarzlarına dair ipuçları olabilir. Sorunlarını (küresel ısınmayı), ‘hemen, şimdi, burada’ olarak tanımlasalar da aslında hayatlarını ‘hemen, şimdi, burada’ etkileyen birebir bir etki yok ama işte bir şey yapmama, eylemsizlik hiç de haz vermiyor. Hatta belki işin içine biraz heyecan, sokağın öngörülemez tehlikesi de girince daha çok haz verici oluyor her şey.

Durum böyle olunca ‘Acaba sıkılmış zengin aile çocuklarının adrenalin arayışından ne kadar farklı kendine dert ‘yaratıp’ sokağa çıkanlarınki?’ diye sormak gerekiyor. Bu dünyanın ‘adaletsizliği’ni görüp de sokağa çıkanlara diyecek bir şeyim yok, fakat eylemci gençlerin derdi ne kadar ‘daha iyi bir dünya’ya doğru değişimi sağlamak, ne kadar acıyla harmanlanmış hazzı tatmak bilemiyorum doğrusu.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Yok aslında birbirimizden farkımız, hepimiz Bizans’ın evladıyız!


Mustafa Kuleli

Geçmişimizi konuşmak ve geleceğimizi kurgulamaya çalışmak üzere, geçen hafta, Türkiyeli ve Yunanistanlı üniversite öğrencileri olarak, hocalarımızla beraber Delphi’de bir araya geldik. İki ülkenin genç insanlarının uzun yıllardır bir diyalog zemini kuramamış olması içimi biraz burksa da, “zararın neresinden dönsek kâr” deyip, toplantının yolunu tuttum.

İstanbul’dan Atina’ya uçarken, daha havada, denizin koyu mavi tonu, gri kayalar ve zeytin yeşili makiler yolculuğun başka bir memlekete değil de, bilakis sanki aynı mahalle içinde kapı komşusuna yapıldığını hissettirdi bana. Yanılmamışım. İlk günden itibaren kendimi evimde gibi hissettim. Hele daha Atina “El Venizelos” havaalanından yeni çıkmış, otobüsle Delphi’ye doğru giderken, Meltem’in (Ürüt) bir eliyle çocuğu işaret edip, bir eliyle sırtımı dürtükleyerek “Aaaa bak bu da Karaburunluymuş!“ demesi, resmen beni benden aldı. Hemşerim Yannis hiç görmemiş İzmir’i, Karaburun’u. Haritada yerlerini biliyor sadece. Bir de çok güzel “İzmirni”, “Karaburuni” diyor. Şöyle en içteninden. Hemhâl olduk hemen. Kederlendik de biraz. Bu buluşmanın önemini de kavramış olduk böylece ilk günden.

Zamanla aramızdaki yakınlığın yalnızca coğrafyadan kaynaklanmadığını da somut örnekler ile öğrendik. Mesela Türkçe ve Yunanca arasında beş binden fazla ortak sözcüğün olduğunu biliyorduk ama cacıki, karpuzi, spanaki diyince birbirimize, bu teorik bilgi yeni bir boyut kazandı. Ve hatta bazen kimin hangi ülkeden geldiği bile birbirine karıştı. Mesela onlar benim baklava yemememe hayret ederken, ben onların kahvaltıda zeytin ve zeytinyağı tüketmemelerine akıl sır erdiremiyordum.

“Sokaktaki adam”ın ruh hâli

Ayıptır söylemesi eli boş gitmedik Yunanistan’a. Yanımızda bir de 20 dakikalık “sokak röportajları” götürdük. Katılımcılar da sağ olsunlar teveccüh gösterdi, mutlu olduk. Meltem (Ürüt) ve İlknur (Aydoğan) ile beraber yaptığımız bu röportajlarda en çok dikkatimi çeken Türkiyelilerin AB konusunda yaşadığı derin hayal kırıklığı oldu. Bu meselenin psikolojik boyutunun bu denli önemli olabileceğini daha önce düşünmemiştim doğusu. Kameraya yansıyan genel yaklaşım “Madem onlar bizi istemiyor, biz onları iki kere istemiyoruz!” şeklinde idi. “Onlar bizi bölmek istiyorlar”, “Avrupa ülkeleri bize düşman”, “Biz geleneklerimizi, günlük alışkanlıklarımızı değiştiremeyiz” ve “Onlar Hıristiyan kulübü” gibi “yorum”larda bulunanların bile, en derinlerinde “Avrupalı” olma hayalinin bulunması da, bir başka dikkate değer noktaydı. Bu örnekler sayesinde, çocukluğumda büyük bir heyecan ve “yaşasın, Avrupalı olduk!” nidalarıyla araba plakalarına yapıştırılan mavi zeminli, Avrupa Birliği yıldızlı çıkartmaların, bugün nasıl kırmızı zeminli, ‘ay-yıldız’lı çıkartmalara döndüğünü anlamak biraz daha kolaylaştı galiba.

Toplantı boyunca konu bazen, milliyetçiliğe, bazen Kıbrıs’a, bazen ‘öteki’lere, bazen AB’nin ne kadar demokratik olduğuna, bazen kemalizme, bazen siyasal İslâm modeline geldi. Zaman zaman Türkiyeliler kendi arasında, Yunanlılar kendi arasında hararetli tartışmalara girişti. Yunan arkadaşlarıma haksızlık etmek istemem ama biz son dönemde tüm meselelerimizi sorgulamaya ve tartışmaya çalıştığımız için sanki biraz daha açık fikirliyiz, hazırlıklı ve hazırız altüst olmaya gibi geldi bana. Ama yapılan bu tartışmalar, dar bir çevrede kaldığından, toplumun genelini etkileme kabiliyetinden yoksundur muhtemelen. Burada da görev medyaya mı düşüyor ne…


-İstanbul-

1 Mayıs 2008 Perşembe

1 Mayıs hissi

Elif İnal

2008 1 Mayıs’ında sokakları görüp de hala, ‘Polis de işini yapıyor canım’ diyecek bir insana bunun böyle olmadığını nasıl anlatmalı bilemiyorum. Çünkü istediğimiz kadar görmemek için direnelim, kaçalım, başımızı kuma gömelim, polisin şiddeti öyle ya da böyle bizi bulmuştur. ‘The Dreamers’ filmini izleyenler hatırlayacaktır, filmin son sahnesinde göstericilerin eve attığı taşla kırılan camdan içeri gaz sızınca şu laf geçer: ‘Sokak odamıza girdi’. Aynen bu şekilde 1 Mayıs İstanbul’unda da, gaz bombasıyla, polis vahşetinin attırdığı çığlıklarla sokak ‘odalarımız’a girdi. Ben bir şey yapmadım, ‘sıradan vatandaş’ım, deseniz de en azından gaz bombasını solumak zorunda kalmışınızdır ya da polisin etrafta şehrin sahibiymişçesine yürümesine tanık olmuşunuzdur. TÜSİAD’dan gelen açıklamayı hatırlarsınız, ‘İşçiler 1 Mayıs’ı kutlasın ki motive olsunlar’ demişlerdi. Fakat bence daha çok ‘15-16 saat çalışan polislerin gücünü gösterip, daha da çok çalışmaya teşvik edildikleri bir ‘bayram’ oldu bu.

‘Sıradan vatandaş’ kılığına bürünüp Mecidiyeköy’de bir büfede yemek yerken kendimi içeriyi göstermeyen camın arkasından olayları izliyormuş gibi hissettim. Büfenin bir adım ilerisi ‘savaş alanı’yken, içerisi televizyonun karşısında oturmak kadar güvenli hissettiriyordu. Tabii geçen sene ‘güvenli’ alanında yemek yerken polisin tokat attığı Masis Kürkçügil’in dehşet dolu ifadesi de beynimize kazındığından ‘hiçbir yer güvenli değildir’in en üst düzeyde hissedildiği bir gündü yine 1 Mayıs.

Polis şiddetinin sınırı olmadığı gibi, etrafta bir de sivil polis kaynadığını bilerek, herkes, konuşmaları bile sessiz, ‘alttan alta’ yapıyordu. Sanki bütün solcular yeraltından 1 Mayıs’ta çıkıyormuş gibi herkes birbirinin ‘neci’ olduğunu çözmeye çalışıyordu. İki tarafta da (polis ve eylemciler), etraftaki insanların ‘sıradan vatandaş' kılığına bürünmüş sivil polis ya da eylemci olup olmadığını anlama paranoyası vardı. Büfede otururken,1989’da 18 yaşındaki işçiyi vuran polisin DEV-SOL tarafından öldürülmesini anlatmam, hemen yan masanın ‘onlardan’ olduğumuzu anlamasına ve buna uygun davranmasına yol açtı. Bu olayı anlattığıma göre bizimle bilgilerini, nefretlerini, ‘bir sonraki adım’larını paylaşabilirlerdi. Polis şiddetinin yarattığı sonuçların telafisi olmayacaktır ama niyet etmedikleri bir şekilde bu, bir tür dayanışmaya da sebep oldu.

‘Normal’ günlerde sokakta, ‘neci’ olduğunu bilmediği, pek de konuşmayacağı ‘tipler’den olanlara liseli, üniversiteli kızlar daha kolay yaklaşıyordu. Liseliler demişken bana komik gelen bir tepkiyi de anlatayım. Otobüste yanımda hemen muhabbet açan kadın ‘Liseleri de tatil ettiler, bak görüyor musun, gençler eyleme katıldı!’ dedi, sanki bütün ‘devrimci gençler’ sokağa dökülmek için okulun tatil olmasını bekliyormuş gibi. ‘Normal günlerde’ büfede arka masayla konuşmaya da, otobüste oturulduğu an ‘günü değerlendirme’ye de, etrafa ‘biz sizdeniz’ bakışları ve gülümsemelerine de pek rastlanmaz. Fakat işte 1 Mayıs ilginç bir şekilde şehrin ‘kayıtsız tutumu’nu tamamen değiştirdi. Ne kadar bastırılmaya da çalışılsa, binlerce polis de getirilse, en ‘olağanüstü önlemler’ de alınsa, ‘sokağa inen’ kimse 1 Mayıs’a kayıtsız kalamadı.