22 Eylül 2008 Pazartesi

Tecavüzcüler içeri, kadınlar dışarı!

Elif İnal

“Tacize ve Tecavüze Son İnisiyatifi”nden haberiniz vardır, taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar ve bunun üzeriden politika yapmak isteyenleri bir araya getiriyor. Bir de “Bu e-mail grubuna yalnızca taciz ve tecavüze uğrayan ve buna yönelik politika üretmek isteyen kadınlar üye olabilir” denmiş ki tacizin tanımını biraz genişlettik mi hemen hemen tüm kadınlar bu gruba dâhil oluyor. Bu İnisiyatifin çağrı metninde muhtemelen bütün feministlerin katılacağı bir cümle geçiyor: “Unutma, bedenimiz bize ait. Tecavüzcüler ne pişmanlar ne de pişman olacaklar, hatta buna devem edecekler. Cezalandırılmaları gerekli. Fakat biz susarsak bu asla olmaz, hatta daha fazla kişinin incitilmesine izin vermiş oluruz. Ve bu vahşet asla bitmez.” Tecavüzcüler belki pişmandır belki de değillerdir fakat emin olduğum bir şey var ki cezalandırılsalar akılları bir anda başlarına gelip 'Biz ne yaptık böyle' demeyecekleridir. Amacım tabii ki tecavüz ve taciz insanların yanına kalsın, hiç bir bedeli olmayacağını bilerek etrafa saldırsınlar demek değil, fakat meselenin hukukun işlemesi ve cezanın yaptırımının olmasından çok daha derin olduğu da kesin.

En ufak bir sözle ya da hareketle taciz edilen her kadın bilir ki, kadının o esnada düşürüldüğü durum yalnızlık ve çaresizliktir. Her zaman “Beni otobüsüme bırakmayın canım, ben kendim giderim” gururu içinde olmuşumdur ama çoğu zaman bunu kendimi koruyabileceğimden emin olduğumdan değil, öyle olması gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum. Akşam 9 gibi bir saatte, en güvendiğim yer olan Taksim’deki Beşiktaş dolmuşlarının orada, tinerci bir çocuk -ki yaşı da benden küçüktü- kolumdan tutup bırakmadığında tek yapabildiğim şey çocuğa bağırmak olmuştu. Eğer çocuk bağırmamla bırakmasaydı ve devam etseydi eminim ki etraftan ne bir karışan olacak, ne de ben kendi gücümü kullanabilecektim. Fiziksel olarak ne kadar güçlü olduğumu bilemiyorum çünkü erkekler gibi en ufak olay karşısında gücümü kullanmaya kalkmadım, dolayısıyla evet “bedenim bana ait” ama bedenimin ve gücümün sınırlarından haberdar değilim. Bu çaresizlik hissi yüzünden de acayip sinirlenmiş, epey bir küfretmiştim. Fakat yine de ben şu an tinerci çocuğa bireysel olarak kin duyamıyorum, onun kendisine değil, var eden koşullara kin duyuyorum. Bu yüzden de taciz eden erkeğin birey olarak cezalandırılmasının tacizin önüne geçeceğine inanmıyorum. “Biz erkek değiliz, erkeklik buysa” Taciz veya tecavüz eden erkeği haklı çıkarmaya çalışan “Ama karşısındaki de onu tahrik etmiş” türünden her türlü mazeret palavradır. Her türlü harekete uygun bir kılıf bulunur da, “O zaten böyleymiş, hak etmiş” diyen kadar onaylanan da herhalde zor bulunur. “Biz Erkek Değiliz” grubunun eylemlerini duyunca çok heyecanlanmıştım. Öyle erkekler varmış ki erkekliği sorgulayıp “erkeklik buysa biz erkek değiliz” diyebilecek kadar cesaretlilermiş diye düşünüp, çok takdir etmiştim. Fakat sonra eylemlerine gidince ne lafın etraftan doğru anlaşıldığını ne de kalabalık bir grubun erkekliği sorguladığını gördüm. Heteroseksüel bir adam “ben erkek değilim, erkeklik buysa” diyebilme cesaretini gösterdiği zaman işte bir şeyler değişmeye başlamış diyebilirim ancak. Yoksa zaten ‘erkeklik’ten çok çekmiş olan insanlar bu gruba dâhil oluyorsa, grubun pek de dönüştürücü etkisi olamaz. Zaten gittiğim eylemde de Taksim'de bulunan insanların gruba verdiği tepki görülmeye değerdi. Dağıttıkları bildirileri alıp okumaktan bile çoğu 'erkek' çekinmişti. Etraftan ne olduğunu anlamaya çalışan iki adamın arasında şuna benzer bir konuşma geçti: “Ne oluyor burada?”, “Eşcinseller derneği eylem yapıyormuş”. Bu konuşmada aşağılayıcı bir yan yoktu belki ama “Zaten ibneymişler” diyenlerden, vardığı sonuç itibariyle çok da farklı değil. Yani eğer zaten “ibne” olanlar bir eşcinselin öldürülmesini protesto ediyorlarsa bu durumda üzerine düşünülecek bir şey yoktur, cinayetin arkasındaki sebepleri de sorgulamaya gerek yoktur. “Zaten hak etti” Laf atma meselesinde de taciz ve tecavüzde olduğu gibi erkeğin kendini üstün gördüğü ve her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşündüğü açıktır. Gece bir saatten sonra sokakta öyle bir erkek hâkimiyeti oluyor ki, eğer 'kız başınıza'ysanız sanki dünyadaki son kadın siz kalmışınız gibi hissedersiniz. Bu yüzden de o kadar göze çarparsınız ki, erkek bakışının tam ortasından geçiyor gibi olursunuz ve öyle ya da böyle birinden bir laf geleceğini sezersiniz. Zaten çoğu zaman laf atanın ne dediği bile anlaşılmaz, bir homurtu şeklinde geçip gider. Laf atanın arkadaşı duyduysa zaten iş bitmiştir, onlar kendi aralarında güler, kızın ne dediğini duymasına, tepki vermesine bile gerek yoktur. Kız orada laf atmanın üzerinde uygulandığı bir araçtır sadece. İşte bu yüzden, yazının başına dönecek olursak, en ufak bir laf atmadan tecavüze kadar hepsi erkek davranışındaki “zaten hak etti” düşüncesinin ve kendisinde her şeyi yapma yetkisini bulmanın tezahürü olarak görülürse, bu davranışların tek tek erkeklerin cezalandırılmasıyla biteceği pek muhtemel görünmüyor.

Hapse giren tecavüzcülerin hapishanede tecavüze uğradıklarını duyunca yüreğimize su mu serpiliyor? Ceza çekiyor olmaları bizi rahatlatıyor, bir daha olmayacağına dair teselli mi veriyor? Cezasını çeken bir tecavüzcünün bunu bir daha yapmayacağına dair garanti var mı, ya da içeride gördüğü muameleden sonra kadına bakışı tamamıyla değişiyor mu?

12 Eylül 2008 Cuma

İstemekle başlar


kerem özkurt

Ne dünyanın bir yerinden ilk başlangıcın taklidi deney, ne yurdum medyasının yurdum başbakanı ile kavgası. Ne ekonomik kriz ne düşen çıkan rakamlar. İftar saati yaklaştıkça sinir katsayısı yükselen, bitkin, bıkkın belediye otobüsü yolcuları; bir türlü ilerlemeyen trafik akşam vakitleri. Sabah vakitleri uyku mahmuru, rahatsız yüzler görmek; kiminin kulağında, kulağa vaaz edilmiş de nedense hala bangır bangır çınlayan bol baterili bir müzik. İtişmeler kakışmalar. Elbette kallavisini yaşayanlar da vardır tüm bu dertlerin; ama beni birkaç gündür ucundan tuttuğum kadarıyla bile yordu gerçekten.



Bu akşam ama; hepsini koyuverdik gitti. Karnıma ağrılar girene kadar güldüm. Basit bir arkadaş toplantısında; öylesine buluşmuşken. Öylesine konuşuyorken. Okul anılarını birbirimize tekrarlarken; aramıza henüz katılmışlara da yeni bir şey anlatıyor gibi heyecanla anlatırken. Her iki durumda da tekrar tekrar aynı keyifle gülerken. Gülmek ne kelime, nefesimiz tutulmuş karnımıza kramplar girerken.



Hoş bir sedaymış havada asılı kalan bizden sonra; hakikaten öyleymiş. Sokaktan çıkarken bile az önce attığımız kahkahalarımızın hala çınladığını duyar gibiydim. Sonra arabada hepimiz aynı şeyi düşünmüşüz; ne güldük bu akşam. Öyle bir zaman dilimi vardı her günümüz böyle geçiyordu. Böyle gülüyorduk dedik. Oysa şimdi herkesin başında iş güç belası. Hayat gailesi işte.



Düşündüm de gülüyorduk o zamanlar da katıla katıla. Sonunda eve dönüyorduk. Kendi kendimize düşünüyorduk ne yapacağız okul bitince. Bir yerde staj yapmalı. Nerden ek bir sertifika alıp da diğerlerinden daha albenisi olan bir adaya dönüşmeli. Nerden nasıl iş bulacağız. Şimdi işimiz var ama sıkıntılar geçmiş değil.



Böyle bir hayat var mı? Geçim kaygısının adamın en keyifli anında bile kafasının bir köşesinde durup aklını kurcalamadığı? Nasıl olsa doyarım, nasıl olsa insan kabilinden değerimi bilen biri çıkar diye hiçbir şeyi kafana takmadığın? Kahkahayı yüreğinden söker gibi koyuverdiğin bir hayat?



İki kişi dikiliyor karşıma. Biri çekip gitmekten bahsediyor. Uzakta bir sahil kasabasında çıplak ayaklarını iskeleden aşağı sarkıtmış balık tutuyor; ya da sevimli küçük bir pastane açmış en yakın arkadaşıyla, kendileri yapıp kendileri satıyorlar; tayyörleri ceketleri çıkartıp uzun etekler giymişler ve Fransız kadınları kadar alımlılar.



Diğeri kendini geliştirmek lazım diyor; kendini geliştirmeye yarayan kitaplardan bir cümle okuyor; küçük şeylerde aramak lazım mutluluğu. Hep pozitif düşünmeli, bardağın dolu tarafını görmeli. Çalışma masana çiçek koymalı mesela; tabağındaki makarnaya ketçaptan surat çizmeli.



Birincisine kaçmayacağım diyorum. Mutluluksa burada da olmalı; burada benim durduğum yerde; hemen şimdi. Kasabada emekli falan olunca değil. İşime giderek de, alıştığım gezdiğim şehirde yaşarken de insanca yaşabilmeliyim. Hem de diyorum ikincisine dönüp, küçük şeylere ihtiyaç duymadan, çünkü hayatımın kenar süsü olmaktan çıkacak mutluluk, temeline oturacak. Makarnadaki suratı bırak, benim suratıma bak; çoktan bir gülümse yerleşmiş ortasına baksana.



Çok mu şey istiyoruz. Hani istemekle başlardı sevmek…