17 Kasım 2006 Cuma

“Pasosu olan herkes için sendika”


Normal şartlarda, hazırladığım haber veya söyleşileri GünlükHayat'ta yayımlamak gibi bir âdetim yoktur. Ancak bu sefer durum farklı.
Memlekette bir öğrenci sendikası kuruluyor. Bunu ne kadar çok insan bilirse o kadar iyi! O yüzden buyurun Bilgi Genç Haber Ajansı'nın bu keyifli söyleşisine. İlk kez GH'de!

Mustafa Kuleli / BGHA

Geçtiğimiz hafta, Anadolu Ajansı’nın geçtiği bir haberle, Türkiye’nin ilk öğrenci sendikasının kurulacağını öğrendik. “Öğrenci sendikası” terimi, ilk anda biraz yadırgandıysa da, asıl merak edilen böyle bir sendikanın ne yapacağı, nasıl işleyeceği ve ne zaman kurulacağıydı.
Kısa haberlerle geçiştirilen bu önemli gelişmenin detaylarını öğrenmek üzere DİSK Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi Müdürü Fahrettin Erdoğan ile görüştük.

Neden bir öğrenci sendikası kurma kararı aldınız? Varolan örgütler görevlerini yapamıyor mu?
Her şeyden önce sendikanın işlevi farklı. Üniversite çağında olan 15 milyon gencin 1 milyon 200 bin’i üniversitede okuyor. Bu 1 milyon 200 bin’lik kitleye de şu anki öğrenci hareketleri ulaşabilmiş değil. Soluyla sağıyla bütün örgütlenmiş öğrencileri toplasak bile, çok düşük bir yüzdeye denk düşer. Üniversite kapılarının yoksul ailelerin çocuklarına kapatılmak istendiği, üniversitede her şeyin paralı hale getirildiği bu dönemde, öğrenciler proletaryaya yakınlaşıyor, bizce. Bu örgütsüz sosyal boşluğu, sendikanın doldurması gerektiğini düşünüyoruz. Dernek falan değil. Sendika! Hükümet’in karşısına dikilecek, hakkını arayacak ve bunu yazılı hale getirecek, belgelere geçirecek. Bu yüzden sendika.

Bunun kanunlarda yeri var mı?
Anayasa’da örgütlenme özgürlüğü var, kâğıt üzerinde de olsa. Altına imza attığımız uluslararası sözleşmelerde de bunun yeri var.

O halde GENÇ-SEN’in amacı yaygın olarak örgütlenip, gerektiğinde hükümetle masaya oturabilecek bir güç olmak…
Evet, kesinlikle hükümetlerin karşısına çıkacağız.

“İşçileri örgütlediniz de, bir öğrenciler mi eksik kaldı.” Şeklinde özetleyebileceğimiz bir eleştiri var size yönelik…
Güçlü sendikalar demokrasinin gereklerindendir. Sendika ve kitle örgütleriniz ne kadar güçlüyse, toplumsal yapınız da o kadar iyi demektir. Ama Türkiye’de sendikaların önünde çok büyük engeller var. Sistem, örgütlü bir güç istemiyor karşısında. Tüm güç toplumu örgütsüzleştirmek için kullanılıyor.

Peki, GENÇ-Sen nasıl bir sendika olacak?
Her şeyden önce demokratik bir sendika olacak. Aşağıdan yukarıya örgütlenmiş bir sendika olacak. DİSK şu anda bunun kuruluş çalışmalarını yürütüyor, öğrenci arkadaşlarla beraber. Kuruluş aşamasından sonra tamamen bağımsız bir sendika olacak. Hatta kongre kararıyla DİSK’ten ayrılabilirler bile.

Önünüzde bir yol haritası var mı?
Şu anda işin başındayız. En başta öğrencilerle görüştük. Nabız yoklama turları attık. Bu turları tamamlamış değiliz. Bunun yanında üniversitelerde geniş katılımlı toplantılar düzenlenecek. Aralık'ta da bir forum organize etmeyi planlıyoruz. Bu forumda Türkiye’nin her yerinden öğrenciler, kendi elleriyle sendikalarını şekillendirecekler.

Sendika’nın kuruluş aşamasında ne gibi zorluklarla karşılaşmayı bekliyorsunuz? Bunları nasıl aşmayı planlıyorsunuz?
Haklarını alamadıkları ve 12 Eylül’den beri özel bir baskıya maruz kaldıkları halde, öğrenciler örgütsüz ve dağınık durumda. Dolayısıyla biz doğru damarı yakaladığımızda, sadece ‘solcu’ öğrencileri değil en geniş öğrenci kitlesini kucaklayacak damarı yakaladığınızda pek çok zorluğu aşacağımızı düşünüyoruz. İki türlü zorluk var önümüzde. Biri Türkiye’de ilk olmasından kaynaklı “Öğrenci sendikası mı olurmuş.” görüşü. İkincisi de hem geleneksel sol yapılardan hem de 12 Eylül’ün üniversiteler üzerinde estirdiği terörden kaynaklanan örgütlenme korkusu.

Bildiğim kadarıyla yurtdışındaki örnekleri incelediniz ve Türkiye için özgün bir model geliştirdiğinizi düşünüyorsunuz. Dünyadaki öğrenci sendikaları nasıl işliyor? GENÇ-SEN’in onlardan farkı ne olacak?
Fransa, Yunanistan, Şili gibi örnekler var önümüzde. Bunlar, demokratik hak ve özgürlükleri uzun mücadelelerle elde etmiş ülkeler. Türkiye’de uzun soluklu mücadeleyle hak arama geleneği yok. Bizdeki sol hareket büyük ölçüde dışarıya göre şekillenmiş. Bir takım ülkeler şablon olarak alınmış. Biz bu sendikayı Avrupa’dakilerin bir kopyası olarak ele almıyoruz. Biz kendi deneyimimizi yaşayacağız ve karşımıza çıkan şeylerle hesaplaşacağız. Kendimize özgü sorunlarla başa çıkmaya çalışacağız. Özgünlüğümüz de zaten burada.

O zaman biraz da bu sorunlardan bahsedelim. GENÇ-SEN hangi alanlarda mücadele yürütecek?
Üniversiteye giriş, özelleştirme, burslar, barınma, beslenme, ulaşım, özel hayata müdahale, kameralar, notlama sistemleri, işsizlik, ayrımcılık ve şiddet gibi pek çok konuda çalışmamız olacak. Bunun yanında akademik mücadele de çok önemli. Şu anda üniversiteler piyasa koşullarına teslim olmuş durumda. Şirketlerin istemlerine göre şekilleniyor üniversite. Bunlara karşı mücadele vermeden üniversitenin özerk, demokratik ve akademik olması imkânsız.

Mücadele yürüteceğiniz alanlar arasında başörtüsü / türban sorunu da olacak mı?
Öğrencilerin tüm sorunları, bizim de sorunumuz elbette. Kamusal alanda hizmet alan, hizmet veren ayrımı çok önemli. Üniversite öğrencileri hizmet alan konumundadır. Dolayısıyla bu arkadaşların da kılık-kıyafetine müdahale edilmemelidir.

Peki, bu söyleşiyi okuyan ve sürece dâhil olmak isteyen öğrenciler ne yapabilirler?
Şişli’deki DİSK Genel Merkezi’nde bir gençlik bürosu oluşturduk. Bu büroda kuruluş faaliyetleri sürecek. Herkes DİSK’i arayabilir, gençlik bürosundaki arkadaşlarla görüşebilir, öneri, görüş belirtebilir. İnternet sitemiz de (www.gencsen.org) yayına geçti, oradan da bize ulaşabilirler. Katılımcı bir süreç bu. Tüm üniversitelerde toplantılar düzenlenmeli ve bu toplantıların çıktıları bizimle paylaşılmalı ki, öğrencilerin ihtiyacını tam olarak karşılayacak bir sendika kurulsun.


Öğrenciler ne düşünüyor?

Öncül Kırlangıç
Mimar Sinan G.S.Ü. – Mimarlık
Öğrenci muhalefeti en kötü dönemini yaşıyor. Herkes bunun farkında. Öğrenciler olarak, kendi yaşam alanlarımıza dair hiçbir söz söyleyemez durumdayız. Yeni, kitlesel bir çıkışa ihtiyacımız var. Fransa’da, Yunanistan’da başarılabiliyorsa, biz burada niye yapamayalım ki. Pasosu olan herkesi bu mücadeleye katarak, birlikte hakkımızı arayabiliriz. Gücümüzün farkına varabiliriz.

Kıvanç Eliaçık
9 Eylül Üni. – Sinema TV (Yüksek Lisans)
Güçlü bir öğrenci sendikası, yemekhane fiyatlarını düşürebilir, ulaşımda öğrenciye %50 indirim sağlayabilir, kredi affı çıkartabilir, ders araç-gereçleri ücretsiz dağıtılmasını talep edebilir. Bunların dışında, müfredatın belirlenmesinde, rektörün, dekanın seçilmesinde, okulların yönetilmesinde de sendika söz sahibi olabilir.

Cihat Demirtaş
Anadolu Üni. – Kamu Yönetimi
Üniversitelerdeki gençlik grupları dağınık halde. Taleplerimiz somut ve meşru olmasına rağmen, kamuoyuna bu şekilde yansıtamıyoruz. Bu yüzden sendikanın, taleplerimizi resmi ve meşru bir zeminde dile getirmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Yasin Özdemir
İstanbul Bilgi Üni. – Tarih
Öğrenci sendikası denildiğinde, yakın geçmişimizin de etkisiyle, ilk akla gelen şey politik bir yapı. Ben sendikanın siyasetler üstü olmasını, öğrenci yaşamının pratik sorunlarıyla alakalı bir yapı olmasını ümit ediyorum. Böyle bir sendika başarılı olabilir. Herhangi bir grubun ya da otoritenin politik güdümünde bir yapı arzu etmem.

Yeşim Doğanay
İstanbul Üni. – Sosyoloji
Liselere ve üniversitelere baktığımızda neo-liberal saldırıların arttığını görüyoruz. Buna karşı, kendi haklarımızı savunabileceğimiz kitlesel bir öğrenci örgütüne ihtiyacımız var. Bunun da yolu öğrenci sendikasından geçiyor.

8 Kasım 2006 Çarşamba

Üniversite mezunu ama işsiz

kerem özkurt

Ekonomik krizler tüm ülkeyi kavururken, ortalıkta şu lafın dolaştığını hatırlıyorum: Türkiye’de onca iktisat fakültesi ve her sene bu fakültelerden mezun olan binlerce insan varken nasıl oluyor da krize girebiliyor ekonomi?

Birçok üniversitenin ve fakültenin varlığı daha önce de tartışılıyordu. Yeterli öğretim kadrosu, oturmuş bir kampusu, hatta doğru dürüst binası bile olmayan nice fakülteler açıldı. Bu kadar fakülteye ve üniversiteye ihtiyaç var mıydı? Türkiye’nin bu kadar üniversite mezununa ihtiyacı var mıydı?

Rahmetli Özal’ın Türkiye’ye en büyük miraslarından biri herhalde üniversite diplomasının, kişinin iş bilirliğinin/yapabilirliğinin önüne geçmesine izin vermesidir. Üniversite diploması sadece iş bulmanın olmazsa olmaz koşulu olmakla kalmadı işverenlerin de beklentilerini yükseltti.

Üniversite diploması önceden de kıymetliydi ancak 1980'lerden itibaren bu diplomanın kullanılırlığı arttı. İşverenler, aldığı eğitimden veya iş bilirlikten ziyade sadece diplomanın olup olamamasına baktılar. Bu o kadar arttı ki üniversite eğitimi gerektirmeyen işler için bile üniversite diploması birincil koşul haline geldi. Diploma artık bir iş kıstasıydı.

Bu diploma talebini karşılamak için üniversiteler yeni bölümler açtılar, özel üniversitelerin sayısı arttı. Bir sonraki adımda, diploma yerini üniversitenin markasına baktı. Belli başlı üniversiteler öncelikle tercih edilmeye başlandı. Saygın üniversite daha önce de saygındı ve tercih sebebiydi ancak şimdi, bir banka mesela sırf saygın bir üniversiteden mezun diye psikoloji mezunu birini işe alıp onu bankacılık işlemlerinde bir görev verebilmekteydi.

Bu süreç, diploma ve “marka” üniversiteden mezun olma koşullarının yanına kurumsal birkaç şirkette staj yapma, yurt dışında MBA, 2 yıllık iş deneyimi (her işveren 2 yıllık iş deneyimi ararken 2 yıllık deneyimi olanların nerede deneyim edindiklerini hep merak etmişimdir) gibi birçok ek malzemeyle hala devam etmekte. Sonuç: İşsiz binlerce üniversiteli genç, boşta gezen kalifiye elemanlar, öğrenim alanının dışında çalışmak zorunda kalan bir o kadarı ile eğitimini gördüğü bir iş bulma şansını elde edebilmesine rağmen beyaz yakalı sömürüsüne maruz kalan bir dolu çalışan.

Her işsizliğin sebebi iş olmayışı değildir; bazen uygun işe uygun eleman bulunamaması da işsizlik yaratır. Bizimkisi biraz böyle bir işsizlik bence. Türkiye’de ara elemana ihtiyaç günden güne artmakta. Bu gidişle günün birinde musluğu bozulduğunda fellik fellik tamirci arayıp ancak bir hafta sonrasına randevu alabilecek teknokratlar toplumu haline geleceğiz. Bunun da sebebi işler arasında saygınlık açısından bir hiyerarşi yaratılıp bunun sonuna kadar işletilmesi.

Her anne-babanın isteği çocuğunun üniversite mezunu olması, örneğin hukuk fakültesini bitirip avukat çıkmasıdır. Bu sadece çocuğunun iyi para kazanmasına sağlamak için değil, aynı zamanda zeki, çalışkan ve başarılı olduğunu da kanıtlamak içindir. Okumaya hevesli bir çocuk, istese de meslek lisesine gönderilmez o yüzden. Meslek liseleri de “hanım bunun okuyacağı yok meslek lisesine yazdıralım da mesleği olsun” diyerek serserilerin adam edilmesi için gönderildiği bir yer olmaktan kurtulamaz. Mesleklerin zekilik, çalışkanlık ya da başarıyla yukardan aşağıya sıralanmayıp; iş ahlakı içinde yapılan her işin değer bakımından birbirine eşit sayıldığı bir ortam yaratılmadığı sürece bu bir kısır döngü olmaya mahkûmdur gibime geliyor.

19 Ekim 2006 Perşembe

Pamuklara sarılmış nobel

kerem özkurt

Artık Nobel ödüllü bir yazarımız var. Yıllardır yakındığımız bir eksikliğimiz giderildi. Orhan Pamuk için de Türk edebiyatı için de büyük bir adım olarak gördü bazısı, bazısı Pamuk’u ihanetle suçladı; ödülü hak etmediğini, kabul etmemesi gerektiğini savunanlar oldu. Tartışmayı medyadan takip edenler ise sevinelim mi yoksa öfkelenelim mi şaşırdılar.

Ben olaya pragmatik yaklaşanlardanım. Pamuk’un tüm kitaplarını okumamakla beraber okuduklarımdan zevk aldığımı belirtmeliyim. Pamuk güçlü bir yazar. Birçok eleştirmenin aksine, onun Tanpınar’ın takipçisi olduğu fikrine katılıyorum; hatta ifade-i meram açısından Tanpınar’la yarışabilir ama ben Pamuk’ta Tanpınar’ı okurken alttan alta kendini hissettiren derin entelektüel birikimi ve bu birikimin getirdiği hedefi on ikiden vuran toplumsal tahlilleri çok göremiyorum. Nobel alacak kadar iyi bir yazar mı? Bunun eleştirisini yapabilecek biri değilim; kimsenin de yapması taraftarı değilim.

Nobel, dünyanın belki de en saygım edebiyat ödülü olmasına rağmen, sonuçta her ödül gibi jüriyi oluşturanların beğenilerini yansıtır. Onların koyduğu kıstaslar geçerlidir. Onun için Pamuk’un hak edip etmediği tartışması aynı yerde düğümlenmeye mahkûm: Jüri uygun görmüş, vermiş; ama herkes fikrini belirtmekte özgür. Gene de Pamuk’un sırf malum konu ile ilgili açıklamaları yüzünden ödülü aldığını iddia etmek en hafif tabiriyle naiflik gibi geliyor bana; aynı şeyleri Türkiye’de birçok yazar söylüyor ama hepsi Nobel’e aday gösterilmiyor. Şunu demek istiyorum, Nobel yazarların siyasi etkinliklerine ağırlıkla bakar ama kendi prestijini korumak açısından iyi yazarları değerlendirmeye almak zorundadır. Sonuçta Orhan Pamuk iyi bir yazardır.

Şimdi biraz da konu hakkında atıp tutalım. Pamuk gerçekten Nobel ödülü alabilmek için siyasi bir oyuna giriştiyse, kabul etmek lazım oyunu tuttu; Pamuk Nobel’i aldı. Amaca ulaşmak, amaca giden yoları ne kadar meşrulaştırır şüpheliyim, gene de başarılı bir hamle olduğunu takdir etmek gerekir. Tabi burada en ufak dokunmada uyanan/uyandırılan aşırı hassas ekibimizi de unutmamak gerekir; onlar durumu yargıya taşımasalar, bu kadar fırtınalar koparmasalar, Pamuk açıklamaları ile topluma ters düşen muhalif, kendi bildiğini söyleyen cesur yazar imajını bu kadar kolay çizemezdi.

Aklıma gelmişken, kitaplarda vatan haini cümleler, paragraflar aranmasına artık bir son verilmesinden yanayım. Roman, temelinde bir kurgudur, gerçeğe en yakın olanı bile. Yazar gerçekte yaşamadıklarını, gerçekte düşünmediklerini, hatta karşı oldukları her şeyi romanda yaşayanların, düşünenlerin dilinden aktarabilir. Pamuk’un, Şafak’ın romanlarından devşirilen cümlelerin kallavisini rahmetli İlhan’ın romanlarından da devşirmek mümkün; önemli olan kimin ne yazdığından çok kimin ne niyetle devşirdiğidir bence. Aynı şekilde Bedri Baykam konuşunca sanatçı çılgınlığı deyip, Pamuk konuşunca mana aramak, ola ki Pamuk aranan manayı cömertçe önümüze sersin, tek kelimeyle ayrımcılıktır. Bırakın konuşsun sanatçı; anlamlı anlamsız, doğru yanlış; asıl duyarlı olmak her söylenen üzerinde tepki vermeden önce bir süre düşünmektir bence.

Pamuk’un okumak istediğim kitapları var hâlâ. Nobel almasa da olacaktı, keyif aldığım bir yazar. Bundan sonra da keyif aldığım için okuyacağım; edebiyatın amacı da bu değil midir zaten.




18 Ekim 2006 Çarşamba

Umut EVRENSEL’dir!

Mustafa Kuleli

Bugün Evrensel’e gittim. Uzun bir ayrılığın ardından, kendimi evimde hissettim.
Haber merkezinde bölümlerin yerleri değişmiş, benim çalıştığım dönemdeki –müzelik(!)- bilgisayarların yerini yenileri almış.
Çayımızın tadı aynı; yeni yüzlerde aynı gülümseme…

Bir de mizanpaj değişmiş. Bambaşka bir Evrensel’de dolaşacak yarın gözler.
Yeni bir logo, yeni bir sayfa tasarımı.
O uzun yolda atılan adımlardan birkaçı…

Hiç bitmeyecek bu uğraş. Bu adanmışlık, bu özveri...
Her gün, basın tarihinin namuslu sayfalarına yenilerini eklemek için uzanacak eller kâğıda, kaleme, klavyeye, makineye…

Gelgelelim, bu kez bir başka ‘bahar’ vardı sanki Gazete’de. Her geçen gün artıyor mu inancımız ne!
Gözlerde başka bir ışık, başka bir umut yüreklerde…

Evrensel Basım Yayın 300’üncü kitabını basıyormuş, ne hoş! Evrensel Kültür yenilenecekmiş, ne güzel! Evrensel çok olmuş on yılı devireli, ne mutlu!

Canını dişine takmış bir avuç insan, çalışıyor durmadan.
Tüm imkânsızlıklara rağmen.

Değişmek ve değiştirmek için.

Eve döndüm içimde çocuksu bir sevinçle. Bir de baktım ki ajandama, üç yıl önce, tam da bu günlerde girmişim ben de ‘gazetecilik mücadelesi’ne. Oturup yazayım dedim bu günü.
Yazayım ki bilsin insanlar; başka türlü bir gazeteciliğin olabileceğini. Başka türlü bir yayıncılığın yapılabileceğini.

Görelim hep birlikte; başka türlü bir habercilikle, daha iyi bir dünya kurmanın mümkün olduğunu.

Ve daha çok çalışalım, dört bir koldan, duyurmak için sesimizi.

2 Ekim 2006 Pazartesi

Çocuk olmak güzel şey...

Melike Geçgel

Bu aralar gözlerim çocuklara takılıyor sık sık. Nerde bir çocuk görsem incelemeye alıyorum ta ki onu incelediğimi anlayıp da bana ters ters bakana dek. Bazen kendi çocukluğumu görüyorum onlarda bazense iyi ki 80lerde çocuk olmuşum diyorum. Ben gerçekten çocuktum o yıllarda, büyüklerim gibi müziğini falan hatırlayamam 80lerin ya da siyasi karmaşasını ve ressamı, tombul amcayı. Gerçi büyüyünce dinlediğim için biliyorum ama yine de tanıklık edemedim bu konularına. Ben sadece oyun oynardım sokakta sorumsuzca, hiç düşünmeden, düşe kalka oyun oynardım. Bir de çizgi film izlerdim. Belki sizler kadar şanslı değildim televizyon konusunda, yasaktı çünkü izlemem, annemin izin verdiği saatlerde açılırdı o renkli dünya benim için ve öyle saatlerce de oturamazdım karşısında. Belki de bu yüzden şimdikilerden daha şanslıyım sokaklarda özgür olmanın ne olduğunu öğrenebildiğim için.

Ben bilgisayara ilk kez lise son sınıftayken dokundum. Hala da iki elimle yazamam. İşte asıl sorunlarımdan biri benim bilgisayar. Geçen günlerin birinde internet kafeye gittim, çıkartmam gereken yazıyı düzenliyordum. Yanımdaki sandalyede sarışın dünya tatlısı bir erkek çocuk oturuyordu. Bacakları yere bile değmiyordu. Bir anda onu izlemeye koyuldum. Ekranına doğru uzandım ve strateji olduğunu düşündüğüm bir oyun oynadığını gördüm. Kafenin sahibine seslendi “abi anneme telefon açabilir misin, merak eder beni” dedi. Adam da “numarayı biliyor musun?” dedi. Çocuk kalktı ve adamın yanına gidip telefon numarasını söyledi tek tek. Çünkü daha okuması ve yazması yoktu. Sadece ezberlemişti numarayı. Bir anda hayranlık duysam da içimi bir hüzün kapladı hemen arkasından. Ben o yaşlarda oyun oynardım arkadaşlarımla. Birbirimizi görerek, dokunarak, konuşarak, gülerek oynardık. Beraber yaratırdık bazen oyunları. Hepimiz aynı yalanları söylerdik babalarımız eve gelince. Çünkü bir tabuydu, baba eve geldiyse oyun saati dolmuştur. Ve üzüldüm o çocuğun yerine. Büyüyünce pişman olmasın diye, ben üzüldüm.

Çocukken ben -fiziksel ve düşünsel olarak- ki şu anda da çocuk olmadığımı kabul etmiyorum –hislerim bakımından- sevdiğim oyunlarım vardı. Saklambaç, dokuz kiremit, ip atlama ki bunun bin bir şekli vardı, istop, yakan top, ortada sıçan, yerden yüksek, körebe, aç kapıyı bezirgân başı... Benim arkadaşlarımla kavgalarım belli bir seviyedeydi öyle ana avrat küfürlü değildi. Ya bilmiyorduk ya da utanıyorduk o ayıp sözleri söylemekten. Örneğin bizi oyundan atmaya çalışan kendini beğenmiş bir arkadaşımıza “tapusu senin mi” derdik, hatta bu atışmaların içinde “sana ne, saman ye, daha doymazsan beni ye” gibi şu an manasız bulsam da inkâr etmeyeceğim sözler vardı. Eğer bir arkadaşımla aynı anda bir şey söylersek “cips, kola,özel kilit” derdik. Bakkal amcamız vardı, elimize geçen parayı çarçur etmenin en zevkli yoluydu ona uğramak. Leblebi tozu vardı mesela hiç unutamadığım, küçük torbalarda rengârenk kolonyalar patlatmalık, uçurtmalar vardı, plastik toplar iki günde patlayanından, ağaçlar vardı tırmandığımız ve meyvelerini patlayana kadar yediğimiz, sokaklarda çınlanırdı o zamanlar çocukların oyunlarıyla kahkahaları. Şimdiyse ya kavga ediyor çocuklar okul çıkışlarında ufacık boylarıyla ya da internet kafelerin kapısında sıra bekliyorlar düşmanlarını öldürmek için. Ben yüksek sesten korkarım, bir yerde havai fişek patlasa, gök gürlese aklıma savaş gelir. Çocukların vurulduğu... Bir yanda çocuklar gerçekten ölüyor, bir yandan çocuklar yavaş yavaş öldürülüyor.

Ben hala saklambaç oynuyorum dünyayı ele geçirmeye çalışanlarla, ben hala gözlerinde örtü olan ebeye yakalanmamaya çalışıyorum. Bunca engele takılmış ve takılmaya devam eden, düşe kalka var olan bir ülkede hâlâ mutlu ve umutlu olabiliyorum. Hâlâ o günleri iyi ifade edemiyor, tüm yeteneğimi çocukluğum karşısında yitiriyorsam... Çocuk olmak ne olursa olsun güzel şey, çocuk ne olursa olsun masum bir şey.

21 Eylül 2006 Perşembe

Üç gün topluca taşındık ama nereye?

kerem özkurt

Okulların açılmasıyla üç aydır unuttuğumuz lacivertli siyahlı, kravatlı etekli küçük iş adamlarını yollara döküldüğünü gördük tekrar. Dökülmek burada bir benzetme değil; okuldan çıkışlarını doğru anlatabilecek tek kelime. Bu kadar yolcuyu kaldırabilecek mi bu yollar diye bizden çok önce düşünmüş olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi okulların açıldığı ilk üç gün sabah saat 06:00-10:00 arası ve akşam 16:00-20:00 arası tüm belediye/halk otobüsleri ile vapurları ücretlendirmedi. Bu uygulamanın amacı şüphesiz İstanbul trafiğini rahatlatmak, üç aydır öğrencisizliğe alışmış sabah kargaşasını, alıştıra alıştıra eski haline koymaktı. Peki, evdeki hesap çarşıya uydu mu?

Uygulamanın hedef kitlesi öğrencilerden ziyade yetişkinlerdi zannedersem çünkü öğrencilerin oldukça büyük bir kısmı zaten servislerle okula gidip geliyor. O zaman bu düzenleme her gün toplu taşıma araçlarıyla işine gidenlerin bütçesine ufak bir katkı; özel arabalarıyla gidenlere de, özellikle depoyu “full”lemenin artık sadece eski günleri yâd ederken hatırlanan bir anı haline geldiği bugünlerde, toplu taşıma araçlarını denemeleri için bir fırsat sunmak amacını taşıyordu. Kimi ayakta alkışlanacak bir düşünce olduğunu, kimi devlete zeval gelmemesini, kimi yol masrafından üç günde artıracağı parayla ne yapacağını düşündü. Derken üç gün göz açıp kapayana kadar geçti.

Sonuçta, İstanbul trafiği aynı saatlerde aynı kararlılıkla tıkandı. Özel araba sayısında işe gidenlerde bir düşüş olmadı galiba; ama nerden geldi bilmiyorum, otobüs yolcularının sayısı iki kat arttı. Her gün otobüsle gidip gelenler daha konserve, daha istif, aynı trafiğin içinde beklediler. Toplu taşıma araçlarını deneyenler olmuş mudur? Varsa da bir daha kullanmamaya yemin etmişlerdir.

Uygulamanın kanıtladığı gerçekler de oldu ama, hakkını yemeyelim. Örneğin, “herkes toplu taşımayı kullansa trafik rahatlar” fikri toplu taşımanın koşullarını görenlerin kafasında eridi gitti sanırım. Bedava ulaşım, benim de hararetle arkasında olduğum bir düşünce olmasına rağmen, o her gördüğünü almak için koca cüssesine bakmadan minibüs taklidi yapan özel halk otobüslerinin ücretsiz saatlerde, adeta uçarak duraklardan geçmesi ile tekrar sorgulamaya açıldı. En sonunda ağırlığı kadar insanı gık demeden taşıyan emektar şehir hatları vapurlarının sapasağlam olduklarını gördük. Sahi kaç numaralı model anketlerde birinci gelmişti, yeni şehir vapuru olacaktı?

Okullar da açıldı; Cuma günü İstanbul haziran öncesi durumuna geri dönmüştü. Yeni bir sene başlıyor İstanbul için. Hepimize hayırlı olsun.

20 Eylül 2006 Çarşamba

Entelektüel evimizin akademik çocukları

Mustafa Kuleli

Entelektüel evimizin akademik çocukları Hani bir bakışıyla amfide sessizliği sağlayan, ağır, oturaklı hanımlar ve beyler var ya… İşte onların içlerindeki ‘çocuğu’ gördüm ben bugün.Bir an düşünün; bir sürü akademisyen, öğrencilerin yerine geçmiş, gırgır-şamata ile vakit geçirmekte! Olabilir mi? Vallahi olur! Hem de nasıl!

Bugün, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir toplantı vardı. Hafta sonu yapılacak ‘Akademi’ye hoş geldin etkinlikleri’ (oryantasyon) için bir tür ön hazırlık toplantısı… Görevli hocaların ve öğrencilerin katıldığı toplantıda, ilk sözü Rektör Aydın Uğur aldı. ‘İçeriden’ bu bilgileri sızdırmam ne kadar doğru bilemiyorum ama açıkçası sessizliği sağlamak pek kolay olmadı, Aydın Hoca için. Zira ‘meslektaşlar’, bu arada çoktan koyultmuştu sohbeti. Rektörümüz bitirdikten sonra konuşmasını, bir ara top, Prof. Dr. Burhan Şenatalar’a atıldı. O da “Niye bana soruyorsunuz” diyen ‘ilgisiz öğrenci hareketi’ni yaptıktan sonra, sıkılgan bir mini konuşma yaptı. Bu arada, bir başka Profesör ‘yoklama’yı imzalamamakta direniyor, bir diğeri önündeki öğrenciyle konuşuyor, beriki Yardımcı Doçent gizli gizli cep telefonuna gelen çağrıyı cevaplıyor, öteki Doçent arkadaşına laf atıyordu.


Toplantı ellinci dakikaya yaklaşırken amfiyi kontrol altında tutmak iyice güçleşti. Homurtu ve uğultu birbirine karıştı. Nitekim bu ‘sıkıntı dolu’ dakikaların ardından toplantının bittiği ilan edildiğinde, arkalardan bir ‘iletişimci’ hocamız herkesin duyabileceği bir şekilde, muzur bir ‘oleeeeeey!’ çekti. Bu muzurluğun ardından sınıfta nümayiş aldı yürüdü… Felsefecilerin de olaya dâhil olmasıyla bu enteresan pratik, böylece sona erdi.

Oryantasyona gelecek öğrencilere Bilgi’nin liberal bir okul olduğu, burada disipline yer olmadığı, demokrasinin içselleştirildiği gibi mesajlar verilebileceği konuşulmuştu toplantıda. Salonda yaşananlar da bunları doğruluyordu galiba. Çağrı merkezi arandığında Pink Floyd’un “We don’t need your education” diyen şarkısı dinlenilen bu okul, yine özgürlükçü yanına dair bir şeyler göstermişti, bana. Tüm hatalarına ve eksikliklerine rağmen…


Not: Aslında bu hafta sizlere “Karaburun Bilim Kongresi” hakkında yazacaktım. Ancak Kongre’nin üzerinden bir hayli vakit geçtiği için bu güncel hikâyeyi yazmak daha cazip geldi. Karaburun Bilim Kongresi ile ilgili haberlere aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

http://www.evrensel.net/06/09/09/gundem.html#3
http://www.evrensel.net/06/09/10/gundem.html#1
http://www.evrensel.net/06/09/12/gundem.html#3

17 Eylül 2006 Pazar

İlişkini tanımla

kerem özkurt

Eğlencelik bir yerde otururken el ele tutuşmaktan fazlasını gerektirir bir kız-erkek ilişkisinin tanımı. Kast ettiğim taraflar değil elbette; onlar konuşmadan da sevgili olduklarını kanıtlayabilirler birbirlerine. Üçüncü şahıslardan bahsediyorum; ilişki hakkında üzerine vazife olsun olmasın bilgilendirilmek için bekleyen meraklı güruhtan. Bu gruba sevgililerin aile efradından tutun da güzel bir bahar günü oturduğunuz çay bahçesinde bir yandan çifti incelerken öte yandan ağzının kenarı ile yanındakiyle konuşan, aşk için yaptıkları ahlaksızlıkları hatırlayamayacak kadar yaşlanmış kişiler girer. İşte bunlara anlatılması gerekir ilişkinin ne tür bir ilişki olduğu. Hareketlerle ya da sözlerle.


İlişkinin türleri var: Sadece arkadaş, yakın arkadaş, kanka, sırdaş, aşık... Türler arası farklar iki kişi tarafından bilinir de nedense etrafa da bunun ilanını gösteren bir takım hareketler yapılır. Arkadaşsa masanın öbür ucuna oturma, kankaysa arada bir; ne bir kızın kıza ne bir erkeğin erkeğe normalde pek yapmadığı şakalar, âşıksa etrafa aldırmadan ya da tedirgin öpüşmeler.


Geniş bir kategori olması ve birçok alt dalı bulunması itibariyle en kafa karıştıran tür aşk ilişkileri olsa gerek: Öylesine takılan, kısa süreli, uzun vadeli, hayatının aşkı... Bunları hareketlerden ayırmak zor. Neyse ki sözlü anlatımda kapsayıcı bir deyim var: Düzeyli ilişki.


İlişkinin düzeyi, bir aşamalar hiyerarşisinden çok etik/ahlaksal özellikleri göstermeye yöneliktir. Bu sayede etraftan (ya da ilişkiyi yaşayanların kafasında) ilişkiyle ilgili bir onama alınır. Düzeyli ilişki tek başına var olmaz; bu yüzden tanımı yoktur. Bir yerde düzeyli ilişkinin nasıl olacağı kesin olarak belirtilmemiştir. Düzeyli ilişki, yorumlayanın insafına bırakılmıştır ve kendini olumsuzu üzerinden açıklamaya muhtaçtır.


Bir ilişkinin düzeysizi vardır yani. Çoğunlukla, tarafların birbirine saygılı olmadığı, ilişkiye ciddi bakmadıkları, kamuoyunu ve ailelerini görüşlerini umursamadıkları ve en önemlisi cinsel ilişkinin dozunun fazla olduğu. Esasında, “ilişkimiz düzeyli” beyanatının altında yatan en önemli mesaj budur; üçüncü kişilere cinsel ilişkiden arıtılmış bir duygusal münasebet yaşandığının bildirilmesi. Böylece meraklı güruhumuz, öbür tanımıyla toplumumuzun yılmaz ahlak bekçileri, gönül rahatlığıyla ilişkiyi kabullenirler, izin verirler, gördükleri yerde yadırgamazlar.


İlginç olan üçüncü kişilerin bu açıklamayı gerekli görmelerinden öte, ilişkiyi yaşayanların bunu açıklama zorunluluğu hissetmeleridir. Buradan bireysel özgürlüklerin güdük kaldığı gelenekçi bir toplumda yetişen gençliğin hazin sonu çıkarsamasını yapmak ne kadar yeterli bilmiyorum. Genelleştirmekten ziyade şartların gerektirdiği pratik bir çözümmüş gibi geliyor bana düzeyli ilişki deyimi. Belki sokakta sevgilisiyle sakınmadan yürümek ama daha çok sevgilisiyle dışarıda olduğu için kendini suçlu hissetmemek adına bir çare.

8 Ağustos 2006 Salı

Asıl dertler

kerem özkurt

Karaoğlan hastanede. Bir yaprak daha mı düşecek siyasetin kambur ağacından? Sadece yetmişleri yaşayanlar, meydanda onunla beraber güvercin uçuranlar değil, benim gibi yaşı yetmeyip o zamanları kitaplardan okuyanlar için de bir devrin adamı günbegün soluyor. 1999 seçimlerinin hemen sonrası, gazetede bir fotoğraf geliyor gözümün önüne: Ecevit, bir şey almak için herkes gibi kuyruğa girmiş. Üzerinde de tek cümle: İşte iktidara taşıyan anlayış. Ardından “sol” partisiyle Ecevit’in IMF’yle ortak siyasetleri. Küçük adımlarla gidilen törenler, başbakan için inşa edilen asansörler, gözü önünde uçuşan yazar kasalar ve anayasa kitapçıkları. Okuduğum Ecevit’ten gördüğüm Ecevit’e.


Karaoğlan hastanede, eşi partileri dolaşıyor. Ulusal bir “mutabakat” arıyor. AKP’ye karşı bir cephe değil –çünkü “cepheleşme solda, sağda olur”- bir “ittifak” kurmaya çalışıyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini kurtarmak için bir ittifak” Buna göre Türkiye’nin geleceği karanlık. Kapanmayan dış borç, artmayan istihdam, gelişmeyen sosyal haklar, adalet sistemindeki sayısız aksamalar, birbiri üzerine bindirilen vergiler veya bir türlü belini doğrultamayan üretici yüzünden mi? Büyük ihtimalle hayır; çünkü bunlar Rahşan Hanım’ın da aktif siyaset hayatı boyunca bizzat karşılaştığı ve çözmeye çalıştığı sorunlar. Tehlike Cumhuriyet’e yönelik. Belki de Cumhuriyeti yıkacak, “muhafazakar” olarak nitelendirilen bir kesimden gelecek devrim tehlikesi.


Burada böyle bir tehdidin varlığını yokluğu tartışmak istemiyorum; onu benden katbekat daha iyi yapacak dolusuyla yazar arkadaşımız vardır. Benim kafama daha çok takılan, yukarıda saydığım onca sorun yerine neden rejim tartışması yapıldığı. Yada rejim tartışmasının sorunları ne kadar çözebileceği.


AKP de, AKP’ye karşı cephe oluşturmasa da büyük bir ittifak içinde Türkiye’nin geleceğini kurtarmaya çalışacaklar da aynı sıkı para politikalarını takip etmiş, ya enflasyonist etkiyle eldeki paranın reel değerini düşürmüş, yada enflasyonu düşürmesine rağmen ağır vergilerle gelirleri, dolayısıyla alım gücünü hep enflasyon altında tuttuğundan yaşam standartlarında bir iyileşme yaratamamıştır. Burada aşırı genellemelere kaçtığımın farkındayım. Ancak bir noktanın gözden uzak tutulmaması gerekiyor; siyasetin tartışma alanları git gide daha fazla rejim üzerinden yapılıyor. Böylece asıl eleştirilmesi gereken ücretlerdeki düşüşün artık beyaz yakalı işçileri bile isyan durumuna getirmesi, birikimin yollarının tıkanması ve daha önemlisi, “yarın”a duyulan güvenin tümden sarsılması hep kenarda kalıyor. Eğer sorunu illa Cumhuriyet elden gidiyor kaygısına bağlamak gerekiyorsa; hayat gailesinden gittikçe daha fazla payını düşeni alan bir “halk”ın yakında “geçinmek” adına işi (laik olan olmayan) her türlü inancından vazgeçmeye vardırabileceği korkusu hesaba katılarak hareket edilmelidir.


Soyut düzeyde yapılan tartışmaların Türkiye’deki siyaseti bir yere taşıyabileceğini düşünmüyorum. Aksine, gündelik kaygıların arttığı bir dönemde bu tartışmalar, sadece onları sürdürmekte direnen özne ve karşı-öznelerin aralarında bir gündem yaratabilir.”Halk” ise bu tartışmalara öyle yada böyle, hangi taraftan olursa olsun, ara sıra ucundan katılsa da evine her döndüğünde asıl dertlerinin yükünü omuzlarında hissetmeye devam edecek.

7 Ağustos 2006 Pazartesi

Kanada hakkında bunları biliyor musunuz?


Mustafa Kuleli

-Kanada Günlüğü 4-

“En alt basamakta veri, onun üstünde verilerin biçimlendirilmesiyle elde edilen enformasyon, enformasyon birikimlerinin sistemli olarak ilişkilendirilmesiyle üretilen bilgi ve en üst aşama, bilgelik...”

Haluk Hoca’nın (Prof. Haluk Şahin) biz öğrencilerine tekrar tekrar hatırlattığı, unutmamıza katiyen izin vermediği, o ünlü “bilgi hiyerarşisi”…

Bu şemaya göre, sizlere “bilgi” vermem pek bir hoş olacaktı ama maalesef bu seferlik “enformasyon” kırıntılarıyla yetinmek zorunda kalacaksınız. Zira, başka bir ülkeye gidenlerin yaptığı o büyük hatayı, kısa yoldan çıkarımda bulunma hatasını yapmak, Kanada hakkında “büyük konuşmak” istemiyorum.
Bu yüzden dikkatimi çeken bazı ayrıntıları alt alta sıralayıp (evet işin kolayına kaçarak) sizlerle paylaşıyorum:

- Kanada hükümeti, göçmenlik başvurusu kabul edilenlerin, yaklaşık 10 bin Kanada Doları'yla (CAD) ülkeye gelmesini istiyor. Her yıl nüfusun %1'i kadar (yaklaşık 310 bin kişi) göçmen kabul ediliyor.

- Alkollü içecekler yalnızca özel mağazalarda satılabiliyor. LCBO (Liquor Control Board of Ontario) ve Beer Store adındaki iki zincir bu görevi üstlenmiş durumda ancak sayıları yeterli değil. (Ottawa şehir merkezinde yalnızca yedi tane LCBO var.) Üstelik hafta içi saat 21:00'e kadar açık olan bu mağazalar, haftasonları saat 17:00'de kapanıyor.

- Türk markalarını da Kanada’da bulmak mümkün. Ülker ve Karsa’nın bisküvileri, Dimes’in meyve suyu, Mavi Jeans’in giysileri ve en önemlisi Efe Rakı ve Yeni Rakı da, burada satışta. (Meraklısına not; Efe’nin 70’liği 23.95, Yeni’nin 70’liği 28.65 Kanada Doları’ndan LCBO’larda satılıyor.)

- Bu refah ülkesinde de, büyük şehirlerin sokaklarında bolca dilenci ve evsiz var.

- Göçmen olarak Kanada'ya yerleşenlerin önemli bir bölümü, -diplomaları geçerli sayılmadığı için- aldıkları lisans eğitimiyle alakasız işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Tıp fakültesi diplomalı satış elemanı, fizik bölümü mezunu taksici Kanada için alışılmış örnekler.

- Başkent Ottawa'da bütün kapalı mekanlarda sigara içmek yasak. Hiçbir restaurantta, barda, kafede sigara içilebilir bölüm yok. Yakın bir gelecekte tüm kamu binalarının önünde de sigara içilmesinin yasaklanması bekleniyor.

- Sanılanın aksine, Kanada son 20-30 yıldır değil, 19.yy'ın sonlarından beri göçmen kabul etmekte.

- Halkın çoğunluğunun Fransızca konuştuğu Quebec eyaletinde bağımsızlık mücadelesi devam ediyor. 1995'te yapılan ikinci bağımsızlık referandumu, yalnızca %50.6 hayır oyu ile reddedilmiş.

- Yerlilerin yaşadığı eyaletlerde sigara ve içki çok ucuz; sigara ve içkideki vergiler çok düşük. Evet, Kuzey Amerıka'da sistem yerlileri uyuşturmaya endeksli.

- Sokaklarda kedi ve köpek yok, sincap ve köstebek var. Yerel yönetim başıboş kedi ve köpekleri, bir süre hayvan barınağında tuttuktan sonra eğer alıcı çıkmazsa öldürüyor. Vatandaşlar da 'vergilerimiz boşa gitmesin' diye düşünerek bu duruma ses çıkarmıyor.

- Gençkızlar da erkekler gibi futbol oynamakta ve futbola olan ilgi giderek artmakta.

- ABD ile Kanada ticaret, ekonomi ve hukuk gibi pek çok alanda büyük bir işbirliği içinde. Biraz da bu yüzden bazı Kandalılar ülkelerinin neden ABD'den farklı bir devlet olduğunu sorgulamakta. Ayrıca ABD'nin kültürel yayılmacılığı da Kanada için ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmekte.

- Belediye otobüsleri özel bir şirkete ait ve biniş ücreti 3 CAD. Üstelik otobüslerin temiz olduğu da pek söylenemez. Şehirlerarası otobüslerin hali daha da beter. Tren bileti fiyatları ise uçak bileti fiyatlarıyla bir.

- Kanada muhteşem doğası ile ünlü olmasına rağmen, nüfusunun % 78'i şehirlerde yaşamakta.

- Kanada'da devlet daireleri saat 15:00'de kapanıyor.

- Gay'ler de Kanada ordusunda görev yapabilmekte ve gay evlilikler yapmış ordu mensubunun eşi de bütün ordu imkanlarından yararlanabilmekte.

- Doğal dengeyi bozmamak için sineklere karşı 'kimyasal silah'(!) kullanılmıyor, bu sebeple nehir ve göl kenarları sinekten geçilmiyor.

- Kanada'da polis, en ufak bir olayda bile, gözaltına alacağı kişiye kötü muamele etmekte, şiddet uygulamakta.

- Ontario eyaletinde sigara alabilme yaşı 21 iken, okulda sigara içebilme yaşı 16.

- Kanada televizyonları ortalama on beş dakikada bir reklam alıyor.

- 'Yalan Rüzgarı', 'Cesur ve Güzel', 'Beverly Hills 90210' gibi nostaljik diziler halen 'prime time'da yayınlanmakta. Ayrıca 'cnbc-e dizileri'nin tamamını burada da izlemek mümkün. (Küreselleşme dedikleri bu mu acep?)

Ottawa - Kanada

27 Temmuz 2006 Perşembe

Kanada'da Ahmet Kaya dinlenir mi?

Mustafa Kuleli

-Kanada Günlüğü 3-

Bugün itibariyle Kanada'daki birinci ayımı tamamlamış bulunuyorum. Bu sıkıcı başkent beni de kattıkça bünyesine, şarkılara sığınıyorum…

Bir ay daha burada kalacağım ve galiba bazı akşamlar yine kederlere dalacağım.

Evet, anlatacak çok şey var buralarda ama onları sonraya bırakıp, ‘bireysel bir yazı yazma joker hakkı’mı kullanacağım, bu noktada.

* * *

İlk gençliğinizde hangi şarkılara yüklediyseniz anlamlarınızı, ömrünüzün geri kalanında da o şarkılar yönetiyor galiba duygu dünyanızı...

Benim için Ahmet Kaya; Alsancak Kordonboyu, BAL (Bornova Anadolu Lisesi) ve Karaburun'daki dostlar demek, biraz da.

O'nu yitirdigimiz 16 Kasım 2000 günü, BAL'daki 'genç devrimciler'in kime küstüğünü bilmek; 'Ayrılığın Hedıyesi'yle 'Büyüdün Bebeğim'le sevmek; o şarkılardan kavga ve aşk devşirmek velhasıl onun şarkılarının fonunda hayatı öğrenmek, beni ben yaptı.

Yaşamlarını 'daha iyi bir dünya' idealine adayan o genç yürekler, Ahmet Kaya ile anlam yüklü, sembolik bir dil kurdu...

* * *

Olur olmaz zamanlarda kafamda çalmaya başladığında bir şarkı, hiç pas geçmedim ben, söyledim her seferinde. Yürüken tek başıma boş sokaklarda, adımlarımı uydurdum hep, şarkıların ritmine.

Şimdi burada, yine onlar, o büyük sanatçılar var yanımda. Burada da söylüyorum şarkılarımı her birinin ruhunu duya duya. Hatırlıyorum dostlarımı ve yapıyorum muhasebesini yaşadığım yılların...

Ve galiba artık anladım; şarkılarım olmadan ben yarım bir adamım.


Ottawa - Kanada

5 Temmuz 2006 Çarşamba

"Dünyanın daha çok Kanada'ya ihtiyacı var"


Mustafa Kuleli

-Kanada Günlüğü 2-

İlk günlerin şokunu atlattıktan sonra, Kanada'yı solumak, 'bu topraklar'ın ruhunu anlamak için çıktım sokağa. 1 Temmuz Kanada Günü (Canada Day) kutlamalarını da kaçırmadım tabi ki.*Başkent Ottawa'nın şehir merkezinde, tam anlamıyla bir doğum günü partisi düzenlenmiş. 7'den 70'e herkes gülücükler saçarak, şarkılar söyleyerek kırmızı-beyaz giysileri ile dolaşıyor caddelerde.Bira içmek için iyi bir bahane olmuş bu gün.Ancak meydanda, kurulan sahnenin etrafında bira içilmiyor. (yasak sözcüğünü
yakıştıramıyorum bir Kanada yazısına)Dev sahnenin etrafındaki çimenlerde oturanlar akşama kadar sürecek müzik yayını ile vakit geçiriyor.Akşam ise canlı performanslar sergilenecek sahnede ve havai fişek gösterileriyle beraber 'çoşku doruğa çıkacak'.

Hoş, gündüz saatlerinde de çoşkunun sokaklardan eksik olmadığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Karşıdan gelen bir kız "give me a five" diyerek bana
'çakmam' için avuç içini gösteriyor, vücutlarını boyamış alkollü Kanadalılar bağıra bağıra 'Oh Canada' marşını (milli marş) söylüyor, bir grup genç, 'İsa'nın öldürülüşü' temsilindeki katolik yaşıtlarının 'oyun'unu şirin bir biçimde,
bayraklarla bozuyor, ben parlamento binasını çekmeye çalışırken iki kız kareye girip gülerek poz veriyor, velhasıl bütün kent neşe içinde ülkenin doğum gününü kutluyor.

Tabi tüm bu organizasyonun ticari bir boyutu da var. Kanada Günü'nde ve haftasında birçok mağaza özel promosyon ve indirimlerle -vatanseverliği de kullanarak- Kanadalılara birşeyler satmaya çalışıyor.Sokaklar, Kanada bayraklı ve logolu t-shirt'ler, şapkalar ve bilumum hediyelik eşya ile dolu. T-shirt'lerin üzerinde genellikle "Oh Canada", "The world needs more Canada" (Dünyanın daha çok Kanada'ya ihtiyacı var) gibi sözler ve Kanada'ya dair imajlar var.Bu malları satanların da alanlarında, sokaklarda bayrak sallayanların da Çinli,Yugoslav, Arap, Hint, Fransız
ya da İngiliz kökenli olması, bu günü kutlamaya engel değil. Bilakis Kanada tam da bu işte.

Bir de alternatif kutlama ilişti gözüme tüm bu
hengame içinde. Ortalık arabadan geçilmezken,otopark sorunu bu günün tek sıkıntısıyken, varolan otoparklar araç başıına 8-10 Kanada Doları'ndan yolunu bulmuşken bir otopark işletmecisi vatandaş çıkmış, otoparkını parti vermek için kullanmış.Hemen olay mahalline gittim, daldım otoparka.Otopark sahibi amcamız sahnede, bilgisayarından gelen müziklere vokal yapıyor.4-5 Kanada Doları'na alınmış biralar ellerde, herkes vatandaşlık görevinde(!)Transeksüeller, çocukları kucaklarında genç anneler, temizlik işçileri bir arada, sığındıkları ülkenin yaşgünü kutlamasında...

Türkiye'yi de anıyor insan, ister istemez. Sivilleşememiş kutlamalarımız, hoşgörüyü birkaç yüzyıl öncede bırakmışlarımız, içince sapıtması farz olanlarımız gelince akla...

Daha yazacak çok şey var buralarda.


*İngilizlere karşı (ABD'nin de desteğiyle) başarı kazanmış bir bağımsızlık savaşının ardından, 1 Temmuz 1868'de kendi hükümetini kurmuş Kanadalılar. Böylelikle, "British North America" olarak anılmaktan da kurtulmuşlar.

Ottawa - Kanada

2 Temmuz 2006 Pazar

Kanada'daki gönüllü sürgünüm başlamıştır

Mustafa Kuleli

-Kanada Günlüğü 1-

İstanbul'dan havalanan uçak, beni Paris - Charles De Gaulle havaalanına indirdiğinde ne kadar 'normal'di halbuki herşey.

De Gaulle'de geçirdiğim altı saat boyunca, evlerine çekik gözleri ve kırılmış umutlarıyla dönen Uzak Doğu'lu futbolseverler, gençlik kamplarına giden

Avrupa'lı ergenler, bira içen Alman ve İngiliz'ler ve hatta bolca Fransızca ne kadar da bizdendi.

Guardian, Le Monde ve l'Humanité ne kadar da bizim dünyamıza aitti. Güneşin yoldaşlık ettiği, o saatler süren yolculuğun ardından vardığım Montreal ise başka bir iklimin başlangıcıydı sanki. Havaalanında mutlak sessizliğin hakim olduğu, insanları güler yüzle karşılayıp, buyur eden, bavullarının içine bakma gereği duymayan bu ülke, acaba nasıl bir yerdi?

Eh, Kanada'daki gönüllü sürgünümün ilk günlerini, huzur içerisinde tamamladığıma göre yeniden bilgisayar başına oturma zamanım gelmiş demek ki.

Musluktan su içme, 'rezidans'ın önünde sincap görme, yol kenarında geyik besleme gibi pratikleri bu birkaç gün içerisinde gerçekleştirmek, tarifi zor bir hissiyat yarattı tabi bende.

Bu eşsiz pastoral senfoni, bu boş yollar, büyük arabalar, yalnız insanlar, her an hatırlatıyor bana, yazılması gereken birşeylerin olduğunu.

Ben de elimden geldiğince paylaşacağım sizinle, yaşadıklarımı.

Büyük sözler ve gözlemlerle dolmayacak bu sayfalar.
Gönüllü sürgünlerde büyümeli bizim gibi çocuklar...


Ottawa - Kanada

22 Haziran 2006 Perşembe

Türbana bir tema olarak bakmak

kerem özkurt

Türban tartışmaları AKP’nin iktidara gelmesinden evvel de vardı ama son birkaç yıl içinde iyice alevlendi. Son Danıştay saldırısı da; her ne kadar dibi görüneninden çok daha fazlasını vaat eden bir buzul gibi her yeni bulguyla ilk görüntüsünden sapsa da, bu türban meselesini kendine çerçeve edinmiş görünüyor. Diğer bir deyişle ister gerçekten türban adına yapılmış bir eylem olsun, ister türban üzerinden bir çatışma yaratmaya çalışan bir komplo denemesi olsun her halükarda merkezine türban meselesini oturtmuş. Konuyu haklı haksız tartışmasına getirmeden, türbanın nasıl olup da bu kadar popüler bir tema olarak çıktığına bakmak gerektiğini düşünüyorum.



AKP, her genç iktidar olmuş parti gibi kendi kimliğini icraatlarıyla kurmaya çalışmıştır. İktidara geldiği ilk günden beri bir yandan Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak için çalışan, IMF politikalarını harfiyen yerine getiren tipik bir sağ-merkez partisi imajı verirken diğer yandan kendi kadrosunun geçmişine atıfla tabanı olarak kabul edilen muhafazakâr kesimi kollayan uygulamalara imza atar görünmüştür. Bu görüntü ilk bakışta çelişkili olsa da basit bir formülle aşılabilecek çok bilinmeyenli bir denklemdir. Formül şu: her parti yapısı gereği farklı fraksiyonlar barındırır içinde. AKP’nin içinde de kendini liberal olarak tanımlayanlardan muhafazakâr tabanı korumak isteyene kadar bir renk cümbüşü mevcuttur. Sonuç, aşırıya kaçmamak kaydıyla her türlü politikanın uygulanabileceği. Yine de uygulamaların sınırını çizen tek kriter bizzat Erdoğan’ın karizmatik liderliği ve yine bu karizmanın büyük oranda yaslandığı kamuoyu olarak tanımlanabilecek bir popüler desteğin sağlanmasıdır.



Türban tartışmasına bu açıdan bakıldığında konuyu alevlendiren parti içindeki hızlı çıkışların bir taraftan genel başkan tarafından yumuşatılması öbür yandan da yine genel başkanın kararlığını (amiyane tabirle “delikanlılığının”) ispat yeri olarak belirmesidir. Böylece parti içinde bir gerilim kaynağı olarak devamlı gündeme getirilir. AKP’nin hep vurgulanan “taban”ına geçtiği bir kıyaktır türban mevzusu ve çözülmesinden ziyade temcit pilavı gibi gündeme getirilip götürülmesi makbuldür.



Gene de işin bu raddeye varması kanımca muhalefetin başarısıdır. Çünkü çoğu yazarın da vurguladığı gibi Avrupa Birliği savunusu hükümetçe sahiplenilince muhalefete laiklikten başka eleştiri alanı kalmamaktadır. O da bu hakkını sonuna kadar kullanarak, hatta eleştirisini çıkış noktası yaparak bu suni gündeme katılır. Sonuçta hem iktidar hem muhalefet kendi kurdukları bir oyunda karşılıklı zar atıp dururlar.



Asıl sorun ise açıkça gözden kaçar. “Geçim sıkıntısı” başlığı altında genelleştirebileceğimiz bir dolu ekonomik soruna iki taraf da ucundan dokunur. Ekonomik göstergelerin veya Merkez Bankası’nın ince hesaplanmış para politikalarının her gün kürsülerden anlatılması, bu konuya odaklanmış gibi görünüp Birand’ın sokaktaki insan dediği “günlük hayat” aktörlerinin yaşam kavgasına ilgisiz kalmaktır aslında. Kimse parasını ucu ucuna yetiren (hatta bazen onu da başaramayan) kişilerin sorunlarında bahsetmez. Çünkü ideolojik kaygılar hayali bir düzlemde var olmuşken (söylemde demek istiyorum) geçim sıkıntısı daha elle tutulur olduğu halde yeterince tartışılmaz. Burada “millet yiyecek ekmek bulamıyor” gibi beylik iddialarda da bulunmak istemiyorum; çünkü idareyi maslahat geleneğinden gelen herkes ekmeksiz de yaşamanın yolunu bulmuş olacak ki, kendi sıkıntılarını birden unutup türban üzerine dönen tüm bu lehinde ya da aleyhinde ağıtlara canı gönülden katılabilmekte.



İdeolojik kavganın da önemi başka. İnkâr etmemek lazım. Ama bu kadar öncelenmesi, çaresi bulunamamış geçim sıkıntılarını ört bas eder gibi geliyor bana. Bu yüzden türban konusuna biraz da bu açıdan yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bazen “ne” tartıştığımız değil “neden” tartıştığımız önemlidir.

9 Haziran 2006 Cuma

Tek yol türbe!


Mustafa Kuleli

“Din, mutsuzluktan ezilmiş bir yaratığın özlemi, umudu, ruhsuz bir dünyanın ruhu, akılsız bir dünyanın aklıdır. Din halkın afyonudur.”*

Bundan 163 yıl önce, Karl Marks, işte bu sözlerle açıklamış dinin mahiyetini. Hatırlatmak lazım; o zamanlar afyon, ilaç olarak da kullanılıyormuş. 163 yıl sonra bugün de dini inanışlar, insanların acılarını dindiren biricik ilaç galiba...
Bu deva arayışının en görünür hali; türbelerde dilekte bulunma, adak adama, çaput bağlama gibi pratikler. ‘Popüler dini pratikler’ diye adlandırılan bu davranışlar, ‘resmi din’e mensup kişilerce günah addediliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kuruma bağlı müftülükler, her fırsatta ‘vatandaş’ı uyarıyor, yalnızca Tanrı’dan dilekte bulunulması gerektiği belirtiliyor. Aksinin Tanrı’ya eş koşmakla aynı anlama geldiği ve bunu yapanların affedilmeyecek bir günah işledikleri çeşitli yollardan anlatılıyor. Gel gör ki, derdi çok halkımız, her şeyi öbür dünyaya bırakmaktansa, bu dünyada da mutluluk, bu dünyada da sağlık, bu dünyada da refah istiyor. Mutsuz çoğunluk, bu ruhsuz dünyanın ruhunu, türbelerde buluyor.

‘Uğursuzluk’tan kurtulmak isteyenlerden, ‘kaderi, kısmeti bağlanmış’lara, iş arayanlardan, üniversiteye girmeye çalışanlara pek çok insan Bakırköy’deki Zuhurat Baba Türbesi’ne gidiyor. Bu türbede, ev ve araba isteyenler bahçeye anahtar bırakıyor, çocuğu olmayanlar türbeye beşik asıyor. Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi'nin ise sinir hastalıkları ve felce çare olduğuna inanılıyor. Kilisenin bulunduğu tepeye çıplak ayakla çıkılması halinde, dileklerin gerçekleşeceği, bu yokuş boyunca makara çözülerek ve kimseyle konuşmadan çıkılırsa, genç hanımların kısmetlerinin açılacağı düşünülüyor. Ankara-Ulus'taki Hacı Bayram Veli Türbesi’ni ziyaret eden kadınlar, minare kapısının kilidini, ev istiyorlarsa ev anahtarı, araba istiyorlarsa araba anahtarı ile kurcalayarak, dileklerinin gerçekleşmesini umuyor.

Eyüp Sultan, Merkez Efendi, Aziz Mahmud Hüdai, Telli Baba, Helvacı Baba, Zuhurat Baba, Oruç Baba, Karacaahmet, Şahkulu, Gül Baba, Tuzcu Baba, Haydar Baba ve diğerleri… İstanbul’daki, 300 türbe, her gün ziyaretçilerini ağırlıyor, her kesimden binlerce insan, çeşit çeşit sıkıntı ile türbelere koşuyor.


Necati Yürüt, 54 (İnşaat Mühendisi)
“Genelde Cuma günleri gelirler. İşte ne bileyim, sünnet olacak çocuklar, evlenecek olanlar falan gelir buraya. Bizim çocuklar da sınava girecekler, onları getirdik. Dua okuyorlar şimdi içeride.
Ben normalde pek gelmem, çocukların isteği üzerine geldim. Aslında şans getirmesi diye bir şey de yok. Sen çalışmadıktan sonra dua etmekle olmaz o iş. Sen hazırlığını yaparsın sonra burada vicdanını rahatlatırsın. Çalışma çalışma, sonra gel burada istersen on gün yat kalk dua et, olur mu? Öyle bir inancım yok yani.”


Mehmet Yavuz, 65 (Tüccar)
“Ben buralı değilim. Elazığ’dan geldim iş için. Elazığ’da da çok vardır böyle türbeler. Onlara da gideriz, namazımızı da kılarız. Ama bir şey istemeyiz onlardan. Zaten onlar da insandır ama zamanında çok çalışmışlar. Onlardan bir şey istemek yanlıştır.”

Aysu Savaş, 23 (Açık Öğretim Fak. İşletme Böl. Öğrencisi)
“Sıkça geliyorum türbelere, Eyüp Sultan’a, Sultanahmet’e gelir giderim her hafta. Dinimizce uygun değil türbelere gelip dilekte bulunmak. Çok da saçma ayrıca. Yanlış buluyorum. Hurafe hep bunlar. Allah’a şirk koşuyorlar. Dini eğitim yetersizliğinden kaynaklanıyor. Herhalde türbelerde yatanları insan olarak görmüyorlar. Böyle, dileklerini karşılayabilecek biri olarak görüyorlar. Anlayamıyorum ben de, bilemiyorum neden böyle yapıyorlar.”
Gülsüm Kaya, 32 (Ev Hanımı)
“Bahçelievler’den geldik Eyüp Sultan’a. Arkadaş grubumuzla beraber türbeleri dolaşıyoruz her yıl. Yüşa Hazretlerine gittik, Ak Baba’ya gittik, Mahmut Hüdai Hazretleri’ne gittik. Her türbenin ayrı usulü var. Kimisinde çaput bağlarsın, kimisinde taş bırakırsın, kimisinde etrafında üç tur dönersin. Allah’ıma dua da ederim, türbeye gelip dilek de dilerim, kurban da keserim. O ayrı, o ayrı. Yeter ki kabul olsun dileğim.”

Hülya Meriç, 22 (Radyo Programcısı)
Erzincan'da Terzi Baba’ya gittim, bir de Hacı Bektaş-ı Veli türbesine, Nevşehir'de. Hacı Bektaş'a gittiğimizde bir ağaç vardı, oraya çaput bağladım. Üniversiteyi kazanmayı diledim Hacı Bektaş’tan. Ben inanış olarak Alevi olduğum için Hacı Bektaş'a gittiğimde dileğimi ona yönelttim. Oraya o zatı görmeye gidiyorsun, türbesinde tabutun başındaki bezi öpüyorsun, saygını sunuyorsun, dileği de ondan istiyorsun. ‘Ben sana geldim, saygımı sundum, dileğimi kabul et.’ diyorsun. Aslında o da Allah'ın kulu ama o farklı. Allah katına ulaşmış, ya da aracılık yapmış Allah ile kul arasında. Dolayısıyle duamızı ulaştırabilir. İsteğimizi Allah’a kabul ettirebilir. Ben Alevi olmama rağmen dine çok bağlıydım üniversitedeyken. Namaz kılmayı öğrenmiştim ve namaz kılıyordum. Yani anlattıklarımda bunun da etkisi var. Ben cahil değilim. Türbeye gitmek cahillik değil.”


* (K.Marks, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Giriş)

4 Haziran 2006 Pazar

Biz de varız!

Melike Geçgel

Geçen akşam Siyaset Meydanı'nın konuklarıydı romanlar, çingeneler. Ben çingene demeyi seviyorum, daha yalın, daha saf, daha doğru geliyor bu kullanım bana. Gerçi ben insana insan derim ama...

Televizyonun karşısında ders çalışmayı sevmişimdir oldum olası, 15 yaşıma kadar ailemin karar verdiği programları izlesem de sadece, kapalı bile olsa televizyon ben onun karşısına yayılıp çalışmaya bayılıyorum. Hatta hemen hemen bütün işlerimi onun karşısında yapıyorum, belki de ilham alıyorumdur ondan.

Yine böyle bir anımda, yani çalışırken, bir anda içimin kıpırdamasını sağlayan bir müzik çıkıverdi televizyondan. Lüleburgaz Roman Senfonisi...

Ben İzmirliyim. Ne alakası var demeyin İzmir ile çingenelerin. Çünkü İzmir'in güzel bir yanı da -her türlü insan vardır, hepsi bir arada yaşamayı öğrenmiş, istisnalar benim kaidelerimi bozmaz- insanlardır. İzmir'de bir nevi çeşitleme yapılmıştır. Neyse, bizim evin sadece iki sokak yukarısında yani yukarı mahallede çingeneler oturur. Çoğunu tanırım, bazıları ilkokul arkadaşımdır hatta. İşte o gece televizyonda duyduğum o tanıdık ezgiler beni çocukluk günlerime götürdü.

Erdinç vardı mesela ismiyle hatırladığım, çok güzel darbuka çalardı. Biz de oynardık sıraların üstüne çıkıp. Mesela ben ilk kez orda sevdim dans etmeyi. İlk kez Erdinç'in ablasından öğrendim göbek atmayı. O gece yine kalkıp oynamak geldi içimden ki, oynadım zaten. Yalnız o günler hep neşeli geçmezdi. Bana en çok dokunansa, hissettirilmese de bize ya da onlar hissettirmediklerini düşünseler de yapılan ayrımcılıktı. Evet, o küçücük çocuklar arasında ayrımcılık yapıyorlardı. Hepimiz farkındaydık bu durumun.
Bir gün sınıfta temizlik kontrolü vardı. Bilirsiniz hoca öğrencilerin saçlarını ve tırnaklarını kontrol ederdi. İşte bu esnada bir kız arkadaşımızın- ki bu arkadaşımızın ailesi okula baya bağışta bulunurdu- saçında bit bulundu. Kızı hemen dışarı çıkardı hoca ve diğerlerimizin saçlarını kontrol etmeden, sınıftaki çingene arkadaşlarımızı da çıkardı. Biz de fırsattan istifade bahçeye oyun oynamaya çıktık. Ne de olsa çocuktuk, dünya ve bitler pek de umurumuzda değildi doğrusu. Daha sonra öğrenmiştim olan olayı, hoca çingene arkadaşlarımızın saçlarını kontrol etmişti ve hiçbir şey bulamamıştı, ama sınıfta ben de dâhil birçok arkadaşım bitlenmiştik. Okullar tatil edilmişti, herkesin temizlenebilmesi için. Çocuktuk, bazılarımız bit denen o mikroskobik hayvanla ilk kez tanışıyordu. Bazılarımızsa hiç tanışmamıştı Erdinç gibi. Ama suçlusu oydu, çünkü o koyu tenliydi, zayıftı, iki sokak yukarıdaki derme çatma evlerde oturuyordu, ebeveynlerinin onlara göre doğru düzgün işleri yoktu, onlar hayatı ti'ye alıyordu, onlar sadece eğlenip eğlendiriyorlardı, onlar okumasa da olurdu, onlar ayakkabı boyardı, onlar çiçek satardı, onlar...

İnsanlar hep bir suçlu ararlar kendilerine, toplumun küçük grupları suçlamaya ihtiyacı vardır. Onlar suçlu oldular, günah keçisi, şamar oğlanı oldular, onlar bugüne kadar kendileriyle gurur duydular varlıkları inkâr edilse de, onlar sevdiler kara gözlü çingenelerini, onlar hıdrellezi en büyük ateşleri yakarak kutladılar, onlar gül ağaçlarının altına hayallerini gömdüler, onlar çıplaktı sadece örtündüler, onlar birer romandı kaleme alınmamış, onlar içimizdeydi ve birçoğumuz onların farkındaydı. Onlar, o kadar uzar ki, çünkü onlar benim hayatımda önemli bir yere sahipler.

Sizi birbirinize kırdırmalarına, sizi şu ana kadar yaşadıklarınıza rağmen içinizde yer etmesine izin vermediğiniz nefretle doldurmalarına, sizi yok sayanların olduğunu tasdikletmelerine, sizin eğlenceleriniz, kültürünüz, insanlığınız dışında üzerinizden prim yapmalarına izin vermeyin. Onlar kendilerine prim yapmayı o kadar iyi bilirler ki sizin saf kalpleriniz bunu kaldıramaz.

“Biz de varız!” olmamalı bu yüzden sizin sloganınız, “Biz varız!” olmalı. İyi ki varsınız...

29 Mayıs 2006 Pazartesi

Arada kalmak

kerem özkurt

Türkiye’de herhangi bir konuyu tartışamaya başlamadan önce, en önce sosyal ve kültürel yapımıza bir selam çakılır. Bu siyasi hayattan tarihe, günlük pratiklerden edebiyata kadar böyledir. Sosyal ve kültürel yapının o kadar çabuk alışılan ve kullanışlı bir tarafı vardır ki, mevzu bahis konu hakkında tartışma tıkandığı anda ‘ sosyal ve kültürel yapımızdan dolayı’ diyerek işin içinden çıkılır. Bu, kullanıcıya bir anda çok şey anlatıyormuş hissini verir. Biraz da entelektüel hava. Bilimsel bir sebep gösteriyormuşçasına konuşmacıya bir üstünlük kazandırıyor gibi görünür. Hâlbuki bu bir yanılsamadır; kavramın kapsayıcılığından değil, muğlâklığından kaynaklanır. Tam olarak tanımlanmadığından, yani bir yerde yalınkat bir tanımı bulunmadığından, her konu içinde konuya göre anlam kazandığı varsayılır. Uzun lafın kısası derine inmeden konuyu kestirip atmanın hafif fiyakalı üç haneli formülüdür.



Sosyal ve kültürel yapımızın arkasında ne vardır peki? Tabi ki arada kalmışlığımız ya da bir sentez oluşturmamız. Aslında bu konunun olumlu ya da olumsuzluğuna göre değişir. Arada kalmışlık kendiliğinden olumsuzdur. Sıkışmışlık, bitaraf olma, belirli özellikleri olamama, kendini bir yere ait hissedememe, bir gruba dâhil olamama, ne o yana ne bu yana yaranama, hiçbir yerin karakterini yansıtamama gibi çağrışımları beraberinde sürükler. Bu açıdan bakıldığında, bizim DNA haritamızı, daha DNA bulunmadan belirlemiş sosyal ve kültürel yapımız, ya Allah bir cengâverlikle tüm suçu yüklenip benliğimizi temize çıkarır; bize de kadere yakınmaktan başka bir şey bırakmaz. Zaten kaderciliğimiz de sosyal kültürel yapımızdan kaynaklanmamış mıdır?



Formülün olumlu kullanımı ise sentezdir. Sentez; yani iki ya da daha fazla tarafın özelliklerinin kaynaşmasından oluşan ve kendi özelliklerine sahip yeni bir taraf. Buna göre içine girenin iyi taraflarını bıraktığı, tüm tarafların üzerine çıkabilen, varlığını başkalarına borçlu olsa da kıymeti kendinden menkul, çok renkli, çok çeşitli, kapsayıcı, her şeye açık, asla uçlara kaymayan, orta yolcu, ılımlı, herkesle analaşabilen, içinde her telden bir name barındırdığından herkesle ortak noktası arandığında bulunabilen. Sentez her ne kadar kaynaştırma eyleminde özneyi sahnenin ortasına dikiyorsa da, olumlu tarafı bir yere bağlama çabasından ibarettir esasında. Lafı cımbızla çekersek, sentez; eylemin varlığını borçlu olduğu taraflara kendini beğendirmek için varlığının kökenlerini ispatlama işidir.



İki terim, önce sözcükleri, sonra düşünce şeklimizi en sonunda da günlük hayatımızı ucundan kemirip durur. Belli bir yerden sonra da birbirlerini tamamlamaya başlarlar. Geri kalmış hayat şartlarımızda arada kalmışlık beter bir durumdur. Çaresi, sentez; yani ne yardan geç ne serden. İkisini birden ser yere parça kumaştan Buldan bezi gibi ve alabildiğine tepin üzerinde.



Oysa ahvalin resmi bazen kendiliğinde gizlidir. Nerden neyi aldığının, ne yaptığının meselesi değildir. Günlük hayatı neyi gerektiriyorsa onu kullanması ama hep günlük hayatta kalmasıdır. Ayağına dolanan ipi kesmek için adamın ne geçerse eline bıçak niyetine kullanması gibi. Mesela Kadıköy’ün ne bir türlü düzgün kentleşememiş bir kasaba ne de Anadolu’nun İstanbul’daki medarı iftiharı değil; sadece kendi günlük karmaşasında devrilerek yürüyen Kadıköy olması gibi.

27 Mayıs 2006 Cumartesi

Ankara'da şenlik zamanı!

Melike Geçgel

Geçen ay Ankara'da şenlik ayı idi. Her yerde bir konser, bir festival, bir film vardı. Ben de bunların birçoğunda yer aldım.



Genellikle ODTÜ’deydim. ODTÜ, üniversite şenliklerine gayet iyi hazırlanmıştı. Hüsnü Şenlendirici, Demir Demirkan, Sertap Erener ve ODTÜ’nün vazgeçemediği Yeni Türkü yer aldı şenlikte.



İnanılmaz büyük bir kampusa sahip olan ODTÜ’de birbirinden farklı binlerce öğrenci okumakta. Bunların bazıları metal, bazıları elektronik, bazıları rock, bazıları pop, bazıları türkü, bazıları Türk Sanat Müziği dinliyor. Ortam da buna uygun bir biçimde parçalanmış ve bu parçaların her birinde ise bahsettiğim müzik türlerine yer verilmişti.



Yeşil bir alanda dj kabini kurulmuştu. Ellerinde kavuniçi dondurmaları ve biraları olan, kızların sarışın, erkeklerin ise modifiyeli arabalı oldukları bu bölümde insanlar, denizde yüzer gibi dans ediyorlardı. Benim hiç kaldıramadığım bu türde onlar salına salına dans ediyorlardı.



Yaklaşık 200 metre ötesinde bu yeşil alanın, küçük bir su birikintisin ikiye böldüğü yamacımsı alanda ise amatör rock ve metal gruplarının konserleri vardı. Karanlığın içinde bir gökkuşağı görüntüsü yaratılmıştı. Erkeklerin çoğunluğu uzun saçlı, küpeli, piercingli, bazıları simsiyahken bazıları rengârenkti. Kızları da onlardan ayıran şey yuvarlak hatlarıydı.



Bu alanda uzun bir süre kaldım, bazen dinlemeye katlanamasam da en azından insanları canlı dinlemekten keyif aldığım ve bu müzik türlerinden hoşlandığım için akşam konserlerine kadar orada konakladım.



Akşam saat sekiz sularında devrim stadyumuna geçtim. Devrim stadyumu... Sevgililer, kalabalık arkadaş grupları stadyuma akmaya başlamıştı. Bazıları çimenleri tercih ederken büyük bir çoğunluk çimenlerin ortasına kurulmuş olan sahnenin karşısına geçmeyi yeğlemiş ve insanın içini ürperten ayaza rağmen taş stadyuma oturmayı tercih etmişti. Bugün sahnede Hüsnü Şenlendirici ve Laço Tayfa yer alacaktı. Herkes konser öncesi çalan şarkılarda geçen sınavların inadına eğleniyor, zıplıyor ve dans ediyorlardı. Nihayet iki araba sahneye yaklaştı ve stadyumdan alkış sesleri yükseldi. Konserin tamamına kalamadım, çünkü bir arkadaş grubu tam yanımda yere battaniye serip, rakı açıp, Hüsnü'nün klarnetini meze yapıp demlenmeye başladı. Koku öylesine cezbetmişti ki beni, bir an önce ortamdan uzaklaşmalıydım. Stadyumun kapısından ayrılırken insanların yüzünde endişe ve boş vermişlik vardı.



Bir yandan endişeleniyorlardı, çünkü bu sonsuza kadar sürmeyecekti. Hemen arkasından finalleri başlayacaktı. Yani yaşam derdi, geçim derdi için çalışma, didinme başlayacaktı. Bu sadece nefes almaları için düzenlenmiş bir gösteriydi. Bu klarnet susacak, bu sihirli notalar sadece müzik çalarların içinde kalacaktı. Herkes endişeli bir biçimde kulaklarını, yüreğini serbest bir biçimde salınan notalarla doldurmaya ve bir hafta sonrasını düşünmemeye çalışıyordu. Herkes her şeye boş vermişti. Sanki o stadyumu unutmak istiyorlardı. Unutmak ve sadece kendilerini düşünmek istiyorlardı. 4 gün boyunca aynı boş vermişlik ve endişeyle stadyuma gelip, sadece notaları aldılar alabildikleri kadar. Ne mumlarla yazılan “devrim” önemliydi onlar için ne de üstüne bastıkları “devrim”.



Üniversite şenliklerinde gençler gönüllerince eğlendiler. Gönüllerinin rahat ettiği derecede.

15 Nisan 2006 Cumartesi

Hiç... (Bölüm - 2)

Melike Geçgel

Umutsuzluk sarmıştı her yanını Elif'in. Yalnız geçirdiği gecelerde onu Sıla'nın sesi avutuyordu. Yine de yalnızdı yatağında, kokusunu özlemişti sevdiğinin. Ayakta duramayacak kadar güçsüz hissediyordu kendini, belki ölmeliydi ilk kez bencil davranarak. Tam da böyle düşüncelere dalmışken Sıla uyandırdı onu. Sıla'm dağ kokulu sevdiğim. Bebeğim...

Bugün sekizinci doğum günü Sıla'mın. Sıla sekizine giriyordu. Şimdi okuldaydı ve en sevdiği arkadaşlarıyla pastasını kesiyor olmalıydı. Akşam iki saatlik arada beraber kutlayacaktık. En sevdiği pastayı yaptım ona. Doğduğu gün yaptığım kırmızı erikli pasta. Ona yine almadım bebek. Hep bir bebeği olsun isterdi. Ama alamazdım. Babası, sevdiğim alacaktı ona. En çok istediği şeydi bu. Hep bunu yazmıştı mektuplarında. Her yıl bu gün... Her yıl bugün mektup yollardı bize. Sıla'nın haberi olmazdı geldiği yerden. Hiç bilmedi babasının nerde olduğunu. Ve hep kırgındı. Bir yanı hep eksik kaldı. Belki de o hep bildi de ben hiç bilemedim nerde olduğunu.

“Hayırdır kim geldi bu saatte” ilk kez böyle konuşuyordum Sıla kapıyı açarken. Gözleri mavi, mavinin en güzeli. En derin mavilerde yüzmek gibi gözlerine bakmak. Biraz yorgun, yorulmuş ama hala ayakta duran dimdik bir vücut. Uzun saçlarının her telinde yaşanmışlıkları anlatmak, haykırmak isteyen beyazlıklar.

“Anne bu amca da kim”,sorusunu duymamıştım Sıla'mın. Sevdiğim...

Annem ve o yabancı adam- sonradan babam olduğunu öğrendiğim-, dış kapının eşiğinde oturmuş birbirlerinin yüzüne dokunuyorlardı. Sanki yüzyıllar geçmişti ve özlemişlerdi birbirlerini. Anlayamadım sadece durdum, yere oturdum ve ilk defa orda öğrendiğim bir kelimenin yaşayan tanıklarına bakıyordum. Aşk'mış. Belki de dedim, belki de ben hiç kimseye böyle dokunamayacaktım böyle aşkla, böyle özlemle. Belki ben kimseye bu kadar aç kalmayacaktım.

Saatler geçmişti ve ben varlığımdan şüphe duymaya başladım. Acaba var mıydım ve yaşıyor muydum? Belki de onlarla aynı dünyada değildik. Nasıl olduğunu anlamamıştım; fakat salondaydık. Şimdi sadece bakıyorlardı birbirlerinden uzak oturmuş bir şekilde. Odama geçmiş ve onlardan özellikle annemden bir açıklama bekliyordum. Bilmediğim bir zamanda gelmişlerdi odama. Adam yanıma oturdu. Ve sonradan algıladığım o kelimeyi fısıldadı kulağıma. “BABA”...

Babam hep seni hayal etmiştim. Rüyamda hep sen vardın. Ben gözlerini hiç görmedim rüyamda, sesini hiç duymadım. Hep karanlıktaydın fakat varlığını çok yakınımda hissediyordum. Babam ben seni rüyalarımda hep sevmiştim. Sana hep gelmeni söylemiştim, bana bir bebek getirecektin. Dünyanın en güzel bebeğini. Ama çok ani oldu gelişin. Hazır değildim henüz. Henüz çok küçüğüm ben. Hep küçüğün kalacak olan ben. Şu an çok yalnız hissediyordum kendimi. Niye geldin diye soramadım sana. Aslında daha önce niye yoktun diyemedim. Ben seni sevmedim aslında. Yıllarca rüyaymış yaşadığım mutluluk. Baba kırdın beni. Çok incindim yokluğunda. Bisikletten düştüm, iki gün hastanede kaldım ve iki gün gelmedin yanıma. Baba sen hiç sarmadın yaralarımı. Geceleri annem çalışırken hep yalnız uyudum. Önceleri çok korktum ama alıştım sonradan. O zamanlar nerdeydin demek istedim ama hiç bir şey söyleyemedim. Sadece ağladım o an.

Sabah olmayacaktı o gece, biliyordum. Biliyordum hiç uyanamayacaktım o gece.

8 Nisan 2006 Cumartesi

Hiç... (Bölüm - 1 devamı)

Melike Geçgel

Sarı bir taksi, yaşlı bir adam, doğurmak üzere olan bir kadın. Yollar kar kaplı ve ayaz var dışarıda. Kadın üzgün ve düşünceli. Taksici kaygılı, ya arabamda doğurursa diye düşünüyor olmalı.

Sonunda hastaneye vardılar, sedye ve hemşireler, soğuk ve kasvetli. Doğumhaneye giden yolun bir şenlik havasında geçeceğini hayal etmişti Elif. Annesi, babası, kardeşleri, kocası, sevdiği, doğacak çocuğunun babası da olacaktı. Herkes bir şeyler söyleyecekti. Heyecanlarını paylaşacaklardı birbirlerinin ve de sevinçlerini. Ama Elif bir tek sevdiği adamı görecekti ve ellerine sıkı sıkı tutunacaktı içindekini hissettirmek umuduyla. Ama Elif yalnızdı hastane koridorunda. Yabancı insanlar vardı etrafında ve sanki ölümcül bir durumdaymış gibi Elif, koşturuyorlardı. Ameliyathaneye yetiştirilmezse öleceğini düşünmeye başladı.

Kaç zaman geçmişti, sezinleyemiyordu. Kaç zamandır buradaydı ve daha ne kadar sürecekti bu işkence. Hâlbuki o, evinde Sıla'sı için güzel bir beşik hazırlamıştı kendi elleriyle. Tahtadan oymalı bir beşiği vardı Sıla'nın ve yine kendi elleriyle ördüğü işlemeli, bembeyaz bir battaniyesi vardı. Pasta hazırlamıştı kırmızı erikli. Evi temizlemişti, misafirler gelirse mahcup duruma düşmemek için. Ama yalnızdı şimdi. Ve korkuyordu. Daha önce doğum yapmış olmalıydı, yoksa şimdi nasıl doğuracaktı? Daha önce gülmüş olmalıydı, yoksa şimdi nasıl ağlıyor olabilirdi?

Ali biliyor muydu Elif'in Sıla için nasıl acı çektiğini? Nerden bilecekti ki, dört duvar arasındaydı, son zamanlarda mektup da almamıştı, ama tahmin ediyordu, yakındı Sıla'nın gelmesi. Hep o umut dolu haberi bekliyordu, bu umut onun yaşama umuduydu. Onun sayesinde dayanıyordu her türlü acıya. Ali'nin iki arkadaşı olmuştu bu duvarların arasında. Aynı zamanda okuyucularıydı, Ali'nin hikâyesini okuyorlardı. Ağlamaklı zamanlarında türküler eşlik ediyordu onlara, bıkıp usanmadan okuyorlardı başka birinin hayatının mısralarını. Belki de acıları ve pişmanlıkları böyle azalıyordu. Kendi yaralarına merhem oluyordu başkasının acıları. Başkası için üzülmek daha kolaydı belki de. İnsan kendine üzülünce, kendi için ağlayınca güçsüz düşerdi hayata karşı. Yenilmişlik duygusu kaplar her yanını. Ama bir başkası için üzülmek, onu düşünmek ve ona acımak, kendilerini unutturuyordu. Anıları hatırlamazsa insan hiç yaşamamış sayabilir kendisini.

Ali dışarıda yalnız bıraktığı Elif'ini ve hiç görmediği belki de göremeyeceği Sıla'sını düşünüyordu. Zaman onun için geçmiyordu, ama biliyordu dışarıda olursan zamanın nasıl geçtiğini. Bu zaman zarfında en güzel anları kaçıracaktı, ona en ihtiyaç duyulan zamanda orda olamayacaktı. Elif ve Sıla ne kadar üzülüyor olsalar da Ali'nin üzüntüsü başka bir boyuttaydı. Normal bir insan kaldıramazdı, Ali çok güçlüydü. Belki de onu güçlü yapan şey içinde taşıdığı ve asla bırakmayacağı umuduydu.

Elif, daha önce hiç karşılaşmadığı bir kokuyla uyandı. Saflık, tazelik kokuyordu. Belki de uyku sersemi olduğu için çıkaramadı bu kokuyu. Hâlbuki bilmesi gerekirdi bebek kokusunu. Gözlerini açıp açmamak konusunda kararsızdı. Sadece koklamak istiyordu bu büyüleyici kokuyu. Anlamıştı bu Sıla'nın kokusuydu. Garip bir his dolaşmaya başladı vücudunda. Dudakları titriyordu, kalp atışları hızlanmıştı, korkuyordu. Biliyordu çünkü birini sevmek kolay değildi. Onu aylarca rahminde taşımış olması, onu sevmesine yetmeyebilirdi. Belki de o sevmeyecekti kendisini. Gözleri çoktan görmüştü onun beyaz tenini, simsiyah ve gülen gözlerini. Elif onu ilk görüşte sevmişti ve o an anlamıştı bunun bir anne sevgisinden de üstün olduğunu.

Sıla aylarca beklemişti bugün için. Onunla konuşan, tüm dertlerini paylaşan, kızgınlığını ondan çıkaran insanı görmüştü sonunda. Aslında beklediğinden daha güzeldi Elif. Biraz yorgun görünüyordu, ama çok güzel kokuyordu teni. Saçları beline kadar iniyordu, simsiyah. Gözleri karaydı, parlıyordu, bir kömür tanesi gibi. Zayıf olmalıydı, bilekleri o kadar inceydi ki. Teni tarif edilemez bir beyazlıktaydı ve kokladığı tüm çiçeklerden daha güzel kokuyordu. Aslında kıskanmıştı Sıla Elif'i. Etrafındaki diğer insanlara hava atıyor olsa da Elif'in güzelliğiyle. Kıskanmıştı.

Elif ve Sıla nerden bileceklerdi her şeyin bundan sonra başladığını. Sıla'yla yeniden doğmuştu Elif de. Evlerine geldiklerinde onlara kapıyı açacak kimse yoktu, yine de gülümsüyorlardı birbirlerine. Elif o an anlamıştı, Sıla onun çocuğu değildi. Beraber büyüyeceği, acılarını paylaşacağı, konuşacağı bir dost doğurmuştu. Eve girdikleri anda daha önce ağlamış olmalıyım yeterince diye düşündü. Yoksa nasıl bu kadar çok gülebilirdim ki?

Ali umudunun resmine sarılmış, yatağındaydı.

Elif'in kucağında umudu ve özlemi.

Sıla ise sadece mutluydu. Bu kadar zaman sonra bir işe yaradığı için. Sadece izliyordu onunla uyuyan bu mutlu yüzleri.

Radyodaki Şarkı

kerem özkurt

O da fark edemedi, fark etse bile çocuk aklının alamayacağı bir şeydi bu. Dikişleri kenarından sökülmüş bezden bebeğini diktirmek için düşmüş dudağı, nemden parlak gözleriyle, harlı ocak üstünde hışırdayan soğanların genzi yakan keskin kokusunun doldurduğu mutfağın ortasında kalakalmıştı. Bıçağını elinden bırakmış, elleriyle tezgâha dayanmış, ocaktaki aceleye rağmen öylece duruyordu annesi. Omuzları belli belirsiz sarsılıyordu. Radyo yeni bir şarkıya geçmeden orta yaşlı ama şen bir kadın sesi istek sahiplerini sayıyordu.

Ne kadar adaletsizdi dünya, ölmek için çok erkendi, her ölümün olduğundan da erken. Hâlbuki o tam da adaletsizlik yüzünden ölmüştü; adaletsizlik bellediği şeylere karşı kelimenin gerçek anlamıyla da savaşırken. Değmezdi şüphesiz. Babası “olmadı gelinim” demişti, “vazgeçiremedik işte”. Sonra yitirilmiş bir parçasını yeniden bulmuş gibi bağrına basmıştı duvak giyemeyecek gelinini. Bir oda dolusu insan onun hatasıymış gibi kinle bakıyorlardı ihtiyar adama; yine de acısına bağışlayıp tek bir laf etmediler. Etseler, gözlerini silip ağzının payını verir miydi? Uzakta, Hamit duyduysa; kara haber tez duyulur derler; o da aynı cevabı verir miydi? Radyodaki şarkı bitmek üzereydi. Daha fazla dayanamadı bıçağı bırakıp ellerini tezgâha dayadı. Dudaklarını kıvırıp sessizce ağlamaya başladı.

Gecenin karanlığında siluetinden tanıdı. Yaklaşırken anladı gideceğini. Şarkıdaki gibi. Alnına bir öpücük beklemedi. Sımsıkı sarıldı yalnızca. Etinden et koparırcasına sarıldı; öyle ki karanlıkta iyi seçemeyen biri, kollarını çözdüğünde bir insandan iki insana ayrıldıklarını sanırdı. Ellerini saçlarında gezdirdi. Sonra koşar adım uzaklaştı, uzadı ardında bıraktığı tüm karanlık. Gözünden silinmiyordu bir türlü, mutfakta değildi artık, elleri işini ezbere yapıyordu. Soğanları da tencereye attı, domatesleri aldı önüne. Radyodaki duru erkek sesi şarkının ortasında, namenin yükseldiği yerdeydi.

Akmayacaktın diye bitirdi, kelimeleri notaların üzerine yaya yaya. Oturdukları bank, şarkı boyunca tuttuğu soluğunu bıraktı. Sonra park, sonra kasaba, sonra denizin yanına uzanmış dağlar, sonra rengi ismi kadar koyu deniz en sonunda babası, nişanlısı, Hamit nefeslerini bıraktılar. Gitarını kenara dayadı. Bir ilkbahar gününden beklendiği gibi hoş beşli bir sohbete koyuldular. Konu dönüp dolaşıp aynı yere gelince, Hamit “bak gör amca” dedi, babasını kast ederek.” Sen bari bir şey söyle oğluna, biz söz geçiremiyoruz”. Babası dalgın, “ne diyeyim oğul” dedi. Yüzünde bir hal vardı, Hamit’in hatta istemese bile nişanlısının derinden hissettiği ve onayladığı. Ama ölüme gitmeyi her şekilde reddeden. Hala dalgın, “ama birilerinin de bunu yapması gerek” dedi babası. Hepsi sustu.

Soğanları doğramayı bıraktı. Tatlı bir his uyandı göğsünde, yukarı çıktıkça acılaştı, boğazında yumru oldu sonunda Dik başlı bir erkek sesi söylemeye başlamıştı şarkıyı: Hani, o bırakıp giderken seni…

2 Nisan 2006 Pazar

Hiç... (Bölüm - 1)

Melike Geçgel

Henüz sekizine basmamıştı ve hayat onun için çok güzeldi. Ama o hayat için ne ifade ediyordu, henüz bunu bilebilecek kadar büyümemişti Sıla.

Annesi vardı o küçük dünyasında bir tek ve bir de birkaç arkadaşı, aynı okulda okuduğu ve aynı mahallede oturduğu.

Önce geçmişine mi dönmeli kızın, o sancılı doğumunun da öncesine...

18inde bir kız doğunun ücra bir köyünde. 12 kardeşin ortancası. Kalabalık ama mutlu bir ailesi var. Köyde ortaokulu bitirebilmiş kız ancak. Sonra şehre yollamışlar kızı lise okusun diye. O hemşire olmak istiyormuş, babası ise öğretmen olmasını. Sonunda annesi normal liseye gitmesinin her iki taraf için de daha iyi olacağına karar vermiş ve öyle de olmuş. 18'ine girdiği yazı ailesiyle geçireceği son yazı olmuş. Üniversiteyi okuması için büyük şehre yollamışlar onu. Tüm fikri değişmiş kızın o edebiyat fakültesinin sıralarında okurken. Oyuncu olmak istediğine karar vermiş ve öyle olmasının şart olduğuna. Okulun tiyatro topluluğuna katılmış. Her şey o güne kadar güzel gidiyormuş ta ki o cinnet günlerinin başladığı ana kadar. Devrim bugün devrim hemen... Uzun bir süreç geçirmişler, arkadaş evlerinde, yeraltı toplantılarında. Vurulanlar da olmuş, cenaze töreni yapamadıkları. Okul bitmiş, bitmek zorunda kalmış. Ailesi ve hayalleri, avuçlarından kaymış, ona kalan büyük bir kayıp, yarım kalan hayatlar ve kaçmak olmuş. Her şeyini geride bırakıp kaçanlardan olmuş, çünkü ne arkadaşı Özlem gibi atabilmiş kendini kurşunların önüne ne de Ali gibi haykırabilmiş o sözcükleri sürüklenirken yerlerde kan revan içinde. Kaçmış sadece...

25 yaşında bir delikanlı, Almanya'nın sokaklarında cirit atarken bir afişe takılmış gözleri. Türk gecesi varmış Berlin'de, sanatçılar ve bir oyun varmış. İzlemeliyim mutlaka diye geçirmiş aklından. Arkadaşlarıyla birlikte Berlin'e doğru yola çıkmışlar zaten 1,5 saatlik bir mesafedeymiş Berlin. Sırasıyla sanatçılar çıkmış, şarkılar, türküler söylenmiş hep bir ağızdan özlem kokan. Hiç görmese de memleket hasreti sarmış birden yüreğini. Ve oyun için birden sessizlik olmuş ve utanmış kendi düşüncelerinin sesinden. Oyunu ayakta alkışlamış, acaba oyunu mu yoksa oyun boyunca gözlerini kırpmadan izlediği kızı mı?

Aşk ne garip. Belki de kaderdi onları evlerinden kilometrelerce uzakta yakalayan. Kulise tebrik için gitmişti ve sadece iki hafta sonra kucaklarındaydı kız ve gülen gözleriyle, biraz da korkuyla odaya taşımasını bekliyordu. Heyecanlıydı ve de mutlu.

İşte Sıla'nın anne ve babasının kısa hikâyesiydi bu. Onun küçük dünyası kibrit çöpünden inşa edilmişti bir küçük kıvılcım her şeyi yakabilirdi, onun yüreğinin yakıldığı o doğum günü akşamında olduğu gibi.

Evet, onlar mutlu mesut cicim aylarının tadını çıkarıyorlardı. Artık yalnız olmayacaklardı ve bu mutlu anı bir şişe şarapla kutluyorlardı. Kızlarının, daha doğmamış kızlarının adı için tartışıyorlardı aynı zamanda. Kadın Kardelen olsun istiyordu, adam ise Su ve gecenin sonunda karar verdiler Kardelen Su olmasına.

Sabahında ise gecenin hiç de hoş olmayan bir sürprizle uyandılar. Kadın kapıda şaşkın ve çığlık çığlığa konuşmaya çalışıyor, adam ise sadece susuyordu, karısının gözlerine bakamadan. Bu kadar erken olacağını hiç tahmin etmemişti belki de erken değildi, mutluluktan zaman ona hiç geçmemiş gibi geliyordu. Daha anlatamamıştı karısına, söyleyememişti, aynı karısının ona söyleyemediği gibi. İkisinin de unutmak istediği, hatta hiç olmamış hiç yaşanmamış olduğuna kendilerini inandırdığı sırları su yüzüne çıkmıştı.

Hani kaçmıştı ya kadın her şeyini geride bırakarak, işte yollar onu hiç tanımadığı dilini bile hala anlamadığı bu ülkeye Almanya'ya getirmişti. Adam ise 25'inden önce yaşadıklarını tamamen silmeye karar vermişti. Bugün, bu sabah yaşananların silinmeyeceğini öğrenerek kelepçelendi. Alnına damgası vurulmuştu, o bir siyasi suçluydu. Yarım yamalak Almancasıyla bir tek bu sözcükleri seçebilmişti nedense, niyeyse. Belki de aşinaydı bu damgaya, sırılsıklam geçirdiği o gecelerden birinde tanışmıştı belki de...

Adı Sıla olacaktı, böyle yazmışlardı birbirlerine gönderdikleri mektuplarda. Adam üzgün, kadın üzgün, yine de umutluydular. Umutları Sıla idi. Doğmamış Sıla, doğacak umut olacaktı onlar için.

25 Mart 2006 Cumartesi

NEV - RUZ

Melike Geçgel

Farsça, 'yeni' (nev) ile 'gün'ü (ruz) ifade eden birleşik bir sözcüktür nevruz. Toprak altındaki canlıların uykudan uyanışı, dirilişi kısacası canlıların bahara merhaba demelerinin günüdür.

Ankara'dan merhaba tüm dostlara...

Bahar geldi evlerimize, sokaklarımıza ve uyumuş olan ruhlarımızı bir kış boyunca uyandırdı bahar. Ben baharı çok severim son olanı da ilk olanı da.

Herkes hüzünlenir sonbaharda, ruhlarına hüzün dolar nicelerinin, bir aidiyetsizlik kaplar her yeri. Bense umutlanırım sonbaharda, neşelenirim. Yalnızlıktır benim için sonbahar. Her yer sarı, kahve ve türleri. Gözlerim sarı ve kahve. Yalnızlığı severim, ama öyle kimsesizlik değil benim yalnızlığım. Etrafım insan doludur, konuşacak birileri vardır mutlaka. Bir şizofreni de değildir yaşadığım. Yalnızlık bir histir sadece, ama öyle klişeleşmiş bir kalabalıklar arasındaki yalnızlık hissi de değil. Sadece yalnızlık, yalın ve azlık...

İlk olanı ise çözemedim hala. Nasıl hissetmeli ne yapmalı bilemedim yıllardır. Değişkendir baharın ilk olanı ilk ayı gibi. Her ayın bir rengi vardır, bir kişiliği. Tanırız görür görmez. Ya soğuk geçecektir bir önceki seneye göre ya da aynı hissettirecektir değişmeden kendini. Ya sıcak olacaktır, daraltacaktır gündüzleri ya da tadını çıkarmamız için görkemli güneşin esecektir tepemizde hafif hafif.

Her ayın bir düzeni vardır kendine göre. Kıskanmazlar birbirlerini ve kılık değiştirmezler bir diğeri olabilmek için.

Mart hariç...

Mart ayı kıskançtır, illettir. Bıktırır herkesi. Nasıl davranmamız gerektiğini çözemeyiz bir diğer yılı göz önünde bulundurarak. Şakacıdır ve de...

Ankara'nın mart ayı, baharın gelişi, canlıların selamlayışı canlanmış ruhları. Güneş tüm yakıcılığıyla tepemizde, yeni yeşeren çimlerin bir gün önce yağan yağmurun etkisiyle yaydığı tazelik kokusu her yerde. Paltolar, atkı ve bereler sandıklarda ya da dolapların mevsimlik değişim bölmelerinde yerlerini aldılar. Daha hafif şeyler giymeye başladı insanlar ve ben de başladım herkes gibi giyinmeye.

En sevdiğim meyvelerin okul çıkışlarında yerlerini almış seyyar amcalar tarafından satılmasını beklemeye koyuldum. Marketlerdeki tezgâhlara bakar oldum her sabah. Giysilerim gibi yediklerim de hafiflemeye başladı, ben baharı getirdikleriyle de seviyorum.

Ankara'nın mart ayı ve üçüncü cuması, artık uyanmalıyım ve sabahın ilk ışıklarını içime doldurup, ilk bahar yürüyüşüme çıkmalıyım. Tam da tahmin ettiğim gibi sabah esintisi. Bir hırka iç görür iç titreten havayı engellemek için. Fırının yolunu tuttum, ekmek kokusunun cazibesine yenilip bir parça kopardım. Sıcaklık yayıldı aldığım ilk lokmayla birlikte içime. O kadar yumuşaktı ki ekmek, İzmir'de kordonda yediğim pamuk helva geldi aklıma. Ağzımdaki pervasız dağılışını düşündüm ve bir lokma daha aldım. Ankara'nın güneşli sabahlarında en sevdiğim şey Ata'ya doğru yürüyüş yapmaktır. Elimdeki ekmeği ve evdeki kahvaltıyı biraz daha ertelemeyi düşündüm, midem aynı fikirde olmasa bile. Ve yürüdüm içime güneşi çekerek, Ata'ya bir selam çakıp evime yollandım.

Ankara'nın mart ayı ve ertesi cumanın. Güneşi engellese de bulutlar arada bir selamlıyordu beni ve ben de onun selamını kabul ediyordum her seferinde. Acaba dedim kendi kendime, dün aslında hiç yaşanmadı mı, belki de bugünü yaşamaya başlamadım daha? Gözlerimi ovuşturdum ve yaşamaya başladım içinde olduğumuz ayın kerametini düşünerek. Peyderpey geçiyordu zaman, günlük olmayan işlere boğulmuştum. Kar tanelerini hissettim yüzümde, hemen ertesinde o güneşli günün. Ve bir kez daha anladım mart'ın kıskançlığını, arada kalmışlığını. Üzüldüm nedenini bilmeden, ne olacağına karar verememiş bu kendini bilmez ay için.

En sevdiğim mevsimdir bahar benim. Ankara'da bile olsam en sevdiğimdir benim. Nev-Ruz kutlamayı en sevdiğim, en tatlı içkim, en uzun sarhoşluğum, en âşık olduğum, en güzel şarkım ve kendimi en güzel hissettiğim zamandır benim.

Bir garip şarkısın içimde

Bir garip neş'e

Sen ve ben

Yalnızlığımız

Şerefine...

24 Mart 2006 Cuma

Sıkıntı

kerem özkurt

Hep yanından geçildiği halde bir gün karşısında durulup, insanı ilk defa görüyormuşçasına hayret içinde bırakan ufak rastlantıların verdiği mutluluğun yolundan geldi sıkıntı. Onun kadar beklenmedik, nedensiz ve kesif. Üstelik o mutlulukların günün geri kalanında alttan alta sürmesi, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan bir günü, sahibinin bile farkında olmadığı bir ferahlama ile güzelleştirmesi gibi etkisini yitirmedi. Aksine durduğu yerde çoğaldı; yumak oldu; boğazına yumru şeklinde oturdu. Söylenmemiş laflar, kuru ekmek, hüzünlü bir şarkının içli nakaratı. Yutkunmak ne zor.

Kaçılamaz da. Mutlu yaşamanın sırlarını listelemiş ve yüz altın kural haline getirmiş, psikiyatr yazması ofset baskı kitaplar hep söyler: Kendinden kaçamaz insan. Sıkıntı da öyle bir şey. Bir parçası olmuş; eli, ayağı, lök gibi çöküşü Kadıköy sahilinin tek deniz görmeyen parkında ağaç görünümlü beton bir banka, oturunca kısalan pantolonun paçası ile siyah çorapları arasından görünen beyaz eti, gözünün dalışı ve her halinden belli sıkıntısı. Mevcudiyeti, yani dünya ve İstanbul yüzölçümünde kapladığı yer bundan ibaret. Diğerleri ne kadar gerekliyse bu kaplamaya, sıkıntı da o kadar bir parçası bu var oluşun. Ta ki geldiği yere geri dönene kadar.

Gazeteler yetmez böylesi bir sıkıntıya. O yüzden sinek öldürmeye hazır duruma getirilmiş; bükülmüş yanında duruyor. Bulmacası yarım bırakılmış. Tüm düşünceler kaçı kaçıverip sıkıntıya kayarken güney Afrika’nın plaka numarası anlamını yitiriyor; ya da bunu bilmenin, biliyorsa hatırlamaya çalışmanın ne kadar boş olduğu kavranıyor. Bir anlığına düşülen bu boşluk ancak yıllarını aynı masanın üzerinde biriken dosyaları tasnifle geçirmiş bir memurun, emekliliğinin ilk sabahında duyduğu o aynı uçurumdan tekrar tekrar düşme hissiyle karşılaştırılabilir.

Kurtuluş sıkıntının gelişinden daha az komik olmayabilirdi. Birçok seçenekten biri. Bir telefon çalışı; sevincinden çatlayan bir kadın sesi telefonda; bir müjde hastanenin tek iç açıcı odasında ilk soluğunu iştahla alan insan büyüklüğünde aylar sonra somutlaşacak. Camide ayakkabı numaraları baz alınarak oynanan sayısal lotoya vuran büyük ikramiye. Akşamları, zayıf olduğu için dillendirilmese de kıyıda köşede boyanan umutlarla beklenen birinin tüm olasılıkları alt üst edip hayal olmaktan çıkıp asfaltın gerçekliğinde belirmesi.

Ama onun için hepsinden basit oldu. Ayağının dibine düştü güneş. Tepesinde o denli ağır büyüyen ağaçtan silkelendi yaprak gölgeli bir gün ışığı parçası. Betonun kurşuniliğini silikleştirdi. Onun peşinden bir kedi yanaştı salınarak, hiç acelesi yok. Önüne yıkıverdi sarı tüylü bedenini. Yalanıp boylu boyunca uzandı ısınan taşlara. Kendi kendine gülümsediğini fark ettiğinde çoktan silinmişti sıkıntısı.

18 Mart 2006 Cumartesi

Otomobil

kerem özkurt

Şehrin bıkmışları teknoloji ve medeniyet nimetlerinin hayatlarını nasıl kolaylaştırdığını görmezden gelerek bir yandan yapaydan yakınıp diğer yandan doğaya dönmeyi dillerine dolamışken, farkına varamadılar; şehir kendi doğalını yaratıyordu inceden. Şehir artık, yüzyıllık ağaçların yukarıda dallarını birleştirerek çatısını çaktığı, zemini dökülmüş yapraklardan, bir rahim gibi saran doğanın ortasında bir çıban olmaktan çıkmıştı. Her yerinde insanoğlunun saflığı, basitliği duyduğu ve tüm kâinat karşısında utancından başını kaldıramayacak kadar küçük kaldığı o eski zamanların tabiatı, şehirlerarası yolların kenarına ilişmiş, mütevazı bir misafir gibi bacakları bitişik otuyordu koltuğunda.

İnsan doğanın kucağına doğmuyordu. Çocuklar ağaçlar yerine araba markalarının ve modellerinin isimlerini ezbere sayıyorlardı. Ev sıcaktı, zaman bol. Hayat uzun. Nedeni bilinmeyen hastalıklara ad takacak kadar gelişmişti dilin yapısı. Kitaplar, bilgisayarlar unutmayı da unutturmuştu. Kısaca bir alamete binmiş bir hızla gidiyordu insanoğlu; her nefesi daraldığında doğaya dönmeyi arzulaması dışında. Gençliği aklına düştükçe iç geçiren ihtiyar misali.

Şehir yine de direndi, sonunda kabul ettirdi kendisinin de bir kişiliği olduğunu. Biz, yirmi birinci yüzyılın çocukları kırsalda da yaşasak bir ucundan yakaladık şehrin havasını. Hayallerimizi, düşüncelerimizi şehir şekillendirdi. O yüzden paçaları bileğine gelmeden bitmiş bir pijama altında, sabahları uyanınca ilk iş yalınayak ahıra koşan bacaksızın atını sevmesi gibi sevdik otomobilleri.

O yüzden dedemin bal rengi Vosvos'u önden tonton bir ihtiyarın gülümsemesine benzerdi. Arabaya biner binmez döşeme derisiyle karışık benzin kokusu küçük bir baygınlık geçirtirdi. Koltuğa kurulup kemerini takana kadar -o zamanlar kemer takma konusunda ısrarcıydı çocuk programları, çizgi film keyfini bölme pahasına. Marş, motorun kesik ama sarsan sesi. Tıpkı gülümseyen o tonton ihtiyarın dişsiz ağzıyla tatlı tatlı anlatması gibi. Kim derdi ki katliamların devrinden kala kala bir bu munis dört teker kalsın.

Murat 124’ler ayrı. Onlar yola düşülürken bile bıyığı yeni terlemiş mahcup delikanlı gibi önüne bakar. Babaların ilk otomobili. Çok azdır Hacı Murat’a binmeyen; binip de içinin genişliğine şaşmayan. İçi geniştir ya, nasıl olur da yedi kişiyi taşır orası muamma. Bir de onların küçük kardeşleri vardır. Türk polisiye filmlerinin başrolünü paylaştığı jönleriyle ilik kemik. Hem de adına kadar. Sonrada hepsi taksi oldu; taksi şoförleri de takip sahnelerindeki kadar kıvrak kullandılar o arabaları.

Çekik gözlü Japon arabaları çıktıktan sonra tüm arabalar farklı milletten de olsa birbirine benzemeye başladı, tıpkı Japonlar gibi. Tatil dönüşleri İzmir İstanbul karayolunda boncuk gibi dizildiler; işe gidiş işten dönüşlerde dura kalkıla köprüyü geçtiler; üç arabalık sokakların kenarlarına dizilip enikonu daralttılar yolu; hırsız kurcalamasa da vakitsiz öttüler; ama en önemlisi arabaya beş metre kala otomatik anahtarla kapıları açan sahiplerine gurur verdiler.

5 Mart 2006 Pazar

Berber

kerem özkurt

Berbere ilk gittiğim zamanı hatırlıyorum. Koltuğa oturduğumda yeterince yükselemiyor olmalıyım ki koltuğa gazete yayıp kolluklar arasına köprü gibi konan bir sunta parçasına oturturlardı. Bense gazeteye rağmen ayaklarımı koltuğa basmaya çekinirdim. Koltuklara ayakkabıyla çıkılmazdı ve küçükken her öğüdün tutulması gerektiğine inanırsınız. Saçlar gözüme girmesin diye gözlerimi kısarken, bir yandan da kulağımda öten, diğer koltuklardan gelen makas sesleri içinde rahatlıkla ayırt edebildiğim metalik ses ister istemez korkuturdu. Sesin kesildiği her fırsatta neler olup bittiğini aynadan seyredebilmek için daralmış göz kapaklarımın arasından, yarı aydınlık, bakardım. Sonra berberin elleri ezbere devam ederdi tıraşa.

Berber dükkânları erkek egemen mekânlardır. Kahvehaneler gibi. Tüm ülke, dünya gündemi, tepedeki televizyondan, tezgâhın köşesine iliştirilmiş teybi çalışmayan bir radyo ya da ağırlıklı olarak kadın resimleriyle dolu gazetelerden okunan kısa bir haberden hareketle tartışmaya açılır. Berber de kahveci gibi tartışmalara katılmaz pek. Kendi işine bakar o; orada bulunma sebebine. Sadece arada durup, makasını tarağına sertçe vurarak temizledikten, belki küllükte külü iyice uzamış sigarasından bir nefes çektikten sonra konuya kısaca laf atmakla yetinir. Saçını kestiği müşteriye fikrini sorar. Köşesiz tartışmalardır bunlar; vakit geçirmeye; yoksa herkes keyfi için oradadır.

Müşterisi berberine sadıktır. Arkadaş tavsiyesi veya tıraşın normalden ucuz olması dışında bir berbere ilk giriş tesadüfîdir. Tıraş güzel, muhabbet sıcak, içerisi ortalama temizlik standardını tutturuyorsa, aynı berbere devam edilir. Olmazsa berber arayışı devam eder, giden saçlar diş kirası kalır. Berber bir alışkanlıktır. Ayda bir gidilse de, üç ayda papaza dönmüş saçlarla koltuğa oturulsa da hep aynı berbere gidilir. Müşteri taşınsa, berber dükkân değiştirse, saatlerce yol gitmek gerekse, aynı ustanın makası istenir; bu öyle bir bağlılıktır.

Arada kurulan bu samimi ilişkiye rağmen en iyi anlaşılan berbere bile istenilen tıraş zor anlatılır; çünkü bazı kelimelerin karşılıkları berberler için farklıdır. Berber koltuğuna oturmuşun; berber serdiği ütüsüz örtünün uçlarını ensende iğnelerken nasıl yapalım diye soruyor. Kısaltalım dersen normal bir tıraş yapacaktır, uçlarından alalım dersen kısaltacaktır, düzeltelim dersen hiçbir şey yapmayacaktır ama ne yapar eder normal bir tıraş zamanı boyunca kafanla uğraşır. Kaçınılmaz son, berber fırçayla üzerinde kalan kılları silkelerken geniş aynada zannettiğinden daha kısa saçların olacaktır.

Yerden başlayan camları olan, tavana gömülmüş küçük lambalarla gündüz bile aydınlatılan, bir kenarda jöle ve bakım kremleri üst üste dizilmiş, saçları dikilmiş üniversitenin tanışma partisine gider gibi giyinmiş gençten birinin berber koltuğunun arkasından ilgiyle bakarak katalogdan bir saç modeli işaret ettiği bir erkek kuaföründen haz edemedim bir türlü. Ama eski kafalılığımdan ama takıntılı olmamdan. Her yer değiştirişimde sokak aralarında, sadece tanıyanın gittiği, berberin tıraşın ortasında kapı önünden geçenlerin selamını aldığı, iş yokluğundan sıkılan esnafın arada bekleme kanepelerine oturup gazete okuduğu ya da berberle çene çaldığı küçük ama bakımlı dükkânlar aradım. Buldum da. Her buluşumda enseyi temizlemekte kullanılan kerpetene benzer o basit makinenin çıkardığı kısa, tok seslerin ve ensemde gezinirken verdiği ürpertinin sağladığı huzurun bir benzerini yeniden tattım.