11 Şubat 2009 Çarşamba

Karınca, sonun gelecek!


Elif İnal

Almanya Günlüğü–2

Banksy der ki 'Grafitinin söyleyeceklerinden korkulmayıp serbest bırakılacağı bir dünya istiyoruz' ya da en azından ben böyle yorumluyorum. Sokakta söyleyecek bir şeyin varsa, aracın da duvarlarsa, grafiti kaçınılmazdır. Ama Banksy kadar yaratıcı ve pek bir derinden etkileyenine de rastlamamıştım. 2005'te Londra duvarlarına yazdıkları bir yazıyı naçizane çevirimle iletmek isterim: 'Bir zamanlar birbirlerinin en iyi arkadaşı olan bir ayı ve bir arı varmış. Bütün yaz arı, sabahtan akşama kadar balözü toplarken ayı arkasına yaslanıp güneşleniyormuş. Kış gelince ayı yiyecek hiçbir şeyi olmadığını farketmiş ve kendi kendine düşünmüş: 'Umarım küçük arıcık balının bir kısmını benimle paylaşır'. Ama arı hiçbir yerde bulunamıyormuş. Çünkü stress kaynaklı kalp rahatsızlığından ölmüş'.

Bütün çocukluğu boyunca ağustos böceği, karınca hikâyesinde ağustos böceğiyle özdeşleşmiş ve hikâyeye sinir olmuş biri olarak bunu okuyunca Berlin'deki kitapçının ortasında 'çok iyi yahu' dememi engelleyemedim (öhöm, toparlanalım). Bütün yaz çalışıp stress sahibi olan sinir karınca 'Çalışsaydın efendim, açlığının sebebi tembelliğindir, ölsen de yeridir' diye diye beynimize kazındı. 'E haketti cırtlak ve de aylak ağustos böceği' dedirtti. Anca şu an, geri dönüp 'neden canım, paylaşma beraberinde karşılığı mı getirmeli illa ki?' diyebiliyoruz. Paylaştığımızın çetelesini tutup kafada bir yerlere not mu ediyoruz hep? Bu yüzden de ‘işgal evi’ fikrini, İstanbul'da yaşarken tahayyül bile edemezdim. Hala daha mülkiyet duygularımın kolay kolay yok olamayacağını varsayarsak da sadece teorik düzeyde işgal evi mantığına yakınlık duyabiliyorum herhalde. 'Birkaç çapulcu toplanmış boş olan evleri işgal edip, orada yaşamaya başlıyor'dan öte olsa gerek işgal evleri. Farklı farklı Avrupa şehirlerinde devletin ve polislerinin bunlara gıcık kapıp işgal evlerini yıkmak istemesi de mülkiyetsizliğin tahayyüllünün bile yeşermesini istemediklerinden.

Haydi, işgal evi çok göze batıyor, kontrol alanlarını aşıyor, dayanamıyorlar. 'Bizden ne istedin Alman polisi?' diyesim geliyor kaç gündür. Hemen anlatayım. Her zaman alışmışız ya Türkiye'de her şeyin çalışmayanlara göre düzenlenmesine, Almanya'da tam tersi olunca bizde bütün düzen şaşıyor. Pazar alışveriş günüdür, Almanya'da -koskoca Berlin'de bile yahu- pazar günü aç kalsak ancak döner yeriz (biraz abarttım ama alışveriş merkezini bile pazar kapkaranlık görünce böyle oluyor insan). Hal böyleyken de haftasonu trenler de seyrek çalışıyor. Biz de inatla 'nasıl olmaz canım illa ki vardır' deyip Ostbahnhof'umuzda –Doğu Berlin’in güzel tren garı diyelim- 3 saat bekliyoruz. Yine böyle bir cumartesinde, sabaha karşı 2.30- 5.30 arasında bazen sızarak bazen de gece gece çıkan garip tiplere bakarak vaktimizi geçirirken yanımıza bir evsiz oturdu. Almancasından anlayabildiğim kadarıyla 'Korkma korkma, uyu' deyip birasını içmeye başladı. 'Aramızda Almanca sorunu olmasa neler neler konuşabilirdik' diye hayıflandık ama adamın hareketleri bile çok eğlenmemize yetti (Her zaman böyle miydik yoksa bizde korku mu kalmadı?). Tüylü şapkası, 35 cent’lik birasıyla bize kendinin eski siyah beyaz resmini gösterdi, arada yanımıza yaklaşanları kovdu (bizi pek bir sahiplendi, hoşuma gitmedi değil). Önce birasından ikram etti 'Danke canım danke, almayalım' dedik, sonra 'sigara sarayım bir tane' dedi, onu da reddettik, en son dayanamadı torbasından yarım tavuk budu çıkardı. Mal mülk o kadar bitti tabii ikramlar. 'Neyim varsa paylaştım, daha ben ne yapayım' demiştir herhalde… Ara ara polisler gezip dolaşır o tren garında ama Istanbul'daki gibi rahatsız etmez varlıkları. Daha önce polislerin trende 'Afiyet olsun hanımlar' kıvamındaki laflarından mıdır, güleryüzlülüklerinden midir, Alman polisiyle ilgili okuduklarımızı unutuvermişiz. Ama evsizin yanında mutlu mutlu oturunca iş değişiyormuş. Ben nedense polislerin gelip bize takmasını evsizin yanında oturup muhabbet etmeye çalışıyor olmamıza bağlıyorum. Ondan rahatsız olmuyorsak vardır bizde bir gariplik, eh bir de kara tipleriz tabii. Önce pasaportlar istendi, sonra pasaportun incelenmedik yeri kalmadı, sonra bir yerler aranıp numaralar kontrol edildi. 'Öğrenciyiz, bak kartımız' diyecek olduk, 'Gereği yok' dediler. Bize göre meali: 'Gereği yok canım, canımız uğraşmak istiyor, siz de oturun izleyin'. Biz de saf saf bakıyorduk 'evsize sormayacak mı acaba, kimlik neyin' diye ama arada iki çift laf döndü, onla ilgilenen olmadı. Neredeyse tren kaçacaktı ki pasaportlar geri geldi. Evsiz de sırtımızı sıvazladı 'Haydi yırttınız, geçmiş olsun' dedi, polislerin arkasından hareketi çekti, içmeye devam etti. Süper paylaşımcı evsizin başına bir şey gelmedi, muhtemelen de hiçbir zaman gelmeyecek. Ama bizim tek eşyası torbasındaki tavuk ve biralar olan evsizlerle, işgal evlerinde kalanlarla ilişkimiz olduğu sürece uğraşırlar herhalde.

Almanya'da alıştırdılar bizi 'güven toplumu' diye diye, polislerle şakalaşır olduk, polisin işlevini unuttuk. Neyse böylece hatırladık, grafiti duvarları kirletirmiş, evsizlerden kaçılırmış, işgal evleri çapulcu işiymiş, mış, muş.