29 Haziran 2009 Pazartesi

İntihar etme, besleyelim!


Mustafa Kuleli

‘Darbeciler yargılansın’ talebini Sağır Sultan’dan sonra, Deniz Sultan’da nihayet duymuş olacak ki CHP bu talebi geçen hafta gündeme getiriverdi. Bunun hemen ardından darbeci Paşa, beni yargılamaya kalkarsanız intihar ederim haa, falan gibi bir şeyler söyledi, kendince meydan okudu.

Gerçi Kamer Genç, “Boşuna milleti umutlandırma. Edeceksen hemen bugün intihar et. Bekleme!” diyerek Paşa’nın havasını söndürdü ama olsun. Paşa yiğitliğine(!) leke sürdürmemek adına bir şeyler gevelemiş oldu işte…

Tabi onun gevelemelerinde ‘ulvi hakikatler’ bulan bazı köşecilerimiz de var. Ertuğrul Özkök mesela… Amiral gemisinin kaptanı, Hürriyet’teki kaptan köşkünde bir yazı yazdı bu konu üzerine. Dedi ki: “Yine aynı teraneler, aynı dolduruşa getirmeler tedavüle sokuluyor. Neymiş, 12 Eylül'ün hesabı sorulacakmış. Yani niyetleri Evren Paşa'yı bu yaşında hapse attırmak.”

Yuh, çüş, o-ha! Niyetimiz yaşlı adamcağızı hapse attırmakmış. Tövbe, vallahi tövbe. Yargılansın diyoruz; hapislerde çürütelim, gebertelim iti, işkence edelim, 1980’de yaptıkları gibi coca cola şişesi sokalım, elektrik verelim, bok içinde yüzdürelim demiyoruz. ABD destekli faşist cuntacı mıyız biz?

Özkök diyor ki; sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu, her gün 15-20 kişi ölüyordu, darbe oldu huzur geldi...

Hakikaten öyleydi değil mi? Yalnız benim aklımda bir soru var: Neden bu Evren Paşa, yıllar sonra "Darbe yapmak için şartların olgunlaşmasını bekledik" dedi, Mehmet Ali Birand’ın sunduğu 12 Eylül belgeselinde? Neydi şartların olgunlaşması? Sokaklarda darbeyi meşrulaştırmaya yetecek kadar ölüm olmamasından neden rahatsız oldular? Daha çok ölüm isteyenler, bekleyenler mi memlekete ‘huzur’ getirdi?

Süleyman Demirel şöyle buyurmuş: "11 Eylül 1980 günü, sıkıyönetime rağmen ülkenin her yerinde oluk oluk kan akıyordu. Nasıl oldu da 24 saat sonra her tarafta silahlar sustu ve her yer sütliman oldu?" Cevabınız var mı ey cuntacı paşalar?


(Yazının tamamı için: http://www.mustafakuleli.com/yazi/intihar-etme-besleyelim)

26 Haziran 2009 Cuma

Adım adım adamlaşma

Tuna Taş

Maddiyatın ağırlığından sıyrılıp biraz hafif bakmak yaşama, algımdaki şeytanı görmezden gelip yudum yudum içmek yaşamı, üstümdeki gereksiz yükten sıyrılmak için çok kez denediğim ve başarıya ulaştığım eylemleri oluş sırasına koyup bir müddet solumak içimi, kokmuş bir yığının içini deşip çekip almak yaşayan suretlerimi, yaşamdan bir kulaçta bulmak varılması farz yönü.

Ruhum koşuyor içimde, yüzümden yüreğime kadar olan kısmım garip bir ısrarla değişiyor, kızarıyor. Bir de sözlerin üstünde limon kıvamında bir ekşime yapıyor ki her konuşmanın sonuna “aslında” ile başlayan yan cümlecikler serpiyorum.

Uzun zamandan beri parmaklarım bir kelimenin yaşamını kurtarmak için çalışmamıştı. Uzun zamandan beri farkında olamamışım bir şeyleri yapmaya başlayıp zevkini almanın. Bir yanım küfürleri basmaya başlamadan, kaç tane yanım olduğunu bilmemişim.

Şöyle gelişigüzel bir çanta hazırlasam, dedim. Büyük yaylalara çıkıyorum, büyük dağlar arasından. Gözüm yeşil yeşil; gönlüm nehir nehir olsa, diyorum. Bu esen yelleri bilsem, adını çıkarsam saksımın çıkınından. Ah bir de müzik, diyorum. Dalga dalga çarpacak kulağıma. “Bu gökyüzünde sen, ben ve yıldızlar” diyebilmeliyim. Çıkıyorum dağlara dağlara, aşıyorum dağları dağları. Küçük küçük ev kümeleri ardından uçsuz bucaksız, sessiz ve de zamansız “ileriler”i sevmek, daha ileri, daha ileri gitmek; daha içelim, daha içelim havasından, suyundan ve de tohurundan bu dağların. Bu dağları çok sevdim. Bu dağlara çok çıktım, çok gezdim bu dağları. Ama ne garip bir yalnızlığı vardır oraların. Tek başınasın, kıçında sallanan eksik ritim bir ege rüzgârı, elinde milyon kere dudağına çivilemiş olduğun nikotin barakası ve saçı sakalı olan bir siluetin mevcut. Oh ne güzel ne güzel, diyor bastığın toprak. Açsan kollarını sarabileceksin sonsuz yaşamı, açsan kollarını değebileceksin yaşama, diyebileceksin yaşadığını. Yayladaki toprağın hafifmeşrep oluşu, kollarında sabahlamışsın sanki, bir o kadar dağınık ve biraz da yaralı. Ama yaralar, yarılanır ve sonrasında sarılır sıkı sıkı. Ah, diyorum da koyvermiyorum kendimi. Çantada yaşanmışlıklar var işte, Sevgilim diyor: “Kaçalım gidelim buralardan…”Hâlbuki kaçıp gitmek için hazırlanan çantayla yanımda götüreceğim her şeyimi. Hafif bir göç budalası kırlangıcın uçuş menzilinde kalacak her şeyim, noktam, virgülüm.

Adım adım adamlaştık işte; her şey işte. Evde kimse yok.

18 Haziran 2009 Perşembe

Ölüm Allah'ın emri?


(Six Feet Under isimli dizinin resmi web sitesinden alınmıştır.)

Duygu Kocabaylıoğlu


Yalnız ve güzel ülkemin bir yanı, mayın tarlasında top sektiren futbolsever siyasetçiler ve o topu taca çıkartmaya çalışan vatanseverler arasında çekiştirildikçe çekiştirilen leş bir sakıza dönmüş. Diğer yanı, sokakta, telefonda, evinde konuşmaktan, orada burada imza atmaktan korkan hale gelen paranoyak bir kesime dönüşmüş. Ekonomik kriz zengin kesimi teğet geçerek, alt ve orta sınıfın böğrüne saplanmış.

Diğer bir ‘taraf’, yaz gelip hava ısındıkça askılılara, kısa şortlara ve elbiselere geçen kadınları hem suçlarcasına, hem de yercesine inceleyen (!) bir tavra bürünmüş. Havaya göre kıyafet değiştirmek nasıl bir kabahatse artık… (Abarttığımı düşünenlere, akbilimden bir Avcılar-Zincirlikuyu Metrobüs yolculuğu hediye ediyorum. ) 85 yıl boyunca tartışılan rejim bir türlü ‘rayına’ oturmadığından öteki işlere bir türlü sıra gelememiş!

İkinci Büyük Ergenekon Destan’ı yazılmış, destanda kendilerine satır satır yer bulanlar isyan ederken, Türkan Hoca’nın yüreği, emeğine yapılan saygısızlığa daha fazla dayanamayarak durmayı yeğlemiş… İşte bu noktada, her zamanki karamsar listemi bir yana bırakıyor ve hayata dair bambaşka bir noktaya geçiyorum. Siz, televizyon haberlerinden ve gazetelerden bütün bu olup bitenleri izlerken, benim dedem öldü. Önce hastalandı tabii, ölümünden üç hafta önce. Ve bugünden tam 1 ay önce de öldü. Vefat etmedi, hayatını kaybetmedi, gözlerini bu dünyaya kapamadı. Öldü. Basitçe. Kulağı tersten göstermek acıyı mı hafifletiyor sanki? Ölmek, herhalde bu hayatta bir insanın yapabileceği en son eylemdir ve dedem de, bu en son fiilini gerçekleştirdi ve öldü. Türkan Saylan kadar ses getirmedi dedemin ölmesi. Sadece onu sevenler için, o günlerin en önemli ve tek ‘gündem maddesiydi.’

‘Nefes yetmezliğinden’, diye rapor tuttular dedem için. Ölümün bizatihi kendisini ben göremedim; göremeyecek kadar uzaktaydım. Ama dedemin ölerek geride bıraktıklarını gördüm.

İnsan bedenini, ruha ev sahipliği yapan bir ‘kabuk’ olarak nitelendirmeyi tercih etmişimdir her daim. İçinde ruhun olmadığı beden artık değersizleştiği için de insanoğlu onu, kendinden mümkün olduğunca hızlı uzaklaştırmaya çalışır. Bir gün, kendisinin de ‘kabuk’a dönüşeceği gerçeği ile uzun süre yüzleşemez. Sevgili dedem de, ki kendisini yazdığım yazılarda buralarda da anmışlığım vardır, geride ‘kabuk’unu bıraktığında, tüm bu felsefik söylemim buhar oldu, uçtu, gitti. Ölümün kendisi değil de, geride bıraktığı karşıma çıkınca dağıldım. Titredim.

İslam dininin ölüm ile yaşayanlar arasına çektiği korku perdesi gerdi beni. Kabuk’a yaklaşım açısından Hıristiyanları kıskandım. Adamlar en güzel kıyafetleri giydirip, makyajlayıp, parfümlerle süslüyorlar o meşhur son yolculuğa çıkmadan önce. Ve seni, cenazene katılan herkesin görmesi normal karşılanıyor. Yani ömrü hayatında on-on beş yakınının cenazesine katılsan, geride kalan o süslü kabuk ile bir o kadar ilişkiye girme ihtimalin var. Dedemi çok seven Hıristiyan bir dostumuz vardı cenazede, sordum ona: Hıristiyanlar ölmüş birisini görmeye daha alışkınlar mı, yoksa biz dizilerden, filmlerden mi öyle olduğunu sanıyoruz? ‘Haklısın’ dedi, ‘biraz daha farklı tabii cenaze törenleri, ailesi isterse bazen açık kalır tabut ve bakabilir gelenler.’

İslamiyet’te ise, ‘bakmasınlar’ prensibinin ön plana alındığını düşünürsek, yaşayan canlılar ile ölen bedenler arasına çekilen sınırlar, insanın tüylerini ürperten o morg ortamı, kefen ve öncesindeki ‘uygulamalar’, ölümü daha zor kabul edilir hale getiriyor. Yani, bence. Bana, öyle oldu. Dedemin geride bıraktığı Kabuk’u en güzel takım elbisesiyle olmasa da, son gördüğüm pijamalı haliyle uğurlamak isterdim. Daha ince detaya da girerdim ama travmamın bu kadarını bile sizinle paylaşmak yeter diye düşünüyorum. Şunu da ekliyim, ben sıkışık mekânlarda kalmaya dayanamam, daralırım. Vasiyetim öldükten sonra yakılmaktı. Şimdi gidip, bunu noter tasdikiyle onaylatacağım. Zira, geride bıraktığım Kabuk’uma yukarıdan baktığımda, onu asla böyle görmek istemiyorum. Kül olurum daha iyi valla.

Bu kişisel yazımı sonlandırırken diyorum ki, dibi çıkmış dünyanın hali ne olursa olsun siz sağlığınıza çok dikkat edin ve sevdikleriniz gün olup öldüklerinde, ‘keşke daha fazla yanında kalsaydım’ demeyecek kadar onların yanında olun. Bir de, yeni aldığınız hiçbir şeyi ‘temiz dursun’ diye bir kenarda saklamayın. Kullanın doya doya, bırakın kirlensin, kırılsın, dökülsün. Dedemin yanında hiçbir şeyi gömemedik, siz de yanınızda götüremeyeceksiniz, haberiniz ola…

Evet son cümle, ‘forward mail’ tandanslı oldu, farkındayım; ama ya onlar haklıysa?

10 Haziran 2009 Çarşamba

Hayaller dünyanıza hırsız girerse


Melike Geçgel

Hayatınızda yapmak istediğiniz her şeyi yaptığınızı ve yapılacak hiçbir şey kalmadığını düşünün. Sayacağım hayaller, hayallerine ortak olduğum insanlardan çalıntıdır. Altı tane dil biliyorsunuz, dünyanın her yerine muhakkak uğradınız, paraşütle atlayıp, okyanusun derinliklerine daldınız ve aşırı sporların hepsini en az bir kere yaptınız. Bir sürü makaleniz ve yayınlanmış kitaplarınız var. Çalışmalarınız tez konusu yapıldı. Üniversitede ders verdiniz. Yaşadığınız ülke dışındaki bazı ülkedeki üniversitelerde fahri doktor unvanınız var. Spor bir arabanız, bir motorunuz, yatınız ve bahçeli bir eviniz var. Bir film setinde bulundunuz ki bu film yazdığınız bir öyküden esinlenilmiş. Fotoğraf sergisi açtınız. Harika bir kadına âşık oldunuz, evlendiniz, çocuklarınız ve torunlarınız oldu.

Hemen hepimiz bunlardan en az bir tanesini ölmeden önce yapmak isteriz. Biliyorum insanların yapmak isteyeceği şeyler bitmez, gerçi bunlara sahip olan bir insanın fazlasını istemesi açgözlülüktür (yuh derler adama, hatta çok fena kıskanılır); fakat hangimiz isteklerimize dur diyebiliriz ki. Elde edemeyeceğimiz ya da yapmamızın mümkün olmadığı hayallerimizi de yapılabilir düzeye indirmekte çok başarılı bir tür olduğumuz aşikârdır. (Diğer türlerin hayalleri olmadığını nerden çıkardınız ki!) Sanki hayallerimiz olmazsa yaşayamayacakmışız gibi. Düşünün hayal dünyanıza bir hırsız girdi ve size hiçbir şey bırakmadı. (Bu cümleden bu hırsızların yakalanabileceği düşünülüp de ahlak masası gibi hayal hırsızlığı şubesinin de gerekli olduğu düşünülmesin. Hiçbir yetkilinin bilgilerine…)

Önce sadece hayatta kalmak ve zorunlu ihtiyaçlarımızı gidermek üzerine kurulmuş planlarımız vardı. Her geçen gün, daha dün duyduğumuz bir şeyden hareketle oluşturduğumuz planı uygulayamadan yeni hayallere sahip oluyoruz. Ve bana öyle geliyor ki bunlar adı gibi hayalin ötesine geçemiyor. Çevremdeki insanların her planına yetişmiyorum. Hatta bazen bakın ikinizin de planları aynı aranızda iş bölümü yapın dememek için zor tutuyorum kendimi. Bazen de başkalarından duyduğum bir plan gibi sanki benimmiş gibi geliyor. Isınıyorum bu yeni hayale ya da öyle sanıyorum, sanıyorum çünkü bir diğeri gelip çabucak ayartabiliyor beni. Her yeni güne yeni hayallerle uyanmak zaten 1 – 0 yenik olduğumuz hayata penaltı düdüğü çalıyor.

Neden sadece hayatın akışına ayak uydurup, karşımıza çıkan şeyleri yapamıyoruz. Mesela neden tatile sadece gitmek yerine, aylar öncesinden plan program yapmaya başlıyoruz. Nereye gidilecek, neler görülecek, ne yiyip ne içilecek, nerde kalınacak ve sair. Bunların yerine neden yorgun uyandığımız bir sabah bir iki giysiyi ve cüzdanımızı bir çantaya atıp yola çıkmıyoruz. Aylar öncesinden plan yapıp ya da hayalini kurup öyle yola çıkmayı nerden öğrendik? Ki bu yolla yapılmış tatiller genelde sıkıntıya yol açar. Dalacaktım ama daha çamur banyosu yapacaktım, bütün kış bunu bekledim ben ya, gibi uzayası olan cümlelerle dönülür genelde böyle tatillerden. Ve yaşanılan bu “hayal kırıklığı” bir süre sonra unutulur, öyle olmalı çünkü başka bir tatil planı yapılmaya çoktan başlanılmıştır.

Bu örnekleri arttırmak hayal dünyanızın genişliğine bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Ben bir süre önce hayal hırsızlarıyla anahtar teslim töreni düzenledim. (Ne yani yıllardır biriktirdiğim hayallerimi davul – zurna olmadan mı bırakacaktım.) 24 yaşındaki bir insanın hayallerinin taşınmasının uzun zaman alacağını ama bunda korkulacak bir durum olmadığını, yaşama şansımın yüksek olduğunu söylediler. Hayalsiz, plansız fakat umutlu, mutlu, şimdinin önemli olduğu günlerde tekrar görüşmek üzere. Beni özleyin anacığım! (Olacak O Kadar tekrar başlamış, telmih olsun diye, şey, ıhmm…)

8 Haziran 2009 Pazartesi

Kalan olmak


Melike Geçgel

Ben bu aralar zaman zaman kör, bazen sağır, nadiren de lal oluyorum ya da olmayı seçiyorum. Bu yazıyı yazabilmek benim için zor olsa da bazı duygular kelimelere aktarılınca hafiflersiniz ya o anı bir süre de olsa yaşamak için deniyorum.

Hayatımızda bazen “benim başıma asla gelmez” dediğimiz ya da olacağını bildiğimiz ama bilinçaltımızdan çıkmasına izin vermediğimiz durumlarla karşılaşırız.

Kör olduğumuzu zannederiz bazen. Öyle bir duygu ki, her şeyi görürüz görmemezlikten geliriz özel bir çaba harcamadan. Ömrümüzün geri kalanını uyuyarak geçirmek isteriz. Hayat bizi içine dâhil etmeden devam etsin deriz. Güneş doğmasın ya da doğuyorsa batmasın. Gelişiyle mutlu ettiği insanları gidişiyle yetim bırakmasın. Çünkü ben en çok güneş gidince anlarım değerini. Gece yalnızdır, acıtır ve bu yüzden geceleri düşünürüm. Düşünürken anı yaşamayı unuturum. Geceler geçmişimi ve geleceğimi çalar. En güzeli görmemektir zamanı. Zamansızlığı ve sonsuzluğu yaşamaya bırakabiliriz kendimizi. Mekânsızlık ve evreni vücudunla bir yapmak… Bazen de sağır olmanın dayanılmaz hafifliğini hissederiz. Kuş cıvıltılarını, denizin kıyıyı yalayan dalgalarını, rüzgârda fısıldaşan yaprakları, mekân kavgası yaparken ağlıyormuş gibi çimkiren kedileri, hayatın devam ettiğine dair hiçbir imareyi duymayız. Ki bu da gidenlerin ardından kalan olma halinin ağırlığını alır üstümüzden.

En zor olanı da lal olma durumudur. Kapıyı çalmadan, kendiliğinden gelir. Aslında siz kendinize bazı cevaplar vermek istersiniz, neden ve niçinleri bulmaya çalışmak, kendinizden ve çevrenizdeki insanlardan yardım beklersiniz, tek bir kelime bile ilaç olabilirken, lal oluruz. Belki de normalde düşük çeneli bir insan olduğum için en çok lal olmak zoruma gidiyor. Her şey ve herkes sizinle birlikte susar. Arkadaş toplantılarında hep bir ağızdan konuşan arkadaşlarınız gözlerini yere diker; öğütleriyle hep yanınızda olan aile büyükleriniz çocuk kimliklerine bürünür, yüzünüze bile bakamaz. Herkesin yüreği sizinle çarpar ama ilaç olmaya yetmez bu. Kelimelere ihtiyaç duyarsınız. Bilinmeyen bir boşluğa haykırırsınız, size öyle bir kelime söylesin istersiniz ki her şeyi bir anda anlamlaştırsın. Bir anlam ararız neyi çözeceğini umursamadan. Ateşin neden düştüğü yeri yaktığını anlamak olsa da…

“Sizin hiç babanız öldü mü benim bir kere öldü kör oldum”… Benim babamda bir kere öldü ve tüm duyularımı kaybettim. Kaybolmak istedim. Adım unutulsun, yüzüm unutulsun istedim. En büyük acılar içinde kıvranarak buharlaşmak, sonra bir damla olup, yeryüzünde sevdiklerinin ardından kalan durumundaki damlalar deryasına karışmak… Sanırım babasını kaybedenler aynı şeyi yaşıyor ya da aynı duygular çerçevesinde gelişen laflar etmek istiyor.

Bu şiiri ilk okuduğumda Cemal Süreyya için üzülmüştüm. Nasıl bir duyguyla böyle dizeler yazdığını düşünmek bile onun için üzülmeme yetmişti. Ya da hep yaptığımız gibi kendimi istemeden yerine koymuş ve aslında kendim için üzülmüştüm. Başkaları için üzülmenin aslında kendin için üzülmek olduğunu şu an anlıyorum. Bu yazıyı okuyanlar benim için üzülmesin. Neler yaşadığımı düşünmesin. Ne kadar benzer olsa da yaşanacaklar herkes kendi acısını taşıyabilmeli. Kendini belki de acısıyla sınamalı. Belki de sıcak bir dost sesinden “Hayatının en karanlık dönemindesin. Ama gecenin en karanlık anı hava aydınlanmaya başlamadan hemen öncesindeki tan vaktidir. Sen de şu an böyle bir durumdasın. En güzel aydınlıkları beraber yaşayacağız” gibi teselli kuvveti çok yüksek bir laf duyarsınız.