22 Haziran 2006 Perşembe

Türbana bir tema olarak bakmak

kerem özkurt

Türban tartışmaları AKP’nin iktidara gelmesinden evvel de vardı ama son birkaç yıl içinde iyice alevlendi. Son Danıştay saldırısı da; her ne kadar dibi görüneninden çok daha fazlasını vaat eden bir buzul gibi her yeni bulguyla ilk görüntüsünden sapsa da, bu türban meselesini kendine çerçeve edinmiş görünüyor. Diğer bir deyişle ister gerçekten türban adına yapılmış bir eylem olsun, ister türban üzerinden bir çatışma yaratmaya çalışan bir komplo denemesi olsun her halükarda merkezine türban meselesini oturtmuş. Konuyu haklı haksız tartışmasına getirmeden, türbanın nasıl olup da bu kadar popüler bir tema olarak çıktığına bakmak gerektiğini düşünüyorum.



AKP, her genç iktidar olmuş parti gibi kendi kimliğini icraatlarıyla kurmaya çalışmıştır. İktidara geldiği ilk günden beri bir yandan Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokmak için çalışan, IMF politikalarını harfiyen yerine getiren tipik bir sağ-merkez partisi imajı verirken diğer yandan kendi kadrosunun geçmişine atıfla tabanı olarak kabul edilen muhafazakâr kesimi kollayan uygulamalara imza atar görünmüştür. Bu görüntü ilk bakışta çelişkili olsa da basit bir formülle aşılabilecek çok bilinmeyenli bir denklemdir. Formül şu: her parti yapısı gereği farklı fraksiyonlar barındırır içinde. AKP’nin içinde de kendini liberal olarak tanımlayanlardan muhafazakâr tabanı korumak isteyene kadar bir renk cümbüşü mevcuttur. Sonuç, aşırıya kaçmamak kaydıyla her türlü politikanın uygulanabileceği. Yine de uygulamaların sınırını çizen tek kriter bizzat Erdoğan’ın karizmatik liderliği ve yine bu karizmanın büyük oranda yaslandığı kamuoyu olarak tanımlanabilecek bir popüler desteğin sağlanmasıdır.



Türban tartışmasına bu açıdan bakıldığında konuyu alevlendiren parti içindeki hızlı çıkışların bir taraftan genel başkan tarafından yumuşatılması öbür yandan da yine genel başkanın kararlığını (amiyane tabirle “delikanlılığının”) ispat yeri olarak belirmesidir. Böylece parti içinde bir gerilim kaynağı olarak devamlı gündeme getirilir. AKP’nin hep vurgulanan “taban”ına geçtiği bir kıyaktır türban mevzusu ve çözülmesinden ziyade temcit pilavı gibi gündeme getirilip götürülmesi makbuldür.



Gene de işin bu raddeye varması kanımca muhalefetin başarısıdır. Çünkü çoğu yazarın da vurguladığı gibi Avrupa Birliği savunusu hükümetçe sahiplenilince muhalefete laiklikten başka eleştiri alanı kalmamaktadır. O da bu hakkını sonuna kadar kullanarak, hatta eleştirisini çıkış noktası yaparak bu suni gündeme katılır. Sonuçta hem iktidar hem muhalefet kendi kurdukları bir oyunda karşılıklı zar atıp dururlar.



Asıl sorun ise açıkça gözden kaçar. “Geçim sıkıntısı” başlığı altında genelleştirebileceğimiz bir dolu ekonomik soruna iki taraf da ucundan dokunur. Ekonomik göstergelerin veya Merkez Bankası’nın ince hesaplanmış para politikalarının her gün kürsülerden anlatılması, bu konuya odaklanmış gibi görünüp Birand’ın sokaktaki insan dediği “günlük hayat” aktörlerinin yaşam kavgasına ilgisiz kalmaktır aslında. Kimse parasını ucu ucuna yetiren (hatta bazen onu da başaramayan) kişilerin sorunlarında bahsetmez. Çünkü ideolojik kaygılar hayali bir düzlemde var olmuşken (söylemde demek istiyorum) geçim sıkıntısı daha elle tutulur olduğu halde yeterince tartışılmaz. Burada “millet yiyecek ekmek bulamıyor” gibi beylik iddialarda da bulunmak istemiyorum; çünkü idareyi maslahat geleneğinden gelen herkes ekmeksiz de yaşamanın yolunu bulmuş olacak ki, kendi sıkıntılarını birden unutup türban üzerine dönen tüm bu lehinde ya da aleyhinde ağıtlara canı gönülden katılabilmekte.



İdeolojik kavganın da önemi başka. İnkâr etmemek lazım. Ama bu kadar öncelenmesi, çaresi bulunamamış geçim sıkıntılarını ört bas eder gibi geliyor bana. Bu yüzden türban konusuna biraz da bu açıdan yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bazen “ne” tartıştığımız değil “neden” tartıştığımız önemlidir.

9 Haziran 2006 Cuma

Tek yol türbe!


Mustafa Kuleli

“Din, mutsuzluktan ezilmiş bir yaratığın özlemi, umudu, ruhsuz bir dünyanın ruhu, akılsız bir dünyanın aklıdır. Din halkın afyonudur.”*

Bundan 163 yıl önce, Karl Marks, işte bu sözlerle açıklamış dinin mahiyetini. Hatırlatmak lazım; o zamanlar afyon, ilaç olarak da kullanılıyormuş. 163 yıl sonra bugün de dini inanışlar, insanların acılarını dindiren biricik ilaç galiba...
Bu deva arayışının en görünür hali; türbelerde dilekte bulunma, adak adama, çaput bağlama gibi pratikler. ‘Popüler dini pratikler’ diye adlandırılan bu davranışlar, ‘resmi din’e mensup kişilerce günah addediliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kuruma bağlı müftülükler, her fırsatta ‘vatandaş’ı uyarıyor, yalnızca Tanrı’dan dilekte bulunulması gerektiği belirtiliyor. Aksinin Tanrı’ya eş koşmakla aynı anlama geldiği ve bunu yapanların affedilmeyecek bir günah işledikleri çeşitli yollardan anlatılıyor. Gel gör ki, derdi çok halkımız, her şeyi öbür dünyaya bırakmaktansa, bu dünyada da mutluluk, bu dünyada da sağlık, bu dünyada da refah istiyor. Mutsuz çoğunluk, bu ruhsuz dünyanın ruhunu, türbelerde buluyor.

‘Uğursuzluk’tan kurtulmak isteyenlerden, ‘kaderi, kısmeti bağlanmış’lara, iş arayanlardan, üniversiteye girmeye çalışanlara pek çok insan Bakırköy’deki Zuhurat Baba Türbesi’ne gidiyor. Bu türbede, ev ve araba isteyenler bahçeye anahtar bırakıyor, çocuğu olmayanlar türbeye beşik asıyor. Büyükada’daki Aya Yorgi Kilisesi'nin ise sinir hastalıkları ve felce çare olduğuna inanılıyor. Kilisenin bulunduğu tepeye çıplak ayakla çıkılması halinde, dileklerin gerçekleşeceği, bu yokuş boyunca makara çözülerek ve kimseyle konuşmadan çıkılırsa, genç hanımların kısmetlerinin açılacağı düşünülüyor. Ankara-Ulus'taki Hacı Bayram Veli Türbesi’ni ziyaret eden kadınlar, minare kapısının kilidini, ev istiyorlarsa ev anahtarı, araba istiyorlarsa araba anahtarı ile kurcalayarak, dileklerinin gerçekleşmesini umuyor.

Eyüp Sultan, Merkez Efendi, Aziz Mahmud Hüdai, Telli Baba, Helvacı Baba, Zuhurat Baba, Oruç Baba, Karacaahmet, Şahkulu, Gül Baba, Tuzcu Baba, Haydar Baba ve diğerleri… İstanbul’daki, 300 türbe, her gün ziyaretçilerini ağırlıyor, her kesimden binlerce insan, çeşit çeşit sıkıntı ile türbelere koşuyor.


Necati Yürüt, 54 (İnşaat Mühendisi)
“Genelde Cuma günleri gelirler. İşte ne bileyim, sünnet olacak çocuklar, evlenecek olanlar falan gelir buraya. Bizim çocuklar da sınava girecekler, onları getirdik. Dua okuyorlar şimdi içeride.
Ben normalde pek gelmem, çocukların isteği üzerine geldim. Aslında şans getirmesi diye bir şey de yok. Sen çalışmadıktan sonra dua etmekle olmaz o iş. Sen hazırlığını yaparsın sonra burada vicdanını rahatlatırsın. Çalışma çalışma, sonra gel burada istersen on gün yat kalk dua et, olur mu? Öyle bir inancım yok yani.”


Mehmet Yavuz, 65 (Tüccar)
“Ben buralı değilim. Elazığ’dan geldim iş için. Elazığ’da da çok vardır böyle türbeler. Onlara da gideriz, namazımızı da kılarız. Ama bir şey istemeyiz onlardan. Zaten onlar da insandır ama zamanında çok çalışmışlar. Onlardan bir şey istemek yanlıştır.”

Aysu Savaş, 23 (Açık Öğretim Fak. İşletme Böl. Öğrencisi)
“Sıkça geliyorum türbelere, Eyüp Sultan’a, Sultanahmet’e gelir giderim her hafta. Dinimizce uygun değil türbelere gelip dilekte bulunmak. Çok da saçma ayrıca. Yanlış buluyorum. Hurafe hep bunlar. Allah’a şirk koşuyorlar. Dini eğitim yetersizliğinden kaynaklanıyor. Herhalde türbelerde yatanları insan olarak görmüyorlar. Böyle, dileklerini karşılayabilecek biri olarak görüyorlar. Anlayamıyorum ben de, bilemiyorum neden böyle yapıyorlar.”
Gülsüm Kaya, 32 (Ev Hanımı)
“Bahçelievler’den geldik Eyüp Sultan’a. Arkadaş grubumuzla beraber türbeleri dolaşıyoruz her yıl. Yüşa Hazretlerine gittik, Ak Baba’ya gittik, Mahmut Hüdai Hazretleri’ne gittik. Her türbenin ayrı usulü var. Kimisinde çaput bağlarsın, kimisinde taş bırakırsın, kimisinde etrafında üç tur dönersin. Allah’ıma dua da ederim, türbeye gelip dilek de dilerim, kurban da keserim. O ayrı, o ayrı. Yeter ki kabul olsun dileğim.”

Hülya Meriç, 22 (Radyo Programcısı)
Erzincan'da Terzi Baba’ya gittim, bir de Hacı Bektaş-ı Veli türbesine, Nevşehir'de. Hacı Bektaş'a gittiğimizde bir ağaç vardı, oraya çaput bağladım. Üniversiteyi kazanmayı diledim Hacı Bektaş’tan. Ben inanış olarak Alevi olduğum için Hacı Bektaş'a gittiğimde dileğimi ona yönelttim. Oraya o zatı görmeye gidiyorsun, türbesinde tabutun başındaki bezi öpüyorsun, saygını sunuyorsun, dileği de ondan istiyorsun. ‘Ben sana geldim, saygımı sundum, dileğimi kabul et.’ diyorsun. Aslında o da Allah'ın kulu ama o farklı. Allah katına ulaşmış, ya da aracılık yapmış Allah ile kul arasında. Dolayısıyle duamızı ulaştırabilir. İsteğimizi Allah’a kabul ettirebilir. Ben Alevi olmama rağmen dine çok bağlıydım üniversitedeyken. Namaz kılmayı öğrenmiştim ve namaz kılıyordum. Yani anlattıklarımda bunun da etkisi var. Ben cahil değilim. Türbeye gitmek cahillik değil.”


* (K.Marks, Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Giriş)

4 Haziran 2006 Pazar

Biz de varız!

Melike Geçgel

Geçen akşam Siyaset Meydanı'nın konuklarıydı romanlar, çingeneler. Ben çingene demeyi seviyorum, daha yalın, daha saf, daha doğru geliyor bu kullanım bana. Gerçi ben insana insan derim ama...

Televizyonun karşısında ders çalışmayı sevmişimdir oldum olası, 15 yaşıma kadar ailemin karar verdiği programları izlesem de sadece, kapalı bile olsa televizyon ben onun karşısına yayılıp çalışmaya bayılıyorum. Hatta hemen hemen bütün işlerimi onun karşısında yapıyorum, belki de ilham alıyorumdur ondan.

Yine böyle bir anımda, yani çalışırken, bir anda içimin kıpırdamasını sağlayan bir müzik çıkıverdi televizyondan. Lüleburgaz Roman Senfonisi...

Ben İzmirliyim. Ne alakası var demeyin İzmir ile çingenelerin. Çünkü İzmir'in güzel bir yanı da -her türlü insan vardır, hepsi bir arada yaşamayı öğrenmiş, istisnalar benim kaidelerimi bozmaz- insanlardır. İzmir'de bir nevi çeşitleme yapılmıştır. Neyse, bizim evin sadece iki sokak yukarısında yani yukarı mahallede çingeneler oturur. Çoğunu tanırım, bazıları ilkokul arkadaşımdır hatta. İşte o gece televizyonda duyduğum o tanıdık ezgiler beni çocukluk günlerime götürdü.

Erdinç vardı mesela ismiyle hatırladığım, çok güzel darbuka çalardı. Biz de oynardık sıraların üstüne çıkıp. Mesela ben ilk kez orda sevdim dans etmeyi. İlk kez Erdinç'in ablasından öğrendim göbek atmayı. O gece yine kalkıp oynamak geldi içimden ki, oynadım zaten. Yalnız o günler hep neşeli geçmezdi. Bana en çok dokunansa, hissettirilmese de bize ya da onlar hissettirmediklerini düşünseler de yapılan ayrımcılıktı. Evet, o küçücük çocuklar arasında ayrımcılık yapıyorlardı. Hepimiz farkındaydık bu durumun.
Bir gün sınıfta temizlik kontrolü vardı. Bilirsiniz hoca öğrencilerin saçlarını ve tırnaklarını kontrol ederdi. İşte bu esnada bir kız arkadaşımızın- ki bu arkadaşımızın ailesi okula baya bağışta bulunurdu- saçında bit bulundu. Kızı hemen dışarı çıkardı hoca ve diğerlerimizin saçlarını kontrol etmeden, sınıftaki çingene arkadaşlarımızı da çıkardı. Biz de fırsattan istifade bahçeye oyun oynamaya çıktık. Ne de olsa çocuktuk, dünya ve bitler pek de umurumuzda değildi doğrusu. Daha sonra öğrenmiştim olan olayı, hoca çingene arkadaşlarımızın saçlarını kontrol etmişti ve hiçbir şey bulamamıştı, ama sınıfta ben de dâhil birçok arkadaşım bitlenmiştik. Okullar tatil edilmişti, herkesin temizlenebilmesi için. Çocuktuk, bazılarımız bit denen o mikroskobik hayvanla ilk kez tanışıyordu. Bazılarımızsa hiç tanışmamıştı Erdinç gibi. Ama suçlusu oydu, çünkü o koyu tenliydi, zayıftı, iki sokak yukarıdaki derme çatma evlerde oturuyordu, ebeveynlerinin onlara göre doğru düzgün işleri yoktu, onlar hayatı ti'ye alıyordu, onlar sadece eğlenip eğlendiriyorlardı, onlar okumasa da olurdu, onlar ayakkabı boyardı, onlar çiçek satardı, onlar...

İnsanlar hep bir suçlu ararlar kendilerine, toplumun küçük grupları suçlamaya ihtiyacı vardır. Onlar suçlu oldular, günah keçisi, şamar oğlanı oldular, onlar bugüne kadar kendileriyle gurur duydular varlıkları inkâr edilse de, onlar sevdiler kara gözlü çingenelerini, onlar hıdrellezi en büyük ateşleri yakarak kutladılar, onlar gül ağaçlarının altına hayallerini gömdüler, onlar çıplaktı sadece örtündüler, onlar birer romandı kaleme alınmamış, onlar içimizdeydi ve birçoğumuz onların farkındaydı. Onlar, o kadar uzar ki, çünkü onlar benim hayatımda önemli bir yere sahipler.

Sizi birbirinize kırdırmalarına, sizi şu ana kadar yaşadıklarınıza rağmen içinizde yer etmesine izin vermediğiniz nefretle doldurmalarına, sizi yok sayanların olduğunu tasdikletmelerine, sizin eğlenceleriniz, kültürünüz, insanlığınız dışında üzerinizden prim yapmalarına izin vermeyin. Onlar kendilerine prim yapmayı o kadar iyi bilirler ki sizin saf kalpleriniz bunu kaldıramaz.

“Biz de varız!” olmamalı bu yüzden sizin sloganınız, “Biz varız!” olmalı. İyi ki varsınız...