27 Şubat 2006 Pazartesi

Kişisel zamanlar

kerem özkurt

İlkokulda karatahtanın tam karşısındaki duvara, duvar boyunca asılmış, sonbahardan itibaren her mevsimin ayrı renklerde, mevsimine uygun resimlerle temsil edildiği tablodaki takvime göre yıl aralıkta biterdi. Öğrenciler içinse haziranda. Çantaların, kullanılmaktan uçları kıvrılmış defterlerin, üzeri karalanmış kitapların, hala kaybolmamışsa silgilerin, kalemlerin bir köşeye atılıp, akşam ders çalışma kaygısı olamadan gönül rahatlığıyla oyun oynama zamanı. Yaz dediğin tatildir. Okulun kapısından eylülde dönmek üzere çıkıldığında başlar.

Çalışmaya başlayınca yaz, masanın üzerinde dosyaların biriktiği, acelesi olan işlerin birbirini kovaladığı anlarda, en çok da bu anlarda kurulan bir tatlı kaçamak gibi gözlerin dalma sebebi oluverir. Ne zaman izin alınır; eşi dostu, yakını görmeye; ya da elini sıcak sudan soğuk suya sokturmayan çok yıldızlı bir otelin barında ferahlamaya gidilir, işte çalışanın yazı odur. İlla üç sarı aydan birine denk gelmesi gerekmez.

Zaman ölçmeye yarayan her aygıt, ezelden beri varmış aldatmacasıyla, bölüp parçalarken işleri ve yaşayışları; insanoğlu kendine bile fark ettirmeden kendi zamanını tutturmuş gidiyor. Her biri nevi şahsına münhasır tarihlerini titizlikle yazdırır gibi evrenin en dip köşesindeki daktilo ve şemsiyeden oluşan açık hava bürolarında oturan arzuhalcilere. Miladı kendi doğumları; çağ açıp kapayan olayları az çok önemli Fransız ihtilali kadar. Bunun içindir; bazen takvimlerin beylikleri sökmez.

Aralığın ilk günü değil de, evin içine, bir hazine sandığı gibi özenle açılmış bir eski zaman sandığından yayılan naftalin kokusu ile başlar kış. Özlenmiş kazaklar; boy attıysa çocuk bir küçüğüne terzi oyunlarıyla uydurulan hırkalar; unutulmuş, görünce sevindiren gömlekler; rengârenk el emeği bereler, atkılar, eldivenler, hepsi sökün edince havanın soğu hissedilir. Kar henüz atıştırmadan anlaşılır kışın geldiği.

Gün yirmi dört saat ama gece yatağına girince, bir vakumla çekince yatağın tüm günün yorgunluğunu; gün o vakit biter; yirmi dört saat dolsun dolmasın. Güneş de gözlerini açmadan doğmaz. Doğsa da umurun mu? Sen yoksan dünya dönmüyormuş gibi, sen olamadan yazılamaz tarihin.

Dakikalar bile vazgeçer kandırmaktan, iddialarından vazgeçer. Tüm çerçeveli resimlerin zaten odaya girmeden sinirlerini sızlattığı dişçi salonunda işlediğinden daha hızlı akar zaman. Fatura kuyruğundaysa pili bitmiş saat, lütfen ilerler saniyenin titrek çubuğu. On beş dakika arayla kalkan otobüsler, sen bekliyorsan, hele bir de bekleniyorsan, öldür Allah gelmez. Nafile; kolundaki bir garip elçi; vurmakla döndüremezsin zamanı- ki bu zamanını senden intikamıdır sen kendi tarihini yazdırdığına inanırken.

Saatten takvimden başka şeyler belirler aslında zamanı. Daha çok anmaya başladıysan anneni babanı, sınavlar bitiyor, eve dönme zamanıdır. Daha çok susuyorsa, gülmüyorsa artık, çabalasan da gidecek, ayrılık zamanıdır. Derin bir nefes alsan, göğsünü dolduracak kadar mutlusun, sevmek zamanıdır. Zamanıdır yaşamının, göz göze gelmişken ve her zamankinden güzelse Kadıköy, şükredebiliyorsan yaşamışlığına.

Kim icat etti zamanı, ilk kim kullandı? Ne fark eder, kişisel zamanları var insanların, kurulmuş saat gibi; ya da bir kadın resmi mutfaktaki takvimine kırlangıçların döndüğü günü işaretleyen.





12 Şubat 2006 Pazar

Vapur

Tümünü Yaslakerem özkurt

Birden fazla şey tanımlar bir şehri; belediye amblemlerine sığmaz yani şehrin simgeleri. Bir tarihi eser, bir hayvan, bir olay, bir insan. Görünce hemen aklınıza şehri getiren… İstanbul şanslı, hepsinden biraz var onda; ama en fazla çevresindekilere aldırmadan, öyle başına buyruk ve bir dul kadın çekiciliğinde akan boğaz sularının üzerinde yüzyıllık bir dedikoduyu sürdüren vapurlarıdır şehri anımsatan.

Bir yolculuk günlük yolculuklar arasında, işe ya da eve ulaşmak için bir yol artık kanıksanan. Her kanıksanan gibi artık güzelliğine aldırılmayan… Her yolculuk gibi bekleme salonunda başlayan. Sabahleyin uykulu ve aç, akşamleyin yorgun ve yine aç insanlar kıpırdayacak yer bırakmıyorlar salonda. Tek başına olmayanlar illa konuşup şakalaşıyorlar; dedikodular, gülüşmeler. Yalnızlar; kalabalıklar içinde bile yalnız onlar; diğerleriyle dirsek ve çanta teması kuracak kadar sıkışık bu on beş dakikayı geçmeyen bekleyişte bakacak yer bulamıyorlar. Ellerindeki gazeteye göz gezdiriyor, olmadı telefonlarını karıştırıyorlar. Pek azı yarı bilinçli açılmasını bekledikleri kapının kare kare bölünmüş deniz iskele manzarasından İstanbul’a dalıp gidiyor; ta ki kapı açılıp kalabalık küçük, dikkatli ama hep aceleci adımlarla bekleme salonundan vapura akıncaya dek.

Vapurda nereye oturulacak mühim mevzu. Mevzilenme hava koşulları ve yolcunun psikolojik durumuna göre değişir. Örneğin bahardan kalma bir hava ve her şeye rağmen içini ısıtan bir güneş varsa vapur kenarına oturulacak. Ne olur ne olmaz ceketin, hırkanın yakası kaldırılacak, rüzgârlı olur kenar. Ayaklar demire uzatılacak, gelip geçen keyfi bozsa da; diğer yolcular munis bahar havası altında gerinen İstanbul evleri; simitçiyle çaycı da kelimeleri takla attıran seslenmeleri ve geçim derdini içinde acı bir gülümseme gibi taşıyan yüzlerindeki sevecen ifade hatırına bağışlanacak. Boğaz sefası bir sigara tellendirmelik…

Üst kat da güzel havalar için. Biraz lükse kaçıyor ama. Bir köşkün verandasından seyretmek gibi boğazı, müştemilat yerine. Ahşap sıralar üzerinde, yüzüne bir yerden gelip yerleşen güneş huzmesinin farkında olmadan tavanın pürüzlü yeşilinin badana mı yoksa denizin yansıması mı olduğunu da düşünebilirsin. Gıcırdayan döşemelerin sesini gemi motorunun gürültüsünden duyamayarak gezinebilir, manzaraya göre yer değiştirebilir, korkuluklara dayanarak martılara simit de atabilirsiniz. Martılar ikincisine daha memnun olurlar.

Işığın altında bembeyaz ve parlaktır pamukla doldurulmuş gibi karınları. Turuncu gagası sonradan eklenmiş başları biçimli ve öne doğru atılmaya hazır. Hırsla pedalları çevirip birkaç metre pedal basmadan, devir alan tekerlekle ilerleyen bisikletçi temposuyla vapurun yanı sıra ekmek kapmaya çalışıyorlar. İyice yanaşınca bir iki saniye kanat çırpman havada asılı kalıyor atılacak parçayı bekliyorlar. Yakalayamazlarsa düşen ekmek için, düşüşü kendinden başka gören diğer martılarla deniz üstü pike için ayrılıyorlar sürüden. Lokmayı ilk kim kaparsa… Ekmek kavgası; tam anlamıyla…

Şilepler geçiyor vapurun önünden ardından; yük gemileri hantallıkları kadar övünmedikleri ihtişamlarıyla. Özlemeyi kanıksamış ve her kanıksanan şey gibi güzelliğini sıyırıp sadece acısını barındıran bir tayfa, güvertesinden belki de ilk defa gördüğü şehri, diğer şehirlerden ayrı ama hep aynı heyecansız merakla seyrediyor. Küçük bir çocuğun, sırf çocukluktan kaynaklanan teklifsizliğiyle salladığı ele cevap vermek için kaldıracak başını, hareketlenecek daldığı düşüncelerden.

İstanbul kıyıdan akıp gidecek, vapurun yanından tüm çeyrek saatlerde olduğu gibi; bayramlar ve resmi tatiller hariç. Vapurdakilere alışılmışlığı hatırlatacak sadece. Onlar da kafalarını gazetelere, kitaplara, konuşmalara, kulaklıklara gömüp her şeyin boğaz suları gibi önlerinden akıp gitmesine izin verecekler. Arsız bir çocuk onlara el sallayana kadar…

6 Şubat 2006 Pazartesi

İzlenim – Genç Parti’nin ‘seçim startı’

Mustafa Kuleli

İki-üç gün önceden görmüştüm; “Cem Uzan Seçim Startını Veriyor” diye yazıp, asmışlardı pankartları İstanbul’un dört bir yanına. O, ‘start verir’ de, biz durur muyuz, pazar pazar attık kendimizi Lütfü Kırdar’a.(1)

Anadolu’nun dört bir yanından otobüslere doluşarak gelen vatandaşlar, salonu da, hınca hınç doldurmuş. Öylesine ki, koridorlarda, basamaklarda, tekmil bütün salonda adım atacak yer yok.

Geç gelmiştim ben, Uzan beklememiş, başlamış konuşmaya. Salonun en dolu, en sıkışık dakikaları... Salon dışına iki adet dev ekran kurulmuş, biri girişe, biri de dışarıya, kongre merkezinin önündeki geniş, açıklık alana. İçeriye giremeyenler girişteki dev ekrandan izliyor, “Türkiye’nin önünü açacak adam”ı. Dışarıdakine ise pek rağbet yok. Anlaşılan ‘parti yöneticileri’ toplantının daha kalabalık geçeceğini ummuş.

Cem Uzan dik, mağrur. Mavi gözlü bir dev adeta! Her hareketiyle, her mimiğiyle, her tonlamasıyla ‘Yıkılmadım Ayaktayım!’ diyor. Kürsüye, Uzan ailesinin ‘eski’ yatırımlarını gösteren yedi dakikalık bir ‘mini-belgesel’in ardından çıkmış ve demiş ki; “Ben ailemle gurur duyuyorum”, bu kadar da ‘cesur yürek’(!), anlayacağınız.

Salonun duvarlarına sıra-sıra pankartlar asılmış; “Ne olursa olsun kalbimiz seninle”, “Ölmek var dönmek yok”, “Bu sevda bitmez”,” Başbakan Cem Uzan” ve bunlar gibi daha nicesi. Bir tanesi ise Tayyip Erdoğan için özel olarak hazırlanmış; ‘Kâbusun Geliyor!’...

Tayyip Erdoğan’dan, tüm salon nefret ediyor galiba. Bozkurt işareti yaparak, “Şehitler ölmez vatan bölünmez” diye bağıranından siyah kürklü, sarı boyalı saçlı, eski CHP’li hanımlara, köylü kurnazı ‘öncü esnaf’lardan temiz kalpli üretici teyzelere herkes -tabirimi mazur görün- Tayyip’e kıl! Uzan, “Sayın Başbakan” diye başlıyor söze, alıyor salonu bir yuhalama. Bağıranlar, küfredenler, “Boynu altında kalsın onun!”, “Allah belasını versin!” diyenler, bir bağırtı, bir nümayiş ki sormayın gitsin.

Nihayet bitiyor konuşma, partililer bağırmaktan ve alkışlamaktan yorulmaya başlamıştı zaten. Cem Uzan, her konuşmasının sonunda yaptığı gibi, Orhan Gencebay’vari girişi, Uzan’vari çıkışıyla, o meşhur sloganını tekrar ettiriyor kürsüden, yandaşlarına:

“Umut için, yarınlar için, insanca yaşamak için, Çekilin, açın Türkiye’nin önünü, Durduramazsınız, Türkiye geliyor!”

* * *

O, “Türkiye geliyor!” diyor ya, ben salona baktığımda pek öyle bir izlenim edinmedim açıkçası. Tarihte her şey iki kez cereyan eder demiş Marks, birincisi trajedi, ikincisi komedi olarak. Varın siz karar verin artık, hangisi trajedi idi, hangisi komedi olacak…


(1) Lütfü Kırdar Kongre Merkezi
(2) Cem Uzan’ın konuşmasının tam metnini www.habergenc.com adresinde bulabilirsiniz.
(3) Yine www.habergenc.com sitesinde “Genç Parti’den Muhteşem Start” başlıklı bir yazı var, kalbiniz sağlam ise o yazıyı da okumanızı öneririm.

Dönmek

kerem özkurt

Herkes evine dönecek bir gün. En azından onlar öyle sanıyor. Memleketinden, sevdiklerinden, anılarından, çocukluğundan, gençliğinden, haytalığından çıkmış gelmiş herkes, geldikleri yere dönecekler. Özledikleri, zor anlarında gözlerinin önünde ustaca boyanmış bir tablosunun oluştuğu o yere, o zamana. Yeter deyip en sonunda -çünkü hayat işi gücü yokken tüm bahtsızlığı ve acıyı tümden yıkıvermiştir bu biçarenin üzerine- ne varsa elinde atıp oraya gidecektir, dönecektir. Ama orası?

Orası donmuş kalmış bir zaman, bir yer. Tarihin hiç umursamadan ve karakterine oturmuş bir savurganlıkla tüketip bir kenara fırlattığı yaşanmışlıkların içindeki o yerler, o zamanlar. Biz, şehir insanlarının kanepe altlarından, dip köşe dolaplardan, çalışma masalarının kağıt biriktiren çöp kutularından toplayıp, düzelttiğimiz sonra tekrar tekrar okuduğumuz. Sanki gerçekleşecekmiş gibi, sanki gerçekten bırakılıp gidilebilirmiş gibi.

Oysa filmdeki adam yapmıştı. Gizli ajanların feleğini şaşırtıp dünyayı kurtardıktan sonra İsviçre’de dağ manzaralı iki kat evin verandasında kahvesini yudumluyordu. Yada o kadın aşkı için mükemmel bir kariyeri, peşinde koşan zengin, başarılı yakışıklı adamı ve gökdelenin en üst katındaki konforlu evini bir çırpıda silivermiş; mutluluğu, güzelliğini sakin ve sade yaşantısından alan sıradan küçük bir kasaba da bulmuştu. Öyleyse dönülebilirdi.

Belki baştan yanlıştır. Küçük bir sahil kasabasında beraber büyüdüğü komşu kızına gönül vermiş, geçimini nesillerdir balıkçılıkla sağlayan, dünyanın işlerliği üzerine yazılmış, teorilerden, kitaplardan, tartışmalardan haberi olmayan, duysa anlamayacak, evrensel düşünüp kalorifer peteğinin yanında etini kesmeye uğraşırken; aslında dünyanın, insanlarını bile insanlıktan çıkaran bir kara parçası üzerinde yaşanan acıyı ta içinde hissetmeyen, tek derdi ertesi sabah fırtına çıkmaması olan biri olarak da dünyaya gelinebilirdi.

Gel gör ki kader bir şekilde kirletti bu saf şehir insanlarını, sonra da çamurun içinde debelenir halde bıraktı. Çare: Doğaya dönülecek. O kirlenmemiş saf insanların diyarına. Bir zamanlar bırakılan ve sanki bırakıldığı gibi duran o yere, o anlara.

Bir sabah uyandığımızda bomboş olacak İstanbul; herkes özlediği yere, zamana geri dönmek için yola çıkmış olacak. Geri kalanlar ise köprü trafiği azaldığından işlerine daha çabuk gideceklerini düşünerek sabahleyin bir saat fazladan uyku çekecekler.

Ankara'nın taşına bak...

Melike Geçgel

Pek uzun zaman da olmadı aslına bakarsanız burada yaşamaya başlayalı. Evet, başkentte zorunlu ikamet ediyorum. Okul burada n'aparsınız...

Küçükken gelmiştim birkaç kere Ankara'ya. Güzel gelmiş olmalı ki gözüme, üniversite için ilk tercihimdi burası. Tabi o yaşlarda anıtkabir büyülemişti beni. Milli eğitimin ve hizmetkârlarının beynime soktukları ulu, yüce, her şeyimizi borçlu olduğumuz Ata'mız orda yatıyordu. Müzesi vardı ve tabi hikâyeleri de. Ve bir de çok yeşil, her yer park bahçe, gez ve oyna.

Üç yıldır buradayım, aslına bakarsanız alışmadım da değil. İster istemez alışıyor insan. Pazarına, marketine, karşı komşunun yüzüne, üst kattaki teyzenin meymenetsiz suratına. Alışıyor insan.

Ben yazılarımın bundan sonraki bölümlerinde yine değinirim üstte geçen teyzeye, pazar ve markete.

Sanırım geçen yerel seçimlerden 6 ay önce başladı her şey. Ama sizlere bundan da önce Başkent'in genel yapısından bahsetmeliyim.
Ankara için fazla gelişmiş köy diyebiliriz. Biraz da kalabalık... Bilindiği üzere Ankara' da deniz yok. Tabi asıl konuyla bağlanacak olan zat, sağ olsun, Ankara'ya deniz getirdi. Her yanımız yapay göl ve yapay mutluluklar, yapay içkiler ve muhabbetler.

Ankara' ya geldiniz diyelim, neler yapılır? Kızılay' gidilir, Güvenpark'a varılır. Ama anlamsız birkaç heykel ve yine ismi malum zat'ın isteği üzerine yapılmış, sadece helikopterle seyahat edenler yararlanabilsin diye yolun ortasına konumlandırılmış saat görünümlü ne idüğü belirsiz bir ŞEY çıkar karşınıza. Karanfil'e geçmenin zamanı gelmiştir o anda. Bir de bakarsınız karşınızda -günün hangi saati olursa olsun- çılgın kalabalığıyla karanfil durmakta; ama siz oraya geçmenin bir yolunu bulamamaktasınız. Sorarsanız alacağınız cevap:

Kardeş şindiii,- sizin böğürme sandığınız aslında sorunuz cevabı olan bir şeyler- ve eklediğiniz bir pardon. Sonra ne mi? Siz ya bıkmadan aynı kişiye sorar ve her seferinde kendinizce bir kelimeyi anlamlandırırsınız ya da büyük bir ihtimaldir ki yanınızdan öğrenci olduğunu ilk bakışta anlayacağınız biri geçer ve siz ona sorarsınız ve cevap:

Hocam bak şimdi hatta bakma gel ben göstereyim; nerelisin hocam? Ve siz zorlu parkurları geçmeye çalışırken, aynı zamanda hafıza geliştirme alıştırmaları yaparken bu muhabbet sürer gider.

Fazla uzatmadan söylemeliyim artık, Ankara'da yaşayan yaşlı nüfus, engelli vatandaşlar göz önünde bulundurulmadan, insanlar 10 metre en fazla 20 metrelik –ki o kadar olduğunu hiç zannetmiyorum– bir yolu kat edebilmek için yerin birkaç metre altında birkaç kilometrelik ve 10 ila 15 çıkış yolu olan labirentvari bir yapıdan geçmek zorunda kalıyor.

Bu kadarla kalsa yine iyi. İşte asıl bahsetmek istediğim konuya geldim. Ankara'nın en önemli yolu olan - Bakanlık yolu olarak da bilinen – Eskişehir yolu, Ankara'nın ana damarlarından biri. Nerdeyse tüm bakanlık ve müsteşarlıkların, ATO (Ankara Ticaret Odası), Hacettepe, Bilkent ve ODTÜ'nün de üzerinde yer aldığı bu otoban niteliliği gösteren yolun tam da ortasına kurulmuş olan metro durağından bahsetmek istiyorum. Yani bunca yazdığım şeyle buraya bağlanmak istesem de bir kin kusma durumu mevcut olduğundan bir türlü bağlanamadığım konu buydu.

Evet, ismi malum zat, geçen yerel seçimlerden 6 ay önce Ankaralıya müthiş bir haber verdi. Ankaralının ulaşım sorununa kökünden çözüm getirecek bu projenin seçimlerle kesinlikle bir ilgisi yok tabi ki. Metronun ulaşım ağını genişletip, Eskişehir yolundan geçip, yani tüm o yol üzerinde olan yerlere bağlanacak bir metroydu bu haber.

Şimdi siz gelip de bir Eskişehir yolundan geçerseniz görmemenize imkân yok, Ankara' ya uzaylıların geldiğini düşüneceksiniz. Fitüristik mimari örneği teşkil eden, adının bakanlık metro durağı olduğu, ışıkların sürekli ve hızlı bir biçimde değiştiği, ulan elektriğe yazık diye düşünebileceğiniz bir Şeyle karşılaşıp, onun sadece ama sadece bir metro olduğunu öğrendiğiniz de ne yapacağınızı tahmin edemeyeceğim.

İşte asıl sorun bu ulaşım problemini çözmek için 2002'de başlanılan projenin hala tamamlanamamış olmasıdır. Ama zat-ı şerif, Eskişehir yolunun tam ortasına daha tamamlanmamış bir metronun durağını yerleştirdi bile.

Peki, gerçekten çözüm olabilecek mi bu durak? Ya da neden bu projeye Sayın zat'ın da hisselerinin olduğu Armada adlı alışveriş merkezinin açılışından sonra başlandı? Daha önce de kendileri ulaşım problemini ortadan kaldırmak için Eskişehir yolunu genişletmek için yine başkentin tüm trafiğini ve ulaşımını altüst etmemiş miydi? Ve saire ve saire...

Peki, yaklaşık 4 yıldır dakikalarca ve bazen de saatlerce ulaşımı felç etmiş olan bu metro gerçekten işe yarayacak mı? Evet, kesinlikle yarayacak, binlerce çalışan, öğrenci daha kısa zamanda daha ucuza yolculuk edebilecek. Fakat anlamadığım şey sadece bir metro durağı olan bu durak neden bir şahesere dönüştürülmek istendi?

Yine olan halka oldu. Hala sabah evden işe gitmeden önce acaba bugün hangi yol kapatılacak diye düşünüyorlar. Ya da bu sefer hangi mimar kendi ve zatın egosunu tatmin etmek için acayip ve gayet anlamsız projeleri gündeme getirecek?

Ankara kasvetli, gri ve sararmış binalarıyla, yeşilliğiyle, parklarıyla gayet güzel ve planlıydı. İnsanların ego tatmini yüzünden birbirinden kel alaka yapıları var artık. Ülkenin başkenti batlılaşmak uğruna elden gidiyor ve kimse de buna dur demiyor.

“Ankara'nın taşına bak gözlerimin yaşına bak...”