28 Eylül 2009 Pazartesi

Banana waaaay, banana waaay bananaaa


Mustafa Kuleli


Bilenler bilir; Google, Analytics hizmetiyle bizim sitenin istatistiklerini tutuyor. (Google’ı muhasebeci tuttuk sanki)

Memnunuz kendilerinden, bir sorunumuz yok da, geçen ayın istatistiklerinde ilginç bir detay gözüme çarptı: GünlükHayat’a Türkiye’den sonra en fazla Brezilya’dan ziyaretçi gelmiş. 13 Brezilya ikametli vatandaş, son bir ayda GH’yi ziyaret etmiş.

Şimdi bu durumu nasıl izah edeceğiz?

Sevgili Mithat’ın futbol yazılarındaki ‘keyword’lerden mi, yoksa "Sık sık tek başına Brezilya’ya giden ev hanımları”ndan mı acaba?

Brezilya güzel memleket, ılıman bir iklim, böyle güzel tropikal meyveler, kokteyller, dans falan…

İyi yani… İyi de, yine de merak ediyor insan.

Nasıl oldu acaba bu iş? Var mı cevabı olan?

10 Eylül 2009 Perşembe

Ben apartman yöneticisiyim!

Fotoğraf: Radikal Gazetesi

Duygu Kocabaylıoğlu

"Yazın bunalıyoooz, kışın ısınamıyoozz… Bütün şikâyetler bana gelir.” Sözleriyle başlıyor televizyonda dönen banka kredisi reklamı ve apartman yöneticisi olduğunu söyleyen hanfendinin akıllıca(!) bir çözüm araştırıp, bularak çevreye duyarlı yatırımlar için özel olarak çıkartılan bir banka kredisi alıp, bu sayede binaya yalıtım yaptırdığını, hem kendisinin hem apartman sakinlerini huzura kavuşturduğunu öğreniyoruz. Ha bu reklam diğer tüm reklamlar gibi abartılı ve göz boyamaya da yönelik olabilir. Ama yalıtımın bir binayı koruduğu ve koruyacağı gerçeğini, apartman yöneticisinin şikayetleri dikkate alma sorumluluğu olduğu gerçeğini değiştirmez. “Yazın bunalıyoooz, kışın ısınamıyoozz” diyen sakinler bir sonraki apartman toplantısında dertlerine çare bulamadığı için var olan yöneticinin istifasını(!) isteyip, onu değiştirebilirler ya da kendileri aday olabilirler. Al sana en küçük ölçekte demokrasi! Bu ülkede demokrasi 20 dairelik apartmanlarda başlıyor ama maalesef apartmanın demir kapısından geçip, sokağa bile yayılamadan oracıkta kalıveriyor.

Bugün “Ben Büyükşehir Belediyesi Başkanıyım!” diyen zatların bırakın 15 milyonluk şehri idare etmeyi, bir nev-i çekip çevirmeyi , ‘köy muhtarı’ mevkisini bile dolduramayacağını, iyi kötü idare eden köylüyü çamura boğacağını cümle âlem görüyor da köylünün bizzat kendisi görmüyor!
Efenim dün sinirlerim el verdiği sürece doğal(!) sel felaketini televizyonlarda takip etmeye, yetkili yetkisiz her ağzından çıkan lafa yetişmeye çalıştım. Asabım kaldırdığı ölçüde, sırf haberim olması maksadıyla köy muhtarının ‘loji’ye sığmayan açıklamalarını dinledim.

Ve alt alta şunları sıraladım:

  • İyi ki İstanbul boğazı taşmadı!
  • İyi ki okullar tatildi! Düşünsenize öğrenci servisleri de o sele girmiş olsa, şimdi onlarca çocuk kaybolmuş ve ölmüş olabilirdi!
  • Kendimi Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık romanında hissediyorum. Efsanevi romanın bir bölümünde kasabaya yıllarca yağan yağmur kesilmez, her şeyi sel götürür, hayvanlar ve evler suda yüzer. Fakat herkes bilir ki Marquez bir masal anlatıcısıdır!
  • Birileri bu adamların önüne lise coğrafya kitabı ve atlası koysun, okyanus kıyısında olmadığımızı, New Orleans'ı, Filipinleri, Uzak Doğu’yu yerle bir eden t-sunaminin, kasırganın buralarda görülmediğini ve TDK sözlüğünden doğal afet kavramının tam karşılığını anlatsın!
  • Ayrıca takvim de verilsin, İstanbul’u kim, hangi yönetimler kaç onca yıldır yönetiyor hatırlatılsın!
Bir telefon bağlantısından alelacele alınmış not:

Mimar, MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Görevlisi Oktay Ekinci: "Bizim bir öğrencimiz böyle bir imar planıyla karşımıza gelse, çok açık söylüyorum sınıfta kalır!"
Ey Sayın Ekinci! Mimarlar Odası genel başkanlığı bile yapmışsın ama boşuna mimar, yüksek mimar, şehir planlamacısı yetiştirdiğini halen anlamamışsın maalesef! Halbuki sizin öğrencilerinize "Siyasi Ranta Girişi I-II, Belediyelerde İleri Rant Uygulamaları" gibi dersler vermeniz gerekirdi. Ama nerde o öngörü değil mi efenim?

NTV haber merkezinin sunucularından Erhan Ertürk’ün çok çevik ve becerikli bir üslupla haber merkezi yönettiğini ve İstanbul’un başına geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Var olan yönetimsizlikten daha etkili olacağına kesinlikle eminim. Ayrıca Oğuz Haksever, meteorolojinin ‘Dikkat! Sel gelebilir!’, diye bas bas bağırmasına karşılık hiçbir şekilde önem alınmamasına ve 26 kişinin pisipisine ölmesine o kadar öfkeliydi ki elinde tuttuğu ilkokul 4.sınıf, resimli ilkyardım kitapçığını satır satır ve bağıra bağıra okudu stüdyoda. Belki sesini birileri duyar, diye düşünüyor sanırım…

Başarısız bir apartman yöneticisinin bile sorumluluk alıp istifa ettiğini ya da üsturubuyla görevini bıraktığını, nedense gecenin bir vakti eksi sözlüğü açıp “Kadir Topbaş’ın istifa etmesi” başlığını görünce hatırladım. Değil mi ya, şerefiyle istifa etmek gibi bir kavram var bu dünyada! Ama Türkçe karşılığı henüz oluşturulmadı ki bu yüzden hep Japoncasına, Frankçesine başvuruyoruz tanımlarken…

20-25 dairelik Apartman yöneticisi hanımefendi dahi komşularının dertlerine çare olmak için çözüm arayıp, bulmuşken, 15 milyonluk şehri yönetenler gırtlaklarına kadar çamura batarak, insanların göz göre göre ölüme sürüklenmesini izlediler ve bir de üstüne rahmet okudular! ‘Yağmur dediğin zaten rahmet değil mi?’, diye sorasım gelir…

Basından ve benden son not olarak en son, akşam kendi programında Cüneyt Özdemir’in yüzsüz ve utanmaz yağmacılara karşı çok öfkeli olduğunu, canlı yayında bastırmaya çalışsa da sinirinin gözlerinden okunduğunu, ses tonuna yansıdığını gördüm.

Hem yağmacıları kınayanlara, hem de İstanbul’un başına baş belası olanlara hesap soran aklı başında insanlara diyorum ki, yanı başında cesetler yatarken mübarek(!) günde, zaten mağdur olmuş insanların malını, ‘yemeyen domuz pişkinliği’ ile yağmalayan şerefsizlerin seçtiği adamlar ‘baş’ olursa, apartman yöneticisi, köy muhtarı ya da başkan olursa, o yönetiminden size, bize ne hayır gelir? Ancak böyle öfkeli, isyankâr ve cümlenize lanet okuyan bireyler yetiştirirsiniz. Sonra da doğru söyleyeni köyünüzden kovarsınız!

7 Eylül 2009 Pazartesi

İşi gücü olan

kerem özkurt

“İş bilen” diye bir deyim vardır, bilmem hatırlar mısınız. Şimdilerde ön kapıdan kovulsa bacadan girip verilen işi halleder gibi bir anlam çağrıştırsa da, sanırım eskiden ne işle uğraşıyorsa onun girdisini çıktısını bilen kişi manasına geliyordu. 21. yüzyılın eşiğinden henüz geçmişken bir fiske kaçırdığımız (Çetin Altan’a selam olsun) bu adamların git gide soylarının tükeniyor olması. Bunu eğitim-öğretimin yozlaşmasını bağlamamı bekleyenlere, nerede o eski hocalar, nerde o tedrisat diye iç geçireceklere sürtünüp sebeb-i hikmeti başka yerde aramak niyetindeyim.

İş dediğimiz, gün içinde oyalandığımız her ne ise, işte onun tanımı değişti son bir iki yüzyılda. Okulda, tarih derslerinde Avrupa’nın gol atarak öne geçmesini sağlayan Sanayi Devrimi’nin bir hediyesi bu da; ama pek fark edilmez. Basitçe açıklarsak, tencere yapacak, tencerenin nasıl yapıldığını bilen usta sayısı parmak ile sayılacakken, bir günde bir ustanın ürettiğinden daha fazla tencere üretmek isteyen bir grup açıkgöz, tencereyi parçalara ayırıp, her bir parçanın, mesela kapağının, kulpunun nasıl takılacağını kolayca öğrenen beş altı kişi bulup sıraya dizdiler. Böylece elinde malzemeyi evire çevire bir günde iki tencere yapan ustanın yerine, önüne gelen tencerenin kapağını kapatarak, tencere kapağı işinde uzmanlaşan birkaç kişi günde on-on beş tencere yapımına katkıda bulunur oldu.

İşin tuhafı bu anlayış fabrika ile de sınırlı kalmadı. Çevremizdeki iş tanımlarına, meslek adlarına bakalım; günbegün bildiğimiz mesleklerin önüne ardına yeni isimler koyarak anlatıyoruz ne yaptığımızı. Daha da önemlisi artık tencerenin nasıl yapıldığını bilmemize gerek yok önümüzdeki işi yapıp maaşı ATM’den çekebilmek için. Kapağı kapatarak da durumu idare edebiliriz. Öyle de yapıyoruz zaten. İşin neresinde duruyoruz. Ne kadar memnunuz sonucundan, ne kadar kendimizin hissediyoruz çıkan sonucu, muamma…

İşin devamını sağlayan, bir yapbozun birbirini tanımayan ve tek başına bir anlamı olmayan parçaları olan yaptığımız işlerin bir şekilde bir araya getirilmesi. Ama olur a; bir gün, o tek kat çekilmiş tutkal da tutmaz olur yaptığımız işleri; işte o zaman elimizde kırık oyuncaklar, birbirinin yüzüne bakıp ağlamaz mı insan. :Kısaca iş bilenler nereye kayboldu ve neden iş bilmeye merakımız azaldı.