29 Temmuz 2008 Salı

Bir hiç olmak pahasına

Elif İnal

Baştan söyleyeyim, Ergenekon iddianamesi doğrudur ya da saçmalıktır demeyeceğim. Çünkü o kadar keskin bir ‘taraf’ olma ki bu, ileriki yıllarda (bu 20 yıl sonra da olabilir) kayıtlara geçen herhangi bir sözden utanacak duruma gelinebilir. Ama yine de üzerine konuşmak ne haddime diyemeyeceğim çünkü bütün bu tartışmaların arasında bir şeyler hissetmemek, tartışmaların dışında kalmak imkânsız. Öyle ki bir seneliğine yurt dışında olsaydım, Türkiye’ye geldiğimde uzaydan gelmiş saftirik bir yaratıkmışım gibi bakarlardı bana.

Ergenekon meselesi çok uzun zamandır tartışılıyor ama bütün detaylardan bağımsız olarak ilk Yalçın Küçük’ün bir lafıyla düşünmeye başladım. Yalçın Küçük ne zaman televizyona çıksa, diğer konuşmacıların suratında bir yana doğru hafifçe kayan, alaycı bir tebessüm oluşuyor. Doğrudur, Yalçın Küçük’ün bağırmaları, kitaplara vurmaları, kısık sesle dünyanın son gününü açıklıyormuş gibi dinlettirdikleri biraz garip görünebilir. Fakat Ergenekon soruşturması 32. Gün’de (10 Temmuz) tartışılırken söylediği ‘karanlıklar ile aydınlığa çıkılmaz’ lafı da düşünülmeye değerdir. Çünkü gerçek ne kadar acı verici olursa olsun, her koşulda insanlara bildirilmelidir. Ben maalesef bütün bu karmaşanın içinde gerçekliğin tüm çıplaklığıyla insanlara sunulduğuna inanamıyorum. Yalçın Küçük’ün ‘karşısı’ndakiler de (Önder Aytaç başta olmaz üzere) inatla ‘Bu ülke çok daha iyi günlere gidecek, pırıl pırıl bir gelecek bekliyor bizi’ diye savundular. Eğer hakikaten öyleyse, bir çıkar sağlamadığı sürece kim neden bunun aksini istesin ki? Hatta daha da ‘temiz’, daha ‘insanca’ yaşanılan günler görmek isteriz, ama şimdilik o kısıma girmeyelim.

Araf ne taraf?

Her fırsatta karşılarındakini demokrasiyi savunmamakla suçlayanların da, ‘halkın’ her şeyi anlamasına gerek yok, ‘kafaları nasıl olsa basmaz, biz en basit şekliyle anlatıyoruz, darbeye karşı çıkın’ demediğini umuyorum. Eğer olayı dışarıdan izleyen bizler için neyin iyi olduğuna kendimiz karar vereceksek neden Ergenekon’a şüpheyle yaklaşınca hemen en ağır ithamlarla suçlanmamalıyız. Tabii ki ‘Bizim için en iyisi darbedir’ diyen insanla tartışılmalıdır fakat bizi ‘pırıl pırıl’ bir geleceğin beklediğine gönülden inanamıyorsak da ‘bir şeyden anlamayan gözü köreltilmiş’ insanlar suçlamasını da kabul edemeyiz. Ahmet Altan’ın Taraf’ta yazdığı yazılar öyle basite indirgenmiş durumda ki, biraz salak yerine konduğumu hissediyorum. (ya öyle ya da söyleyecek fazla sözü yok) Çünkü Ahmet Altan’ı bir süre okumayın, tekrar okuduğunuzda sanki aynı yazının devamını, aynı cümlelerle okuyor gibi hissedersiniz. Pembe diziler nerede bırakılırsa hiçbir şey değişmemiş gibi izlenmeye devam edilir ya, işte aynen öyle. Taraf’ta yayınlanan belgelere güvenerek yazıyordur, dedikleri doğru çıkacak da olabilir ama karşı karşıya getirdikleri de sakattır. Öyle genellemelerle zıtlıklar oluşturuluyor ki (laik ve müslüman) sadece gerçek hayatın bu kadar basit tezahürleri olmadığını söylemekle yetineceğim.

Tarihin elinde oyuncak olmak

Oral Çalışlar ve birçok insan başka ülkelerde (İspanya gibi) olduğu gibi Türkiye’nin de temizlendiğini söylüyor. Ama ben Arjantin’deki darbecilerin yargılanma sürecinde olduğu gibi ne mahkemeden çıkacak sonucu sevinç çığlıklarıyla karşılayabileceğime ne de açıklama yapan başbakanı gözyaşlarıyla alkışlayabileceğime inanıyorum. Bu yüzden de maalesef ‘taraf’ olamıyorum. Ama Taraf gazetesi yazarları (Gökhan Özgün’ün de 10 Temmuzda yazdığı gibi) ısrarla bu meselede taraf olmayanların gelecekte çok utanacağını, bu davanın tarihte dönüm noktası olurken ‘tarafsız’ların tarihte bir hiç olacağını söylüyorlar. Peki, her şeyin bu kadar içine gömülmüşken, tartışmalara dışarıdan bir gözle bakamıyorken karanlık olmayan yolun hangisi olduğunu nasıl bileceğiz? 12 Eylül döneminde olayları ‘dışarıdan izleyen’ insanlara hayretle bakıyoruz bugün, yargı süreçlerini ve işkenceleri, olayların gerçek yüzünü nasıl fark edemediler, nasıl bu kadar kör olabildiler diye. Onlar da bize ‘Bizim bunlardan haberimiz yoktu ki, yeni yeni çıkıyor bunlar ortaya’ diyor. Peki, bundan 20 sene sonra biz de savunduklarımız karşısında ‘Nasıl bu kadar kör olabildik?’ demek zorunda kalırsak ne olacak? Bütün bu olayları medyadan takip etmek zorunda olduğumuz için de ‘gerçekler’in farkına varıp aydınlanıyor muyuz pek emin olamıyorum. Ünlü, ‘Bir Giritli der ki: Bütün Giritliler yalancıdır’ paradoksuna ‘modern’ bir yorum getirdim; bir medyacı der ki: bütün medya dezenformasyona boğulmuş durumda. Eğer öyleyse, kendi de o dezenformasyonun bir parçası olduğuna göre, onun dediğine nasıl güveneceğiz? Bu nasıl bir dezenformasyondur ki iki gazeteyi (Cumhuriyet ve Taraf olabilir bunlar mesela) arka arkaya okuduğumuzda tamamen iki farklı ülkede bu olaylar yaşanıyormuş gibi hissediyoruz? Durduğumuz yerden okuduklarımıza göre bütün görüşümüz tamamen diğerine zıt bir şekilde oluştuğuna göre, ‘gerçek ne kadar acı olursa olsun bize iletiliyor’ duygusuna nasıl sahip olabiliriz? Eğer ortada bir gerçek varsa, bu herkes için aynı netlikte ve ‘alkışlanabilir’ nitelikte olmalı.

20 Temmuz 2008 Pazar

Anestezik farkındalık: “Feryada gücüm yok, feryatsız duy beni”



Tuğba Maran


‘Farkındayım’ durumu eşitleyen hatta çoğu zaman sizi 1-0 öne geçiren ya da en azından durumu 1-1’e getiren bir kelimedir. Zımnen de olsa yeni bir şey duymadığınızı, uyanık olduğunuzu, iz sürdüğünüzü ve kontrolün sizde olduğunu söyler. Güç bir şekilde sizin de elinizdedir. Ya da başka bir türden hayatınız var diyelim.‘Su akar yatağını bulur’ diyerek kendinizi koyuvermişsiniz, gelişine vole yaşıyor, bir puronun sadece bir puro olduğunu düşünüyorsunuz. Ancak hepimiz ‘farkındayız’ ki bu devrin insanı ikincisinden hazzetmez. Satır aralarını okumada ordinaryüs olmak nihai hedefimizken üstelik. Neyse biz bir ifrat ve tefrit dengesi kurup konu başlığımızı daha fazla bekletmeyelim.

Ameliyat masasındasınız ancak bilinciniz açık ve yapılan her şeyi hissediyorsunuz dolayısıyla da acı içindesiniz. Fakat anestezi nedeniyle bedeninizi hareket ettirmeniz mümkün değil. Kısacası ‘anestezik farkındalık’ denen tıbbi kâbusun içine düşmüş durumdasınız. Bu hakiki karanlık tabloyu fazlaca uzatmadan metaforik olarak kullanmaya devam edelim. Hayat akıp giderken, siz anestezik farkındalık içinde ancak bir o kadar da kontrolünüz dışında bir yaşam sürüyorsunuz. Sorunun farkındasınız. Ne yapmalı? Acaba herkes sizin kadar acı mı çekiyor? Siz ‘hayır sonuna kadar acıyı hissettim’ derseniz size deli mi derler? Ya başkaları da biliyor ve susuyorsa? Onlar gerçekten uyutulabilmeyi başarılanlardan mı? Böyle bir şey mümkün mü?

Siz sistemin münferit bir komplikasyonu musunuz?

Anı yaşa! Bu bir emirdir !

Sizin kafanızda türlü düşünceler dönerken (algıda seçicilik denen şeyden fırsat ve mecal kalıyorsa; otobüste uyuya kalmıyorsanız, günlük ekmeğinizin derdine düşmediyseniz gibi sonsuzluğa uzanan örnekler düşünelim) aynı zamanda etrafa bakıyorsunuz. Kulağınıza “Carpe Diem (anı yaşa)” diye bir şeyler çalınıyor. Kitaplar, filmler, müzikler, hatta reklam sloganları bunu salık verip duruyor. Sizin tam da muzdarip olduğunuz şeyden övgüyle bahsediyorlar. Hangisi gerçek? Sizinki mi yoksa onların bas bas bağırdıkları mı yaşanması istenen o ‘meşum’ an? Siz “öyle sarhoş olsam ki bir an seni (hayata sen deyiniz, çekinmeyiniz) unutsam”ı terennüm etmektesiniz oysaki. Dalga geçer gibi ‘Anı yaşa! Bu bir emirdir. Etrafın sarıldı.” diyorlar. Siz de aynı şeyden bahsediyorsunuz. Nasıl olur da bu kadar farklı olabilirsiniz?

Ameliyat anına tekrar döndünüz, acıyı çeken ben miydim onlar mıydı? Ben kâbus mu gördüm? Sizi kendinizden şüpheye düşürecek tüm soruları sordunuz. Sonra bir açıklarını yakaladınız. Evet, madem bu kadar anı yaşamalıyız neden herkes antidepresanlara hücum ediyor? Bir psikiyatrın röportajında okumuştum, yaşlıca bir kadın hastası “Doktor Bey yalnızca tahammül hapı istiyorum” demiş. Ne de dürüstçe tanımlamış. Kısacası anı yaşamaya mahkûmsunuz ve şifayı aynı ellerde bulmak zorundasınız. Pembe gözlüklerimiz pembe haplarıyla muadil midir acaba?

Velhasıl kelam, tikeli tümelden ayırabilmek de zaten ne ölçüde mümkündür? Ne zaman gerçekten mutlu, mutsuz, âşık, deli, salak vs. olduğumuzu zaman içinde anlamaz mıyız? Bağlam bir önem arz etmez mi? Ha güzel ya da kötü bir his zaten o an hissedilir. Seviştikten 3 saat sonra orgazm olan gördünüz mü? Bunun neyi için kendimi zorlayayım. Ya da anı yaşamaktan gerçek kasıt harekete geçmek mi? Eğer eliniz kolunuz bağlanmadıysa, “öğrenilmiş çaresizlik” denen şeyi yaşamıyorsanız zaten o şeyi ‘anında’ yapmaz mıyız? O an hep geçmişle örülmemiş midir? ‘Kelebek etkisi’nden, âşık olunca karnımızda o kişinin adıyla kanat çırpan sevimli kelebek dostlarımızı mı anlıyoruz o zaman? Hmm.


19 Temmuz 2008 Cumartesi

Cinsel tercih mi? Asla!


Elif İnal

‘Rica ederim, bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi?’ demiş Erasmus bundan 500 yıl önce. Şimdi ise biz kendi varlığından canı ‘sıkkın’-iç veya dış ‘düşmanlar’ yüzünden- insanların, LGBTT’lerin (lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel) topluluğa nasıl ‘hoşsuzluk’ getirebileceğini tartışıyoruz. Lambda’da bir araya gelenler, örgütlenenler aslında ‘kimlik’leri yüzünden değil, talep edecekleri haklar yüzünden susturulmak isteniyor. Seks işçiliği ‘ahlaka aykırı’ bulunup, ona karşı herhangi bir işlem yapılmıyor çünkü onlar öyle ya da böyle emek sömürüsüne dâhil olmuş durumdalar. Ama gey ve lezbiyenler gürbüz çocuklar yapıp çarkın içine girecek, topluma faydalı bireyler yetiştiremiyorlar. (Hâlbuki belki onlar da evlenip evlatlık edinebilseler, normalleşip ‘Türk aile yapısı’nın karikatürümsü haline dönüşecekler)

Lambda’nın neden kapatılmaması gerektiğine dair birçok yazı bulabilirsiniz. Çoğu da iyi gerekçelendirilmiştir. Ben daha çok Lambda gibi derneklerdeki insanların, teoriyle haşır neşir olmalarına, terminolojiyi yerinde kullanmalarına ve kimlik meseleleri üzerine kafa patlatmalarına rağmen kendi kimliklerini kurarken çıkan bir iki pürüzden bahsedeceğim.

Kimlik öyle bir kelime ki sadece çokluğu ve çeşitliliği göz ardı etmez, aynı zamanda hayatın değişkenliği içinde sabitliği de varsayar. Nasıl bir kitabın ismi kısaldıkça kendi kalınlaşıyorsa ama hiçbir zaman her boyutuna değinemiyorsa, ‘kimlik’ de ne kadar çok laf üretirse üretsin hiçbir zaman gerçek hayatı tüm boyutlarıyla kapsayamaz. Bu yüzden de eğer meselemiz temsil meselesiyse, illa ki ‘kimliği’mizin çoklu boyutundan feragat edip acil çözüm bekleyeni öne alacağız. ‘Ben buyum, bu yüzden eziliyorum ve hak talep ediyorum’ demek için ne olduğumu sabitlemem, her zaman böyle olacağımı söylemem ve sırf bu yüzden ezildiğimi belirtmem gerekiyor. Fakat bu sorun, politik düzlemde temsil beklemeyen kişilerde de olunca iş daha temel bir yere dayanıyor: Her zaman güvenli olacağını bildiğimiz ‘ev’de kalmak istemeyiz; yola çıkmak, keşfetmek isteriz, değişiklik ararız ama her zaman döneceğimiz bir evin olması da bizi rahatlatır, aklımızın bir köşesinde ‘sabit’imizi oluşturur. Cinsel kimliğin muğlâk olduğunu söylemek ‘evi’ yakıp yıkmak, yok etmektir. Bu yüzden de Butler’ın ‘cinsiyetsiz doğuyoruz’ lafını kabul etmemiz, elimizden ‘ev’imizi alacağı için pek de kolay değildir.

Tercih mi, yönelim mi?

Bütün bu sorunlar yüzünden tek bir soru bile üzerinde saatlerce tartışılacak öneme sahip oluyor. Cinsel yönelim mi, cinsel tercih mi diyeceğiz? Hangi eşcinsele sorarsanız sorun, ister teorik düzeyde ister gündelik konuşmayla tartışın, size bunun bir tercih meselesi olmadığını, her zaman ‘ne olduğunun’ belli olduğunu ve ‘içten içe’ her zaman bunu fark ettiğini söyleyecektir. Tabii ki onların, heteroseksüel kalıplara uymuyorlar diye, bir şeyleri sorguluyor olmaları gerekmez ama kendinden çok emin şekilde ‘Bu bir tercih meselesi değildir’ diye haykıranların da neden bu kadar muğlâklık kaygısı çektiklerini sormamız gerekir. ‘Politik olarak’ doğru olanın ‘yönelim’ olarak yerleştirilmek istenmesi de bunun tartışılmasının bile artık söz konusu olamayacağını gösteriyor. Çünkü eğer ‘tercih’ denirse, bu sabit olduğu iddia edilen ‘kimliği’ temellerinden sarsacaktır. Burada tabii ki niyetim heteroseksüeller doğuştan ‘normal’dir, olmayanlar heteroseksüel olmamayı ‘bilinçli olarak tercih etmişlerdir’ demek değil. Aksine her türlü sabit kategorinin- ‘erkek’ ve ‘kadın’ kategorileri da dâhil olmak üzere- sorgulanması gerektiğidir.

‘Ya tercih edecek bir şey yoksa’

Hermafrodizm (iki cinslilik) üzerine düşünmek, düşünmemizi sıkıştıran kalıpları sarsabilir çünkü kişinin her iki cinsiyeti de barındırıyor olması bir ‘fazlalıktan’ ibaret değildir. ‘6. parmak’ gibi, kesip atılınca kurtulunacak bir şey ya da Türkiye’de olduğu gibi erkek çocuk isteyen ailelerin bir yara gibi ‘diktiriverdiği’ bir şey de değildir. ‘Hermafroditler, toplumsal cinsiyete ve kadın-erkek rollerine dair ne biliyorsak altüst eder çünkü ‘doğuştan gelen bir ‘yönelim’i yoktur. (ne kendi kimliği ne de kiminle beraber olacağı kesin sınırlarla çizilmiştir) ‘XXY’ diye çok güzel bir film var mesela, hermafrodit olan başkahramanın babası, ‘kız’ uyurken başında bekler. ‘Kız’, gözlerini aralayınca sorar: ‘Beni korumaya daha ne kadar devam edeceksin?’. Babası ‘Sen tercihini yapınca’ diye cevap verince de ‘kız’ şöyle der: ‘Ya tercih edecek bir şey yoksa’

Bedenimizden çıkan arzunun, üzerine kurduğumuz kimliğin sabit ve ‘doğuştan gelen’ olduğunu savunmaya devam ettikçe, her zaman sabitliği bozacak sinyaller veren bedeni, içerideki ‘şeytan’ı hiçbir zaman alt edemeyeceğiz.


13 Temmuz 2008 Pazar

Fotoğraflarla GünlükHayat zirvesi


“Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?” – Elif İnal

Bir avuç GH yazarından oluşacak toplantımız öncesinde gurul gurul guruldayan midemi bastırmam, rakıyı ‘adabıyla’ içmem ve ‘ağzınızla için şu içkiyi’ eleştirilerine maruz kalmamam için elzemdi. Bu yüzden her ne kadar diğer yazarların dakik olacağına dair inancım az da olsa (daha sonra bu düşünce beni fena halde bozacaktı çünkü Kerem ve Mithat dakikten de öteydiler), buluşma saatimize geç kalmamak için en hızlısından bir ‘Anıt büfe ziyareti’ gerçekleştirdik. Büfede yıllardır düşündüğüm, geçerliliği olmasa da çocukluğumdan kalan anılar bunu desteklediği için doğruluğuna canı gönülden inandığım bir ‘gözlem’imi aktardım (tabii ki Mustafa ‘Ne alakası var’ dedi, Tuğba ise her zamanki temkinli tavrıyla ‘Bir düşünelim’ dedi). Gözlemim de şu: Planlanmış bir aktivitenin öncesinde geçirilen vakit, çoğu zaman aktivitenin kendisinden daha eğlenceli, daha anlamlı, daha derin ve daha samimidir. Çoğu zaman yolculuğun varılacak yerden daha önemli hale gelmesi gibi, yemek hazırlama aşamasında mutfakta yapılan sohbet asıl yemek sofrasındakinden çok daha samimi olur ve öyle içten konuşmalar bir daha sofranın kendisinde yapılmaz. Toplantıyı Anıt Büfe’de yapsak daha mı derin konuşmalara imza atardık diye düşünmeme ramak kalsa da, sofranın kendisi de (rakı sofrasının ayrı bir samimiliği de var tabii) aynı derecede doğal, eğlenceli ve ‘Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?’ dedirtecek kadar hoştu. Gözlemden bozma teorim varsın GH toplantısıyla çöksün; ‘sofra’nın kendisi, etrafındaki insanlarla samimi olduğu sürece, biraz ‘mutfağı’ anımsatıyor.


“İyilik güzellik” – Kerem Özkurt

Bir lokal düşünün; büyük bir aile toplantısına gelmiş gibi her masa, birbiriyle alakasız ama aile reisinin kocaman evinin bahçesinde eğleniyormuş kadar rahat ve içten. En önce kendilerini keyiflendirmek sonra birazını bize de ikram etmek için kenarda çalan bir kanun, bir keman, bir darbuka. O masalardan birini düşünün ki beş kişi oturuyor: biri tüm gece masadaki mezeleri tırtıklıyor ve çok konuşuyor; bir tanesi, en köşede sessiz sedasız demlenip ancak en kritik pozisyonlarda müdahale ediyor; bir tanesi, sakalı olmasa gözüm bir yerden ısıracak, tüm masanın editörlüğünü yapıp her bulduğu tabağın üzerine zeytinyağını boca ediyor; masanın iki sevimli kızından bir tanesi karşısındakilerin toplumsal hareketler bilgisini ateşle imtihan ediyor, öyle ki her sigara yakışında bu sefer yakacak çıramızı diyoruz; beriki ise belli ki Barthes’ı kullanacağı bir yazı yazacak onu hesaplıyor, az konuşup bolca tekme atıyor. Sonrasında Erkin Koray çalıyor fasıl heyeti... Sonrası iyilik güzellik…


“Rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi” – Tuğba Maran

“Her (minik komünal ya da bireysel) aktivitenin hazırlık süreci o aktivitenin kendisinden daha eğlenceli geçer” (Elif İnal in Anıt Büfe, 2008) Bu anonim bilgi, bu yerel Murphy kanunu 1. Geleneksel(!) GH Zirvesi’ni, bu teori altında istisna kılan şeydir. Neydi bu gecenin öncesi? (You think you know the story, but you only know how it ends. To get to the heart of the story, you have to go back to the beginning, The Tudors’un tagline’ı in various dvd/divx) Dokumantarist’te izlenen iç burkan, yürek rendesi iki belgesel (‘Limanların Uğultusu’ ve ‘Kimim Ben?’) en azından beni ağlatmanın kıyılarında dolaştırdı ve inancımızı yine canımızı acıtarak tazeledi. Bu kıvama gelmiş Mustafa, Elif ve bu fakirin ‘felekten bir gece çaldılar’ ‘manşet’inin üç atlısını oluşturması çelişkili görülebilir. Ama ne derler medya için “kiri varsa sabunu da kendisi”. İşte biz de acısını da sevincini de kendi içinde bulan, kekremsi bir hüzünle, duygulanımlarımızın pekiştiği (ay devam edemiyeceğim, zira edebi yönüm tasvire imkân ve şerait tanımıyor kuzum). Ne diyorduk? Evet, acı başladı, neşeli bitti. Kerem yeterince güzel yazmış gecenin detaylarını. (Detay derken Elif’in ve benim boy ölçülerimizden bahsediyorum tabii :) Elbette rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi ve biz Voltran’ı oluşturup ‘Türk Solu’nu kurtaracakken fasıl başladı ve dış mihraklar sesimizi kesti. ‘Tanju Okan bilmiyoruz’ demelerinden ben anlamıştım zaten ajan olduklarını…


“Maziye bir bakıver neler neler bıraktık” – Mustafa Kuleli

Bu yazıyı, geçen cumaki “dostluk ve dayanışma gecemiz” üzerine yapılan tüm yorumları okumanın verdiği gönül rahatlığı ile yazıyorum. Kerem, Elif ve Tuğba kendi meşreplerince vaziyeti anlatmışlar. Ama izninizle ben de, enformatif futbol anlayışımla, bir gireyim topa:

Bolca siteden konuştuk önce, sonra körler ile sağırlar birbirini ağırlar misali birbirimizi övdük. Sonra Tuna gibi, Duygu gibi, Kuzey gibi arkadaşlarımızı yâd(!) ettik, herkes herkesi cismen tanımasa da. Bir an önce geri dönseler dedik. Çoook uzun zamandır yazmayan ‘konuk yazar’ları hatırlamaya çalıştık, falan filan. Sonra hayata dair başkaca meseleler, okul durumları, televizyon, Kanat Atkaya ve Yılmaz Özdil çekiştirmeleri; Ufuk Uras, çatı partisi ve sol ne yapmalı tartışmaları; zeytinyağı, kanser, Akdeniz mutfağı; deterjan reklamları ve hatta Adanalılar ve tonla başka şey...

Bu arada hiç kimse yazmamış tabi, bir ara oynadık bile. Bayağı, şıkır şıkır oynadık! Gecenin sonunda ise Kerem beklenmedik bir çıkış yapıp, “Maziye bir bakıver!” dedi durduk yerde. Bana diyor sandım, tam ona doğru dönecekken Mithat ters köşeden “Ömrümüzün son demi!” diye açıklama getirdi saz ekibine. By-pass olmuştum, kederlenip, mecbur şarkıya katıldım:

Ömrümüzün son demi son baharıdır artık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık
Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık

(İlk dize pek uygun değilmiş bize ama olsun)

(Ayrica bkz. Kerem Özkurt ve Mithat Fabian Sözmen'in konu ile ilgili yazıları)

Çeki-Yorum #4
Beyoğlu / İstanbul

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Birinci ve geleneksel olmaya aday günlükhayat yazarları toplantısı

kerem özkurt

Sonunda toplandık. Geçen cuma akşamı Taksim'de birinci ve geleneksel olmaya aday günlükhayat yazarları toplantısını yaptık. Yazarların hepsini toparlayamadık çeşitli nedenlerle ama onları da tanımak için heveslendik açıkçası. Dışarıdan bakınca sanki her hafta kafede toplanıyor da ne yazacağımıza karar veriyormuşuz gibi görünebilir; ben bazı dergilerin hala öyle çıktığına inanıyorum. Halbuki biz günlükhayat yazarları olarak; ayrı yerlerde birbirimizden çok da haberdar olmadan yaşarken asgari düşünce senkronunu tutturmuş; buna güvenip aynı sitede sessiz bir mukaveleye imza atmış gibi yazıyoruz. Hadi gerçeği söyleyeyim ben öyle yazıyormuşum; çünkü kalan dört kişi az çok birbirini tanıyordu. O sebeple bu toplantı günlükhayat’la ilgili irili ufaklı kararların konuşulduğu bir buluşuma olmasının yanında benim açımdan bir diğer önemi, kalan yazarları tanıma bahtiyarlığı oldu.



Okurla yazar arasında, yazdıklarından öte tuhaf bir hayal ilişkisi vardır. Yazar, varsaydığı bir okuyucuya yazar; kafasında az çok şekillendirdiği bir kişiye hitap etmeye çalışır. Okuyucu da, okuduklarının kurdurduğu hayaller dışında, yazarın tipini, şeklini şemalini gözünde canlandırır. Ona bir eda yakıştırır, bir konuşma tarzı bir ses tonu, bir bakış bir kavrayış; ama bunlar yazarın gerçek kişiliğine ne kadar uyar? Çok sevdiğiniz bir yazarla karşılaşınca kafanızdaki ile karşınızdaki ne kadar birbirini tutar? Ben çok arkadaşımı biliyorum sevdikleri yazarları imza günlerinden sonra değiştirdiler. Kısacası tanışma işi biraz radyodan televizyona geçiş gibidir. Yıllarca radyoda Beşiktaş’ın denize bakan kaleye atak yaptığını heyecanla dinlediğinizi spikeri evinize o gün getirilmiş siyah beyaz televizyonda görmek gibi; hem de sesinden beklenmeyecek bir biçimde genç ve düzgün görünüşüyle…



Ben de buluşma yerine on dakika önce gidip hangisi kim olabilir diye etraftakileri kesmeye başladım. Kolu sargılı, iri yapılı birine Mithat’ı yakıştırdım; halı sahada maç yaparken sakatlanmıştır diyerekten. Sonra kitapçıyı gezerken inatla her gittiğim rafa peşimden gelen pembe tişörtlü birinden şüphelendim ama ona isim kondurmadım. Birde buluşma yerinde (muhtemelen başka birini bekleyen) kumral uzun boylu bir kıza da olsa olsa ya Elif’tir ya Tuğba dedim. Tabi ki hiç biri tutmadı. Tam buluşma saatinde tekrar kitapçın önüne çıktığımda Mustafa hepimizi tanıştırdı.



Ey okuyucu. Sözüm sana. Artık senin okuyup de kafanda kurduğun imajların gerçek şekillerini biliyorum. Tabi ki burada gördüklerimi ifşa edip büyüyü bozmak niyetinde değilim. Bu, okuyucuya yapıp yapabileceğim en büyük kötülük olur. Yine de cin okuyucunun anladığı gibi Mithat’ın kolunda sargı yok ve Tuğba ile Elif o kadar uzun boylu değil. (ve sanırım bu yazıdan sonra ikinci toplantıya çağırılmayacağım…)



Ben severek okuduğum yazarlarla konuşmaktan hep kaçınırım; yine de her tanıştığımda, geçen cuma gecesinde olduğu gibi; o yazarların okuma zevkimi haklı çıkaran konuşmalarını şaşırarak dinlerim. Bu işin en keyifli yanı ise o yazarın, okuduklarınızdan daha fazlasını, ilerde yazıp yazmayacağı binlerce yazıyı karşınızda kurup kurup bozması. En az okumak kadar heyecanlı, hatta bir metnin hazzından daha fazlası...


Bu sazlı sözlü toplantıda günlükhayat hakkında güzel fikirler çıkardık. Daha canlı, daha özgün; ama bir o kadar tanıdık ve yine günlükhayat olarak yolumuza devam edeceğiz. Kim bilir belki bir sonraki toplantıyı, müptela günlükhayat okuyucuları ile yaparız…

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Olmalı mı olmamalı mı?


kerem özkurt

Konserin verildiği alana yaklaşırken hala müzik sesi gelmiyordu kulağıma; konserin ben yetişemeden bittiğini düşünüp üzüldüm bir ara. Sonra Bülent Ortaçgil’in kelimeleri küçülten sesini duydum. Yine oyunun dışında kalmış bir çocuğun mızmızlanması gibi söylüyordu şarkısını. İç buran, düşündüren, alay eden ama hep oyun oynayan tavrıyla. Kalabalığı yarıp en öne çömeldim. Altı üstü bir avuç insandık. Küçük, yarım ay bir amfi tiyatronun ortasında beyaz gömlek keten pantolon; sakalı, şapkası, her şeyiyle yaz gecesi sahilde gitar çalar gibiydi Ortaçgil.



Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda her yaz ücretsiz etkinlikler düzenleniyor. Film gösterileri, tiyatrolar ve konserler. Tatile gidememiş Beşiktaş hane halkı için bir avuntu, bir eğlence. Belediye; yazlık yerlerin o gürültülü, şenlikli akşamlarını İstanbul’un göbeğinde, işlek caddenin bir üst sokağında yaşatmayı başarıyor. Akşam işten dönmüş anne-baba, çocuklarını da alıp nefeslenmek, biraz kendilerini eğlendirmek, biraz da çocukların gönlünü etmek için geliyorlar parka. Konser, gecenin cilası. Yoksa zaten aileler parkın içinde bir tur attıktan sonra, oluruna gelirse bir banka çöküp çekirdek çıtlatacak, önemli önemsiz birçok şeyden konuşacaklar, geçe kalmadan da evlerine döneceklerdi. Yeni yetme genç kızlarla oğlanlar, onlardan daha geç saate kadar oturacaklar parkta; ilk aşk, ilk heyecan, belki, birbirlerine el altından kur yapacaklar. Yaz akşamı dediğin böyle olmaz mı zaten.



Bülent Ortaçgil tam sahnenin ortasında söylüyordu şarkısını. Tam bu yaz akşamının ortasında. Her şarkı arasında da alın şu çocukları sahnenin önünden diye serzenişte bulunuyor. Cicili bicili giydirilmiş, belli ki akşam önemli bir yere çıkılıyor diye giydirilmiş, esmeri sarısı, hınzırı uysalı bir sürü çocuk koşuşup duruyor sahnenin önünde. Şarkı aralarında, belli ki birinin kulağına fısıldadığı şarkı ismini gidip soruyor. Ortaçgil her defasında isyan ediyor: “Benim öyle bir şarkım yok, uyduruyorsun.” Kalabalığın içinden bağıranlara da aynı şekilde yanıt veriyor: “Hayır efendim, Barış Manço’nun o şarkı”. Sahnenin önüne gençten bir kız geliyor koşarak, ısrarla bir şarkıyı istiyor, ısrarla tersliyor Ortaçgil; adamın öyle bir şarkısı yok işte…



Eşini kocasını, çoluğunu çocuğunu alıp gelmiş bu dinleyici, Bülent Ortaçgil dinleyicisi değil. Tesadüfen oraya oturmuşu da vardır, parkta dolaşırken denk gelmiş, bir konser dinlemek isteyeni de; sadece meraktan izleyeni de. Gerçekte Ortaçgil konserini duyup gelen de vardır. Gene de Ortaçgil’in beklediği topluluk değil bu. O yüzden sıkıntılı söylüyor şarkılarını. Bir saatte de bitiriyor konserini, “Bir daha bir daha” tezahüratlarına aldırmadan, arkasını dönüp uzaklaşıyor oradan.



Yine toplum tarafından anlaşılamamış bir entelektüel vakası. “Sen hayatında hiç müzik dinledin mi” diye soruyor konser sırasında kendisinden şarkı isteyen, yerden bitme bir velede. Sonra bir türlü kıymeti bilinmeyen her sanatçı gibi yüzünde küskün mü sinirli mi anlaşılmayan bir ifadeyle sahne ışıklarından karanlığa yürüyor. İçinden bir kez daha yemin etmiştir herhalde bir daha böyle bir yerde çıkmayacağım sahneye diye. Seyirciler arasında da, ne kibirli adam diyen olmuştur, “şarkıları da bir şeye benzese”. Sanatçı/entelektüel ile toplum birbirini böyle itiyor. Oysa basit bir kan uyuşmazlığını hemen buraya yormak ne kadar doğru? Ortaçgil yirmi yıl sonra da sahneye çıksa Abbasağa Parkı’nda kendisini dinlemeye bu kadar insan gelecek; Ortaçgil dinleyeni bellidir. Çok kaliteli, çok kültürlü bir kitle için müzik yapıyor anlamında kullanıyor değilim bunu; kendi kendine oyun oynar gibidir şarkıları. Oyununa herkesi almak istemeyen bir çocuk kadar da mızmızdır. O yüzden hiç halk konserine yakışan bir tip değildir. Çıkmaya çalışırsa tersler de terslenir de. Yoksa bu “sanat toplum için mi yoksa sanat için midir” tartışmalarında kanıt gösterilecek türden bir karşılaşma değildir bence. Çünkü müzik, hangi ölçütle iyi-kötü, kaliteli-kalitesiz diye ayrılıyor bilmiyorum ama, her şekliyle bir ıslık, bir mırıldanma ya da kafanın içinde yankılanan bir sesse, dinlenmeye de söylenmeye değerdir gibime geliyor.



Özdemir Erdoğan’ın “İbo Show”a konuk olduğunda söylediği gibi; iyi müzik kötü müzik yoktur; iyi yorumcu kötü yorumcu vardır.