25 Şubat 2008 Pazartesi

Festival bizim çobanımız mı?


Elif İnal

Festival maratonlarına dâhil olmak, vizyondaki filmlere gitmeye hiç benzemez. Vizyondaki filme sinemanın önünden geçerken, filmin ne olduğuna bile bakmadan, hatta en salaş kıyafetle, vakit öldürmek için gidilebilir. Festival filmine gitmek ise başlı başlına bir aktivitedir. Çünkü festival, hem ‘güzel insanlar’la doludur -belli mi olur belki biriyle tanışılır, aşk her zaman köşe başındadır- hem de eski bir arkadaş, eski sevgili, sinema önü ayaküstü sohbet edilen tanıdıklar gibi en kötü halimizle görünmeyi göze alamayacağımız kişilerle karşılaşma mekânıdır. Her mevsime ayrı bir festival (filmekimi-sonbahar, If İstanbul-kış, İstanbul Film Festivali-ilkbahar) düştüğü için hep bir koşuşturma bizi bekler. Vizyondaki film hep orada var olacakmış gibi durur, heyecandan yoksundur ve en önemlisi bilet kapmaya çalışan rakipleriniz yoktur. Vizyondaki film, ‘nasılsa bir ara giderim’ denerek bekletildikçe bekletilir, uzun süre rafta bekletilen yarım kalmış kitap gibi üstüne bir lanet çöker ve sonunda film vizyondan kalkar. Hâlbuki festival haftası/haftaları çok önceden bilinir, ön satışlar kovalanır, önceden filmler seçilir. Yani hayat, festival programına göre ayarlanır. Aşırı tutkuyla bağlananlar festival dönemine başka program koymaz. Çünkü her zaman sinema girişinde biletini havaya kaldıran, ‘son anda işi çıkanlar’ın sattığı biletlerden alma şansı vardır. Ben ‘kapı önü satışçıları’nı ne zaman görsem, çok da plan yapmadan ‘fazla fazla bilet alalım, nasılsa gideriz’ mantığında olduklarını düşünüyorum. Çünkü son yıllarda nispeten ucuz gündüz filmleri de festivallere dâhil olunca, herhalde herkes ‘bu fiyata festival filmi kaçmaz’ diye düşünüyordur. Fakat söylemeliyim ki gündüz seanslarının nispeten ucuz filmlerine hiçbir zaman bilet almayı başaramadım. Çünkü en güzel filmler ya haftasonu ya da akşam seansına konuyor. Dolayısıyla festivalin öğrencilere uygun fiyatlar sunuyor gibi gözükmesi çoğunlukla satış stratejisinden öteye gitmiyor. Fakat yine de festival seyircisi bunu pek umursamıyor. Çünkü biletler satışa çıkar çıkmaz, yangından mal kaçırır gibi, büyük bir hızla tüketilmeye başlanıyor. Bazen insan seçip de yer bulamadığı filmler yüzünden o kadar umutsuzluğa kapılıyor ki ‘festival rekabeti’ insanın gözünü bürüyor, ‘hangi film olursa olsun ben bu festivale gideceğim’ dedirtiyor.

Kimlikler lütfen!

If İstanbul’da da bu sene biletler satışa çıktıktan birkaç gün sonra salonlarda yer bulmak imkânsızlaşmıştı. Vizyon filmleri bomboş salonlara -2 kişiye bile razı olunuyor- gösterim yaparken, festivale salonun en arkasından tek bir yer bile kalmaması da bu ‘festival açlığını’ gösteriyor. İşin bana göre en sinir edici kısmı ise biletlerin tüketilmesi değil; bir açlıkla, krizle tüketilip, amacın güzel bir film izlemekten öteye geçmesi. Artık biletler filmin içeriğine ve filmi görme isteğine göre değil, filme gidecek insan tipini tahmin etme ve onları görme isteğine göre ya da sadece arkadaşlarla beraber olmak için alınıyor. Eğer film görmek asıl mesele olsaydı, festivalin dayanılmaz cazibesiyle dolup taşan hit filmler ve gala filmleri daha sonra vizyona girdiğinde boş salonlara oynamazdı. Tamam, benim de yıllardır gittiğim festivallerde beğenmediğim film çok az olmuştur, festivaller iyi filmlere ev sahipliği yapar fakat bu biletler de festivalin güzel ortamına dâhil olmak için alınıp, evde kesilmemiş bilet koleksiyonu yapmak için değildir. Bu yüzden, festivallerde ortamına göre değil filmine göre program yapılması gerekiyor. Böylece, hem izleyicilerin ayaklarını ezmek pahasına filmden çıkmaya çalışmaktan hem geç kalarak kapıda ağlaşmaktan, hem de gelmekten vazgeçerek başkalarının film izlemesini engellemekten kurtulmuş oluruz. Bu arada belirtmem gerek, If kitapçığının filmleri cazip kılma stratejisini, bunun için kitapçığa eklediği “kategori-kutucukları”nı da (Mazoşist derecede dayanıklılara, Daha iyi bir dünya düşleyen optimistlere, Davayı satmayan politizelere gibi) akıllıca buluyorum. Çünkü festival seyircisini doğru noktadan tavlayıp tam da onların talip olduğu kimliklere göre filmler sunuyor.

Festivalden notlar

Ben de tam nedenini çözemedim ama Gey-Lezbiyen kuşağına her zaman iki kere düşünerek bilet alıyorum. Belki de kafamda gey-lezbiyen filmlerinin -bir de bağımsız olunca- ‘sınır tanımayan’ filmler olacağına dair bir önyargım vardır. Fakat ‘Minik Memeler Komitesi’nin çok hoş olduğunu hatta Gökkuşağı bölümünden başka filmler aramamı da sağladığını söyleyebilirim. Bunun yanında, ‘Otto ya da Tüm Ölüler Birleşin’ adlı filmi görüp, tepki göstermemek mümkün değil. Kapitalizm eleştirisi yapan bu filmin diğer bütün kısımlarını bir yana bırakarak söylersem, ancak modern insanın modern dünyada sürdürebileceği bu adaletsizliği, yapabileceği eziyeti, çıkarabileceği kanı; yine bu şekilde kanlı ve vahşi bir şekilde eleştirmek de ancak modern insanın aklına gelebilirdi. ‘Karanlığa Taksi’, ‘Görünmeyenler’ gibi filmlerde ise, festivalin her zamanki bir elde Radikal, bir elde Starbucks kahveli festival izleyicisinden farklı bir topluluk göreceğimi düşünmüştüm. Fakat kitle yine aynı kitleydi. Gey-lezbiyen filmleri hariç tabi... Gittiğim gey-lezbiyen filmlerinde, -dışarıya verdikleri kodlardan yorumladığım kadarıyla- fark ettim ki, festivalin heterojenliği sağlayanlar gey ve lezbiyenlerdi. Fakat festival seyircisinin her zamanki görünümünü ‘bozan’ gey ve lezbiyenlerin de, diğer geyleri, lezbiyenleri görme, tanışma, o ortama dâhil olma amaçlarının olduğunu gördüm. Bu homojenlik bu seneki If’in kara koyunlu reklâmından sonra salonda yükselen seslerden de anlaşılıyor: ‘Bize koyun diyorlar yani…’ Başka bir festival ‘vakit geldi’ deyince yine siyah, ‘farklı’ koyunlar olacağız. Ailelerimizin ‘kara koyunları’yız ya biz, belki ‘asi’yiz, ‘isyankâr’ız ama yine de sinema salonlarını dolduran birbirinin aynı ‘kara koyunlar’ız…

18 Şubat 2008 Pazartesi

Türbanlı siyaset


kerem özkurt

Nerdeyse üç haftadır aynı konuya kitlendik; o yüzden yazmadan olmayacak. Yalnız şu çekinceyi koymak lazım en önce; Türk siyasi hayatında herhalde çok az konu türban kadar yapay olmasına rağmen bu yoğunlukta tartışılmış, her ağza alınışta bu derece problem çıkarmıştır. İşin tuhafı, hemen hemen herkes bu meselenin yapay olarak üretildiğinin farkında olsa da tartışmakta, tartışmaya taraf olmakta bir beis görmüyor. Bunun nedeni, ister liberal ister modernist, ister “dinci” ne görüşte olursak olalım hepimizin aynı ideolojik tornadan geçmiş olmamız; bu sebeple de siyaseten ne tartışırsak tartışalım, en sonunda, kendimizi kurucu rejimin ya yanlısı ya da karşıtı olarak tanımlama ihtiyacı duymamız. Diğer bir deyişle statüko, reform, devrim hep aynı dar siyaset alanı için de debelenmek zorunda. Bu da tüm siyaset problemlerini aynı denklemle çözmeye çalışmak, her paragrafın sonunda karşısındakine aynı soruyu sormak haline dönüşüyor: kurucu rejimin yanında mısın değil misin?



Türban meselesinin tüm ekonomiyi ve politikayı oyaladığına daha önce ben de değinmeye çalışmıştım. Ancak bundan kastım türbanı elbette ki bir sorun olarak siyasetin dışına atıp görmezden gelmek değil. Bu türban tartışması yüzünden üniversiteye giremeyen, okumak yerine evinin kadını olmaya zorlanan; okula girse bile peruk gibi gülünç yollara başvurmak zorunda kalan, hatta daha vahim olarak saçlarını kazıtmak gibi radikal çözümlere gidebilen; haksız yere inançlarıyla istekleri arasında seçim yapmaya zorlananlar günlük hayatımızdan çok uzakta değiller. Ancak içinde bulunduğumuz türban tartışmasını yaratmaktan ziyade mağduru olan bir topluluk bu; buna dikkat etmek gerekir. Şu anki tartışmanın yapaylığı da buradan geliyor sanırım; mağdur olanın sözcülüğünü yapmak adına sahneye atılanın esasında mağdur gruptan olmaması; sadece kendi sınıfsal çıkarı için bu sözcülüğe soyunması ve en kötüsü tartışma kaybedilse de kazanılsa da mağdurun mağdur, galibin galip olarak kalacağı gerçeğinin lök gibi ortada durması.



Tam da bu noktada, şu an konuştuğumuz türban tartışmasının toplumsal kaynağına, nereden kaynaklandığına, önceki dönemlerde tartışılan türbandan nasıl farklılık gösterdiğine bakmak gerekiyor. Sorun, türbanın, nasıl oluyor da, tüm diğer siyasi, sosyal, ekonomik problemler arasında kendini bu derece öne çıkartıp, örneğin tersane işçilerinden, yeni ceza kanundan yahut ekmeğin artan fiyatından fazla konuşulduğunu anlamak. Tartışmanın reel bir karşılığı yok değil; ama yarattığı etki gerektiğinden katbekat fazlaymış gibime geliyor. Şu an yapmakta olduğumuz türban tartışmasının rejimsel bir sorundan çok bir iktidar mücadelesinin parçası olduğunu düşünüyorum.



Benimkisi basitçe farklı bir açıdan yaklaşabilme, belki havada anlamsız kalan bu tartışmanın ayaklarının nerede yere değdiğini bulmaya çalışma. Yalnız daha önce, bu satırları kaygıyla okuyanlarını içlerine su serpeyim. Bence türban Cumhurbaşkanı’nda epey oyalandıktan -Gül parti içinde hem sağduyulu kanadı temsil ettiğinden, hem de iktidar partisi, cumhurbaşkanının göreli özerkliğini kanıtlama endişesinde olduğundan yasayı bekletecektir-, belki birkaç sivil toplum kuruluşunun ve diğer partilerin görüşlerine de danışıldıktan sonra –“hep danış ama asla kulak asma” tekniğini uygulayarak- resmi gazetede yayınlanacak. Sonra anayasa mahkemesine götürülecek. Yasal bir engel olmamasına rağmen iptal edilecek; çünkü hepimiz çoktan öğrendik anayasa mahkemesi hukukiliğinden fazla siyasi kararlar alır. Kısaca bu yasa değişikliği ölü doğmuş bir çocuk. Burhan Kuzu hoca bile bunun farkındadır herhalde. Neticede, tüm bu sahne gösterileri AKP’nin tabanı ile olan gerginliğini azaltmış olacak. Bir kez daha mağdur olmanın verdiği mahzunlukla önümüzdeki yerel seçimlerde az biraz (bence cumhurbaşkanlığı seçiminden olduğundan çok daha az) sempati toplayabilecek. Diğer yandan kendilerini rejim muhafızı ilan eden gruplar da bu küçük zaferin verdiği sarhoşlukla bir süre daha kendilerini avutacaklar.


Hoş, bence yasa çıksaydı bile üniversitelerde kan gövdeyi götürmeyecekti. Birbirinden hâlihazırda şüphelenenler daha fazla şüphelenecek, kalanlar arasında eski ilişkiler devam edecekti. Yani bir arada türbanı sorun etmeden yaşayabilenlerin tutumlarında çok fazla bir değişiklik olacağını tahmin etmiyorum. Birand’ın programı (32. Gün) sizi hemen yanıltmasın; oradaki temsilin küçük bir Türkiye portresi olduğunu da düşündürmesin. Keşke bir gazeteci eline mikrofon alıp da Anadolu’daki üniversitelere de gitse; orada olup biten daha önemli geliyor bana. Yoksa türban takanı da takmayanı da İstanbul’da benzer ekonomik sınıfların içinden konuşuyorlar; bunu unutmamak lazım. Sanırım tam da bu noktaya odaklanmamız gerekiyor; türban tartışması, her ne kadar üniversite kapısında kendini zincirleyen mağdurların isteklerini dillendirse de, şu aşamada, ekonomik gücünü henüz elde etmeye başlamış bir toplumsal grubun siyasi ve kültürel gücünü, var olan siyasi ve kültürel güçler karşısında pekiştirme amacını taşıyor.