20 Nisan 2009 Pazartesi

Öfke, hırs ve intikam ya da Zaman


Mustafa Kuleli

“Zaman sadece birazcık zaman / Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam”Sezen Aksu’nun Gidiyorum şarkısı böyle başlar… Geçen gün Zaman okurken birden mırıldanmaya başladım bu şarkıyı. İnsan beyninin oyunlarından biri işte… Memleketin en ‘hoşgörülü’ gazetesi olduğunu iddia eden, “Yaftalamadan düşün” sloganıyla reklamlar yapan, her fırsatta basın etiğinden dem vuran Zaman gazetesinde tam da bunları görmüştüm:

Öfke, hırs ve intikam.

Her sayfadan, her köşeden akıyordu. Vakit gazetesinin ayan beyan çirkinlikleri, biraz daha üstü kapalı, usturuplu, soslu bir halde, azıcık estetize edilerek sunuluyordu bu yayında.
Yanlış anlaşılmasın, Ergenekon soruşturması başlamadan önce de böyleydiler, Türkan Saylan’ın evi aranmadan da.

Yani Gülen cemaatinin merkezi yayın organı Zaman’ın demokratlığı, özgürlükçülüğü, ‘hoşgörü’sü sözde idi, sahte idi. Gazeteyi dikkatle takip edenler bunu zaten görüyordu. Şimdi bu gerçeği görmek ve göstermek için bir vesilemiz daha oldu.

Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile başlayalım. Hazret, 20 Ocak 2009’da şöyle bir şey yazmış mesela:

“Hain plana bakar mısınız siz! Biraz para vererek Gülen hakkında şahitlik yapacak adam aranıyor. Alçaklar diye bahsettikleri iki ismi aslında hatırlarsınız. Serhat ve Eyüp dedikleri gençleri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt yalancı şahitliğe zorlamış, Ceviz Kabuğu denen illüzyonist bir programda düzmece yayın yapılmıştı.”*

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt” Breh breh breh… 70’lerde “Moskova bağlantılı” diyorlardı, şimdi “PKK bağlantılı” diyorlar. Dikkatinizi çekerim, demokrat gazetenin Genel Yayın Yönetmeni bunu yazan. Hem de Ocak ayında. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) yapılan operasyondan üç ay önce.

Bir tane daha:

“ÇYDD, bölücü hareketleri güçlendiriyor” bunun başlığı.** 3 Ağustos 2006’da yazılmış. ÇYDD’den istifa eden ve Ergenekon iddianamelerinde de adı geçen Asuman Özdemir adlı bir kişinin iddiaları var haberde:

"ÇYDD, İstanbul'a sadece Güney ve Doğu Anadolu'dan kız öğrenci getirip okutuyordu. Neden Edirne ve Muğla gibi diğer illerden kız öğrenci getirmediğimizi yönetime soruyorduk. Çünkü oralarda daha zor şartlarda okuyamayan kızlarımız vardı. Ama sorularımıza yanıt alamıyorduk. Zamanla ÇYDD içinde bazı şeyler açıktan açığa konuşulmaya başlandı. İstanbul'a getirilen öğrenciler içinde yakınları dağlarda terörist olanlar olduğu konuşuluyordu.”

Haber kaynağı Asuman Özdemir, ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan'a konuyu sorduklarını; ancak yanıt alamadıklarını söylüyor ve devam ediyor:

"Bugün DTP binalarında erkek üyeden çok genç kızlar var. Orada bilgisayar başında genç kızları görürsünüz. Nereden öğrendiler bunları? Son birkaç yıldır bölücü örgütün Güneydoğu'da düzenlediği eylemlere iyi bakın. Kadınlar, özellikle genç kızların ön sıralarda olduğunu görürsünüz."

Zaman’ın zihniyetini ne kadar da güzel yansıtıyor değil mi? Bir haber kaynağının iddiaları değil sadece bunlar. Bu gazetenin tarzı, ruhu…

Zaman’ın lügatinde en büyük hakaretler DTP’li, PKK’li, Hıristiyan, Yahudi, Sabetaycı ve solcu olmak. Bu gazetenin alışkanlığı insanları darbeci, anarşist, solcu, terörist, misyoner diye yaftalamak.

Geçen hafta boyunca, ÇYDD’nin PKK’li öğrencilere burs verdiğine dair haberler yaptı Zaman. Soralım o zaman: “Burs alan öğrenciler arasında yasadışı örgüt üyeleri varsa, neden yargılanmıyorlar?” Ortada yargı kararı yokken kişiler ve kurumlar hakkında atıp tutmak ne zamandır gazetecilik sayılıyor?

Yoksa derdiniz gazetecilik değil mi? Gelin açık konuşalım... 30 binlik bayi satışınızı ve 700 bin ‘abone’nizi konuşalım.

Ha unutmadan, bugün itibariyle sayfa tasarımınız değişecekmiş bir de. “Değişmeyen tek şey gelişim” sloganıyla duyuruyorsunuz bunu da.

Söylemeden edemeyeceğim:
Bu kadar kirlenmişken “yüzünüz”, beyhude bir çaba gibi geldi bana.


* http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=805615
** http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=321874

13 Nisan 2009 Pazartesi

Eğlen-me savaş




Mithat Fabian Sözmen

Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.

"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolü altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.

Spor da bu sistemin etki alanına dâhil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?

Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 Olimpiyatları’ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.

ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ...

Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz, saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı.

Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.

OLİMPİYAT ROBOTU

Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği (ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için Olimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.

SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME

Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya Savaşı’nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur (bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!

Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Festival'de değişen birşeyler mi var?

Elif İnal

Malum festival dönemindeyiz yine… Taksim meydanındaki “Eli kanlı Obama, ülkemizden defol!” sloganları arasından sıyrılarak geçen, moda haftasından fırlamış tipler hızlı hızlı festival sinemalarına doğru yol alıyor. Zaten bu aralar Taksim’de, elinde bilet koşan tipler görürseniz bilin ki yine filme geç kalan festival tipidir o. Geç kalmaya neden bu kadar takıyorum, ben hiç geç kalmıyor muyum? Kalıyorum tabii ama bu yer bulma meselesi uzadıkça uzuyor, film bir türlü başlayamıyor. Sinema salonlarına devrim mahiyetinde bir önerim var: Numaraları kaldırın! Evet, kaldırın gitsin.

Günlerdir Beyoğlu Sineması'na gidiyorum, bilmeyen biri kendi yerini ciddi araştırmaya girse bulamaz. Koltuklarda herhangi bir numara yazmadığı gibi, 'Pardooon sizin numara kaç?' diye sorsan da bulamazsın çünkü çok komplike bir sistem yapmışlar. Ben yüzyıllardır devam eden sırlarını açıklamak pahasına söyleyeyim, A en arkadan başlıyor, 1 ve 2 en ortada, sonra tek ve çift olarak ilerliyor. Vayy bee!

Bunun yüzünden festival, değiştirilmesi teklif bile edilemeyen kuralından feragat etti: “Filme beş dakika bile geç kalınamaz! Ağlamalar işe yaramayacaktır!” 15 dakika da oldu 20 de, millet en abuk yerlerdeki yerini bulmak için uğraştı, rötar üstüne rötar.

Neyse ben önerime döneyim. Nereden çaldım bu fikri? Tabii ki gözünü sevdiğimin Berlinale - Berlin Film Festivali'nden. 'Koskoca Berlin yahu nasıl bilet bulacağız' diye hayıflanıyorduk, filmden bir gün önce bilet alabildik. Sinemaya gittik, yer gösterici yok. Bir adama sordum müthiş İngilizcesiyle cevap verdi, biraz da güldü ama olsun: 'İstediğiniz yere oturabilirsiniz'.

Peki, şimdi can alıcı noktası geliyor; bizde bu sistem yürür mü? Moda haftası tiplerimiz, numaralar kalksa birbirini ezer mi film uğruna? Geçen günkü filmde 'arkanıza yaslanır mısınız' uyarısını alan, 'Yaslanmazsam ne olur!!! Çıkışta dövecek misiniz?' diye bağıran 'femünüst abla' istediği yere geçerken sorun çıkartacak mı?

Ya da daha önemlisi, ben yer göstericinin işini elinden almakla suçlanır mıyım bu yazdıklarımdan sonra?

Attila İlhan ve Ahmet Kaya: "Namlı masal sevdalıları"


Mithat Fabian Sözmen

Ahmet Kaya diskografisi üzerine kapsamlı bir çalışma yapma fikri her zaman aklımın unutkan ve çekingen köşelerinde saklanır durur. Ahmet Kaya müziği deyince uzun soluklu, inişli çıkışlı, tatlı sert ama illaki muhalif bir kariyeri ve yüzlerce eseri mevzubahis ettiğimizden, işimiz eğlenceli ama bir o kadar da çetrefil. Kaya'nın Türk şiirinin kalburüstü isimlerinin yansımalarını taşıyan 200'ü aşkın eserinde amiyane tabirle boş şarkı bulmak güç iştir. Kimler yok ki; Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Ülkü Tamer, Nevzat Çelik, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Orhan Veli, Ali Çınar, Yusuf Hayaloğlu, Orhan Kotan, Yılmaz Odabaşı, Enver Gökçe hatta Mehmed Akif Ersoy. Fakat ben ilk olarak Attila İlhan'ın Ahmet Kaya müziğine olan etkisini incelemek hevesindeyim.

Attila İlhan ve eserleri benim için Türk edebiyatının film noir'ı gibidir. Onun her yapıtından buram buram 1950'ler, İstanbul, "femme fatale" kokuları yayılır. Müthiş bir imge üstadı ve kalemşör olmasının yanında sinematografik de bir dili vardır. Özellikle romanlarında kalemini bir kamera, hatta bir aksiyon kamerası gibi kullanmayı çok iyi becerir. Her dizesinde Paris sokaklarında fink atan Mehmed-Ali'yi, Troçkist Hernandez'i, Fatih'ten Unkapanı'na koşuşturan gazeteci Mehmed Ersoy'u hissederim ve tabii İstanbul'u da. Binbir dili konuşur: argosundan, devrimcisine, fahişesinden, burjuvasına... Bukalemun gibi bir üsluba sahiptir. Ve bu çok yönlü üslup Ahmet Kaya şarkılarına da yansımıştır.

İlhan'la Kaya'nın ilk buluşması An Gelir albümünde olur.(ki 86 tarihli albüm Kaya'nın 4.albümüdür) An Gelir, Lili Marlen Türküsü, Sen İnsansın, Haçan Ölesim Gelir, Tut ki Gecedir, Acı Ninni, Hiçbir Şeyimsin, Rinna Rinna Nay, Böyle Bir Sevmek, Cinayet Saati ve elbette ki Mahur bir çırpıda aklıma gelen eserleridir ikilinin.

İlhan ve Kaya çok farklı hatta zıt sınıflardan, köşelerden gelen iki isim. Bu sebepten de sanatsal birliktelikleri çok önemli. Acı Ninni, Tut ki Gecedir, Cinayet Saati gibi şarkılarda İlhan'ın o "film noir" tarzını ve İstanbullu dilini birebir hissetmek mümkün. "İstanbul uyusun / Fatih uyusun / Karagümrük uyusun / Atatürk Bulvarı'nda rüyalar büyüsün" derken Ahmet Kaya, ben onun dibine kadar Kürtçe Türkçesi'nden bir İstanbul hikâyesi tadı alabiliyorsam elimde bir elmas var demektir. Bu hem şairin, hem de müzisyenin gücünü betimlemesi açısından önemli. Bana göre sanatçı eserlerinde yorumunu konuşturabilmelidir elbette ama bir şiiri besteler ve icra ederken ona kendinizden bir şeyler katıp özünü de tam manasıyla koruyabiliyorsanız size "dahi müzisyen" demek çok da abartılı olmaz. Hele ki İlhan-Kaya örneğinde olduğu gibi farklı sınıflardan yahut etnik kökenlerden geliyorsanız.

Kuşkusuz bu uyuşmanın bir de ortak paydası var o da sosyalizm ve toplumcu sanat anlayışı. Attila İlhan -ki en solcu dönemlerinde bile Mustafa Kemal'e olan hayranlığını gizleyememiştir- siyasi görüşü sallantılı da olsa toplumcu sanat anlayışına olan meyilini hiç kaybetmemiştir. En sembolik çalışmalarında bile bunu ön planda tutar. (Mesela "5 dakika bekle git") Keza Kaya da su katılmamış bir komünist değildir. Onun da hayatına paranın girişiyle birlikte değişimler gösterebildiğini görmüşüzdür ama o da iflah olmaz bir muhaliftir ve şarkılarında hep bunu yansıtmıştır.

Ne olursa olsun "Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz" (Lili Marlen Türküsü) diyen 2 kişi var karşımızda. Lumpen veya muğlâk olabilir ama verimli olduğu da kesin. "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" ve "Sen benim hiçbir şeyimsin" derken aşkını haykırarak, doyasıya yaşayamayan, birbirinden habersiz bir çoğunluğun sessiz çığlığını dile getirmişlerdir. Bu noktada da ikilinin romantik yanlarına pay çıkarmak lazım ki Attila İlhan'da en sevdiğim yan budur. Bir sanatçı aynı anda hem toplumcu hem de romantik olamaz diye bir kaide yoktur, olmamalıdır. Bu yüzden İlhan'ı kendime yakın bulur ve önemserim.

"Azıcık okşasam sanki çocuktular / Bıraksam korkudan gözleri sislenir / Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir" Şarkıyı bilenler Kaya'nın neşeli bestesini hemen mırıldanmaya başlayacaktır. Hüzünlü bir hikâyedir aslında "Böyle Bir Sevmek" ama aynı zamanda da rahattır, kendiyle eğlenir. Düşünürsünüz bu sözlere daha iyi bir beste yapılabilir miydi? Cevabı hiç bilemezsiniz belki ama "yapılamazdı be", dersiniz "yapılamazdı!"

Lili Marlen'de, Grev'de, Rinna Rinna Nay'da devrimcilerin ve işçilerin onurlu öfkesini hissedersiniz. "Oy Bilesin ki ben ha / Taş döven demir döven / Oy Bilesin ki ben ha / Toz toprak içinde şanlı / Erken yükseldi feryadım / Grev hakkımı isterim" derken bir taş işçisi bağırır sanki Gesi'den, Cihanbeyli'den. Rinna Rinnan Nay'da ise Egeli, Akdenizli pamuk işçilerini duyarsınız; Gediz'den, Çukurova'dan. "Biz dünyalılar yemin ettik imanımız var / Hürriyet için hürriyet aşkına" dizelerinde ise sosyalizmin evrensel ülküsünü hatırlatır ikili bize; Zagreb'i, Havana'yı.

Ve son olarak "O, mahur beste çalar / Müjganla ben ağlaşırdık" mısraları çalınır kulaklarımıza. Burada da kuşkusuz devrimci hassasiyetlerinin benzeşmesi vardır. "Mahur" Deniz Gezmiş'lerin idamının üzerine yazılmış bir şiirdir. "Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı / Hoyrattı gülüşleri / Aydınlığı çalkalardı"

"Öylelerdi be” dersiniz, "öylelerdi", "namlı masal sevdalıları."