29 Ekim 2007 Pazartesi

Yuvarlağın köşeleri ve Abdüllatif Şener


kerem özkurt

Cuma günü eski devlet bakanı yeni akademisyen Abdüllatif Şener, “Küresel Rekabet” başlıklı bir konuşma yapmak için Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. AKP’nin içinde muhalif bir duruşu olan, yeni hükümette kendi rızası ile yer almak istemeyen Şener’in ne diyeceğini merak ederek birkaç arkadaş dinlemeye gittik. Neden bilmiyorum, muhalif bir şeyler söyleyeceğini sanıyorduk; AKP politikalarını eleştireceğini, en azından özeleştiri yapacağını düşünüyorduk; o değil miydi görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten, çekil[en] izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten?

Ama öyle değilmiş. O gün bize yaklaşık bir saat boyunca anlattığı özet olarak şuydu: Dünya inanılmaz bir hızla küreselleşiyor, bunun önüne geçilemez. Bu yüzden küreselleşmenin dışlında kalmak diye bir şey mümkün değildir. Şayet akıllı davranırsak bundan yararlanabiliriz ve mümkün olduğunca yararlanmalıyız zaten; çok çalışarak, rekabet ederek. Sadece birbirimiz ile değil, tüm dünya ile. Şener Hoca’nın çizdiği tabloda hepimiz küreselleşmenin akan çeşmesinden doldurabildiğimiz kadar doldurmalıyız. Çünkü dünyanın yeni düzeni artık bu.

Şener Hoca analizine “İster beğenelim ister beğenmeyelim neden küreselleşmeye katılmalıyız?” sorusuna cevaben, içinde bulunduğumuz bağlamı tarif ederek başladı. Sonra küreselleşmeyi anlattı. Rekabet edersek, kozlarımızı iyi oynarsak katılabileceğimiz, faydalanabileceğimiz, kazançlı çıkabileceğimiz küreselleşmeyi. Bu arada küreselleşmenin adaletsizliğinden bahsetmedi mi? Elbette değindi ama hemen ardından sömürgeleşeme söylemini eleştirmekten de geri durmadı. Küreselleşmenin bizimki gibi ülkeleri sömürdüğüne dair yaklaşım doğruluk payı taşıyordu ama Şener hocaya göre çözüm üretmiyordu; küreselleşmede bizimki gibi ülkelerin kaçınılmaz kaderi sömürülmektir demek ona göre küreselleşme ile nasıl başa çıkacağımız sorusunu yanıtsız bırakıyordu.

Determinizmi ilk eleştiren Şener değil; ama konuşurken atladığı (bilerek veya bilmeyerek) çok daha açık bir nokta var ki, bu doğrudan Şener Hoca ve ekibinin niyetiyle alakalı:

Küreselleşmeye niçin katılmak istiyoruz? Şener Hoca için cevap basit, başka türlü ayakta duramayacağımız için. Küreselleşmenin dışında kalınamayacağının o salondaki herkes üç aşağı beş yukarı farkındaydı. Kaçılamıyor burası açık; ama neden küreselleşmenin magmasına doğru ilerlemek istiyoruz; sorun burada.

Küresel ekonomi, adı itibariyle yanlış bir metafor kurmamıza neden olur. Küresel ekonomi küresel değildir. Yani içindeki her noktanın merkeze eşit uzaklıkta olduğu, herkesi eşit şartlarda yarıştığı bir düzen değildir. O çok övülen kısmı, “dünyanın öbür ucunda üretilen bir bilgiye ulaşabilme” bile çeşitli kriterlere bağlanmıştır ve ulaşımı zannedildiği gibi herkese açık değildir. Küresel ekonomide her zaman birileri daha avantajlı olacaktır; bu kaçınılmaz; çünkü sistemin işleyişi buna bağlıdır. George Orwell’ın domuzlarının, duvarın üzerine yazılmış tek maddelik anayasaya, “herkes eşittir” cümlesine, yönetime geldikten sonra ekledikleri gibi: “ ama bazıları daha fazla eşittir.”

Küreselleşme için “köşeli yuvarlak” metaforu daha uygun gibime geliyor. Bazı ülkeler köşededir ve merkeze diğerlerinin olduğundan daha uzaktır. Mazlum edebiyatı yapmak istemiyorum, hiç de hazzetmemişimdir, ama madem bir bağlam kurulacak ve kendimizi bu bağlamda bir yere koyacağız doğru hareket edebilmek için, bağlamı doğru kuralım yerimizi tam olarak tespit edelim: Biz bu yuvarlağın köşesindeyiz.

Peki, sırf uzağındayız diye küreselleşme sürecinin dışına mı çıkmamız lazım. Elbette ki hayır, hatırlayın kaçış yoktu ya küreselleşmeden. Şener Hoca’ya göre var gücümüzle merkezine doğru kulaç atmalıyız, kürenin merkezine. Küresel ekonomiden en fazla fayda gören ülkelerin, ABD’nin Almanya’nın, Japonya’nın yanına. Peki ama ne için? Ülkemizi zenginleştirmek ve kalkınmak için. Abdüllatif Şener’in evvelden bakanlık yaptığı hükümet bunun için ciddi adımlar attı ve küreselleşen ekonominin Türkiye’de kurumsallaşması için yoğun çaba harcadı. Ülkenin büyüme hızını arttırdı, GSMH’yı yükseltti ve ismini bile bilmediğimiz nice istatistiksel değeri yükseltti. Ya sosyal güvence? Ya Fakirlik? Ya insanca yaşama hakkı? Şener hocanın yüzmemizi istediği yerde duran ülkelerin insanları ne durumda? Ne tür bir yere doğru yuvarlanıyoruz ve niye tutunamıyoruz bir yere?

Benim anlamadığım bu işte. Derdim küreselleşme değil; ona karşı olmuşsun, olmamışsın fark etmez, o kendi yolunu bulup ilerleyecektir. Ama biz niye onu almaya bu kadar hevesli bu kadar lütufkârız. Bu hengâmenin ezdiği onca insan var benim ülkemde, yaşamak için her gün yeni yollar bulmaya çalışan, sadece yaşayan, sonra ne olduğunu anlayamadan ölen. Küreselleşmenin umursamadığı insanlar; yoksullar. Şener Hoca’nın arkasına takılıp bu deryaya atlayan “girişimci”nin bile hali ne olacak belli değil. Köşeden merkeze yüzmek (eğer ki niyetiniz ve amacınız her şeye rağmen bu ise) ne acılar çektirecek insanlara? Ve kim hesabını verecek, sırf dolar yükseldi diye işyerini kapamak zorunda kalan “girişimci” masasının çekmecesinden silahını (ne tuhaftır ki onu yasal yollardan, tam da arkasından yürüdüğü politikacıların selefleri tarafından çıkarılmış bir yasayla alabilmiştir) şakağına dayadığında?

Bu işaretin anlamı ne olabilir?


Malum Almanya'dayım ya, ille her gün başıma ilginç bir şey gelecek! Geçen yolda yürüyorum, yandaki trafik işaretini gördüm. Doğrusu trafik işaretinden ziyade bir resme benzettim ben. İyisi mi dedim, bizim GH yazarlarına sorayım, onlar hele bir tahmin yürütsün de neşemizi bulalım. Bakalım ne demiş dostlar? (MK)


Hayat ne güzel - Duygu Kocabaylıoğlu

"Hepimizin mutlu bir hayatı vaar, laylay la looom! Çocuğumla ben süper ‘suburbian’ evimizin önünde huzurla futbol antrenmanı yapıyoruz, dokanmayın. "Okul önü levhası da olabilir: "Ey sürücü, sürüp geçeceğin bu yolda çocuklar top koşturmaktadır, ayağının altındaki gaza dikkat et!"


Film şeridi - Tuğba Maran

Bu sistemin ben diyeyim dürüstlüğüne, siz deyin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ciliğine işaret eden, hasretle beklenen tabela. Artık onu uyar bunu söyle, aman diyeyim buradan geçme, şuradan sadece böyle arabalar geçer, ayı çıkar, taş düşer falan fistan bunlar eskide kaldı. Hızla azalan safdillikten kurtuluşun nişanesi adeta!

Özetle, "Bak annem sana burada bir şey olursa (malum karşıdan karşıya geçmektesin) ömrünün son 30 saniyelik filmi böyle bir şey olur. Ev dedin, araba dedin aldın krediyi, 'at avrat silah' (jip güç hatun da olabilir) dedin, çocuk dedin, erkek evlat dedin, top koştursun dedin hepsi oldu. Budur görüp göreceğin. ‘Action movie’ beklemiyordun değil mi avanak vatandaşım?"


Buraya ev dikmek yasaktır - Kerem Özkurt

"Evinin önündeki yolda top oynayan çocuğun kaçan topunu almaya çalışma, araba çarpar."

Veya:"Dikkat! Evinin önünde top oynayan çocuğun kaçan topunu almak için yola atlayanlar olabilir, yavaş sürün.”

Çocuk için:"Evinin önünde oynarken eline topuna sahip ol, yola kaçırma, kaçarsa arkasından koşma, koşanlara engel ol, onları yoldan araba geçebilir diye uyar, boş yere kazaya sebebiyet verme."

Biraz abartalım:"Çocukların yola top kaçırabilecekleri, bundan ötürü kazaya sebebiyet verebilecekleri yerlere lütfen ev inşa etmeyiniz."


Edip Akbayram'dan geliyor - Mithat Fabian Sözmen

Tabelanın bende yarattığı his “şoför dikkatli git burada çocuklarımız top tepiyor” gibi birşey. Bu yüzden soruya Edip Akbayram'ın Garip adlı şarkısıyla yanıt vereceğim:

hızlı hızlı giden yolcu
bu yolda sübyan beckenbauerler var
bak önüne libero, stoper, kaleci
bu yolda sübyan gerd müllerler var
fussbaall, fussbaalll, fussbaaall

asfalta boyanmış yeşil otları
her daim göz hapsinde oyunları
şoför kendin’ michael schumacher sanma
buralar sübyan toni schumacherlerin yolları
fussbaall, fussbaall, fussbaall,

şüvey şüvey gidesin bu yollarda
sübyan matthaeusları korkutma
ne gezersin bu ovada
bu yolda sübyan klinsmannlar var
fussbaall, fussbaaall, fussbaaall

Çeki-Yorum #1
Fotoğraf: Mustafa Kuleli
Frankfurt (O) / Almanya

24 Ekim 2007 Çarşamba

Sosyalizm gidince geriye ne kalır?


Mustafa Kuleli
(Doğu Almanya günlüğü-2)

Bilim-kurgu yazarı Arthur Charles Clarke, 1951’de yayımlanan “Prelude to Space” romanında, "eskiden dünyanın yörüngesinde sadece bir tek ay vardı" diyordu. Bunun üzerinden yalnızca altı sene geçtikten sonra, 4 Ekim 1957’de, Sovyetler dünyanın yörüngesine gümüşî renkte gerçek bir uydu gönderdi. Sputnik-1 insanlığın ilk uydusu idi. Geceleri çıplak gözle de görülebilen ve gökyüzünde belirgin bir iz bırakan bu uydunun yolladığı sinyaller, amatör radyocular tarafından da dinlenilebiliyordu. Bundan tam elli sene önce gökyüzünde insan yapımı bir yıldız parlıyor ve o yıldız insanlığa, geleceğe olan umudu taze tutuyordu.

Wolfgang Becker’in “Good Bye Lenin” filmini izleyenler hatırlar, o dönemde yetişen çocukların hayali kozmonot olmak idi. Hayalleri olan o çocuklara, duvar yıkıldıktan sonra “Siz hayal gördünüz!” denilerek muz, naylon çorap, ruj, porno film verildi ve çok iyi yetişmiş bir kuşak travma içinde kaybedildi. Fakat onlar aslında nispeten şanslıydı, çünkü onların arkasından gelenler, şimdi daha büyük bir bunalımı yaşıyor…

Neo-naziler neden Doğu Almanya’dan çıkıyor?

Bu soruyu sevgili gazeteci büyüğüm Niyazi Dalyancı sordu, bir önceki yazıma istinaden. Haklı da. Çünkü şu anda, Almanya’daki neo-nazi, ırkçı, milliyetçi parti ve örgütler doğuda görece güçlü. Bu olguyu açıklamak için yapılan araştırmalardan birinde iki sebep öne çıkmış: Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR), ”yabancılara” kapalı olması ve Doğu'da yaşayanların, DDR’in benimsettiği stalinist-milliyetçi dünya görüşünün etkisinde kalması. (“The historical causes of xenophobia in the former East Germany”, Jan C Behrends, Dennis Kuck, Patrice G. Poutrus)

Bu çalışma genel olarak gerçeği yansıtmakla beraber, aslında haksız bir varsayımı da barındırıyor. Araştırmada “başarısı onaylı” kapitalizmin ırkçılık sorunu ile ilişkisine dair pek bir şey yok. Peki, DDR dönemini yaşamamış gençler nasıl oluyor da ‘ülke ile gurur duyma’yı aşılamış DDR rejiminden bu denli etkileniyor? Duvar yıkıldıktan sonra eğitim ve sağlık olanaklarından daha az yararlanan ve iyi bir gelecek tahayyülü ellerinden alınmış bu genç insanlar, sadece doğdukları toprakların sosyalist geçmişi nedeniyle mi bu haldeler?

Kozmonot olmaktan, kasiyer olmaya

Elbette ki gerçek bundan ibaret değil. Birleşme başarısının zafer sarhoşluğu geçip, Doğu Markı’ndan Batı Markı’na eşit kurdan çevrilen para ile alınabilecekler tükendiğinde, gerçek daha iyi görüldü. Doğu Almanya’nın fabrikaları ya Batı’lı sermaye grupları tarafından satın alınıp, büyük işten çıkarmalar yapılmış; ya da “bunlar verimsiz ve geri teknolojili, biz yenilerini kuracağız” denilerek kapatılmıştı. Gelgelelim, geçen zamanda yeni fabrikalar ve işyerleri kurulmadı, gençler için daha iyi sosyal olanaklar sağlanmadı. Bugün doğudaki gençler bundan daha iyisine layık olduklarını düşünüyor ve bu yüzden bir arayış içerisinde. Duvar yıkılana kadar hayatlarında hiç yabancı görmemiş bu insanlar, hâlihazırda iş imkânları zaten kısıtlıyken yabancı ‘rakipler’ istemiyor. Yani aslında mesele çok açık: Sermaye, emeği ucuzlatmak için işsizliği kullanıyor, işsizlikten muzdarip olanlar, yabancıları ülkeden göndererek, işsizliği ‘kendi lehlerine’ azaltmaya çalışıyor(!)

Bu arada faşist örgütlenmeler de boş durmuyor tabi. Sayısı 140'ı bulan ırkçı örgütler kurdukları kafe ve benzeri mekânlar ile gençleri yanlarına çekiyor, düzenledikleri konserler yoluyla ırkçı mesajlar veriyor.

Tam da bu noktada batının ırkçılık ile ilişkisine de bir bakmak gerekirdi ama yerimiz dar. O meseleye de başka bir yazıda değiniriz belki. Çünkü Hitler döneminin yüksek bürokratları, siyasetçileri, avukatları daha sonra Batı Almanya’da önemli mevkilere geldi. Çünkü Almanya’daki pek çok ırkçı organizasyonun merkezi batıda. Çünkü yabancı düşmanlığını kaşıyan, Almanya’nın batılı büyük medyası. Ama dedik ya, yerimiz dar. Belki başka zamana.


N: Bir önceki yazıda, Sol Parti.PDS’e pek çok gencin de oy verdiğini belirtmeyi unutmuşum. Bu önemli olguyu atladığım için tüm okurlardan özür diliyorum.

-Frankfurt/O-

22 Ekim 2007 Pazartesi

Referandum üzerine


kerem özkurt

Bu da bitti. Referandum sonuçlandı. Herkesin az çok tahmin ettiği bir sonuç oldu: Önceki referandumlara oranla katılımı düşük, sandıktan “evet” in çıktığı bir referandum. Ancak son iki haftada yaşanan acı olaylar tüm bu referandum heyecanını gölgeledi. Ne olup bittiğini anlayamadan sandık başında buldu birçok seçmen kendini. Alelacele oyunu kullanıp evlerine döndüler ve televizyonlarını açıp artık sadece birer rakamdan ibaret olan insanlara üzüldüler. Ekrandaki rakamların değişmemesi için dua ettiler. Bunun üzerine konuşmak gerek ama zamanı var. Biz şimdilik tüm bu üzüntülerin gölgede bıraktıklarına, gölgede olup bitmiş olana bakalım.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi çok öncelerde de konuşulan bir projeydi. AKP’nin somut bir iddiası olarak ortaya çıkması ise, çok uzun zaman değil, birkaç ay evvelki cumhurbaşkanlığı seçimlerine rastlıyor. Bir takım yapısal, görünüşte bürokratik ama üniversitede okuyan bir hukuk öğrencisinin bile sezebileceği, siyasi bir kararla Gül’ün seçilemeyişi tüm bu süreci başlattı. Anayasa mahkemesinin kararının açıklanmasının hemen ardından kurmaylarını toplayan AKP yönetimi çıkışta basitçe şu açıklamayı yaptı: Mademki iktidarımın ve iktidarımı barındıran meclisin meşruiyetini tanımıyorsunuz, buyurun halka gidelim. Çünkü adalet mülkün temeli olsa bile mülkün sahibi son tahlilde halktır. Biricik meşruiyet kaynağı.

Böylece yaz evvelinde ani ve bir o kadar fevri bir atılımla başlatılan bu sürece son nokta bugün konuldu. Türkiye bundan sonra cumhurbaşkanını bizzat seçecek. Ancak iki tarih arasında gelişen birçok olay bence tüm bu sürecin anlamını silip geriye sadece kuru bir inadın gerçekleştirilmesini bıraktı.

Bunun en güzel göstergesi hazırlanan anayasa taslağı. Yeni anayasa parlamentonun etkinliği ve yetkisini arttırırken cumhurbaşkanınınkileri buduyor. Diğer bir deyişle yürütmenin atanmış kısmı kısıtlanırken seçilmiş kısmı daha rahat hareket eder hale geliyor. Rejim açısından incelendiğinde parlamenter demokrasiye bir yöneliş (her ne kadar çoğulcu bir parlamento özelliği taşımasa da belki ileride olur ümidiyle vaatkâr); sevindirici. Ancak öte yana baktığımızda halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı, başkanlık sistemine doğru bir evrilme. Peki hangisini beklemeli? Nasıl bir rejim beklemeliyiz? Daha da vahimi, yürütmenin, karşı karşıya gelmesi kuvvetle muhtemel bu iki seçilmişi arasında doğabilecek tartışmalarda meşruiyet sorunun nasıl çözeceğiz.

Eminim bunun hukuki ve tatmin edici bir açıklaması vardır. Yoksa memlekette onca hukukçu varken benim gibi bir cahile düşmez fikir yürütmek. Ben burada kendi küçük senaryomu yazmakla yetineyim o yüzden.

Cumhurbaşkanlığı krizinin AKP’ye getirdikleri malum. AKP’nin git gide kemikleşen oy desteğini göz ardı etmeden, bu olayın onların oylarına epey bir katkı yaptığı söylenebilir kabaca. AKP, haksızlığa uğramış, mazlum haliyle çıktığı meydanlardan tam destek alıp tekrar yoluna koyuldu. Ancak işler, tüm bu kriz öncesinde böyle değildi. AKP’nin oyları muhtemelen hala dişe dokunur bir seviyede idi ancak Kasım 2002’de yakalanan rakamın aşağısına düştüğü de bir gerçek. Yine muhtemelen yaklaşan seçimlerde bu oy AKP’yi tek başına iktidar en azından iktidar ortağı yapabilecekti. Belki ikinci daha kuvvetli bir ihtimal. İşte bu yüzden AKP yürütmenin bir kolunu kendi lehine tutmak istedi ve köşkte direndi. Bu işi mümkün olduğunca seçim sonrasına bırakmamaya çalıştı. Ancak tuhaf bir şekilde, hatta AKP yönetiminin bile ummadığı bir biçimde uğradıkları haksızlık kendilerine oy olarak geri döndü. Artık köşk sembolik bir anlamdan öteye geçmiyordu AKP için. İktidar garantilenmişti ve cumhurbaşkanlığını iktidara gelmenin belki de kefareti olarak geri isteyebilecekleri endişesi ile elindekini, parlamentoyu güçlendirmek istedi anayasa değişikliğiyle. Ama tüm bu sürecin sonuca ermesinde etkili rol üstlenen ekonomik ve politik aktörler beklenen kefareti istemediler. AKP de tüm plansızlığına, programsızlığına, seçim öncesi ile seçim sonrası hesaplarının birbirini tutmamasına aldırmayarak, sırf bir kere söz ağızdan çıktı diye, belki biraz da seçimlerde işini kolaylaştıran bir sürece vefa borcu nedeniyle, bir ekim pazarı sandıkları kurdurttu.

Biz de sol işaret parmaklarımızı boyattırıp geldik. Hepsi bu.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Owens'tan Jones'a sporda erdemlilik


Mithat Fabian Sözmen

“Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Günün sonunda önemli olan tek şey budur. Eğer kazanamadıysanız tüm emekleriniz koca bir hiçten başka bir şey değildir.” Bu sözü tırnak içine aldım. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama yüzlerce kez duyduğuma ve okuduğuma eminim. Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs. bir şekilde çevirisini yapıp okuyabildiğim tüm dillerde bu cümlelere rastladığımdan hiçbir şüphem yok. O yüzden günümüze ait anonim bir söz olarak tanımlamak en doğrusu olacak. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, düzeneğin tüm dişlileri kullarını sadece tek bir amaca odaklıyor: Kazanmak. Kazanamazsan bir hiçsin. İkincilik nadiren takdir ediliyor, basamağın bir altındaysanız, saygı görmek için muhataplarınızın kibarlığına muhtaçsınız. Sistemin en büyük dayanağı rekabet, türünün en iyisini ortaya çıkarmak adına alabildiğine vahşi. Sadece ekonomik hayattan veya kariyer mücadelesinden bahsetmiyorum, aslına bakarsanız bu yazıyı yazarken aklımda sadece spor dünyası var.


Atletizmin son utancı: Marion Jones

Cuma günü New York idari mahkemesinde, çok değil 6-7 sene öncesinin en büyük kadın atleti Marion Jones’un günah çıkarma töreni vardı. Sydney 2000 Yaz Olimpiyatları’na 3 altın ve 2 bronz madalyayla damgasını vuran Birleşik Amerikalı atlet, başarısını turnuva süresince aldığı doping içeren maddelere borçlu olduğunu gözyaşları içerisinde itiraf etti. Kuşkusuz Jones, üzgün ve pişmandı. Fakat kim bilir kaçıncı gözbebeğinin, hile yaptığını öğrenen atletizm dünyası ondan daha hüzünlüydü. Ben Johnson’lar, Tim Montgomery’ler, Justin Gatlin’ler ve daha niceleri... Nice şampiyon, nice şampiyon olduğu için ayakta alkışlanan ve sevincini gözyaşlarına akıtan sporcu, ruhunu bu en büyük olma bağımlılığı yüzünden şeytana satmıştı.

Rekabet acımasızdı ve bir şekilde kazanmak, ne olursa olsun kazanmak gerekiyordu. Aslına bakarsanız belki de kimse Marion Jones’un bu geç gelen itirafına şaşırmadı ki bu, durumu sadece daha üzücü hale getiren bir detay. Maalesef, özellikle son 20 senede spor dünyasında rekabetin ve kazanmanın önemi o kadar arttı ki, en büyük isimlerin bile doping kullanmasına alışır hale geldik. Doping kelimesini sözcük dağarcığıma ne zaman kattım diye düşünüyorum da, zihnim beni dünya tarihinin en iyi futbolcularından birine ve hayatımda izlediğim ilk dünya kupasına götürüyor. Diego Armando Maradona, 1994 ABD dünya kupası...


Rekabet, kazanmak ve Michael Jordan

Spor dünyasında rekabet ve kazanmak deyince akla ilk gelen isim; Michael Jordan. Hayatı boyunca bu iki unsuru iyi bir sporcu olması adına en mükemmel şekilde kullanan basketbolcu, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sporcularından biri olarak kabul edilir. Kimse sorarsanız sorun, herkes onun izleyenleri hayran bırakan hava harekâtlarından, geriye çekilerek attığı durdurulamaz şutlardan ve müthiş azminden bahsedecektir. Ama Michael Jordan’ı türünün en iyisi yapan sadece olağanüstü yetenekli bir oyuncu olması değildir. O, Amerikalıların tabiriyle tam bir ‘winner’dır. Hatta ‘winner’ların şahıdır. Bir Amerikalı gazetecinin şu sözünü hatırlıyorum: “Michael Jordan dünyanın en kötü takım arkadaşıdır ama onun takımındaysanız mutlusunuzdur, zira kazanan taraftasınızdır.”

Rekabet etmek ve kazanmak onu tanımlayan en önemli sözcüklerdi ve bugün dünya spor çevrelerinde hangi atletle konuşursanız konuşun sanki Jordan’ı dinler gibi olursunuz. “Rekabet-kazanmak, rekabet-kazanmak...” Jordan tarihin en büyük basketbolcusuydu ama 90’ların o unutulmaz reklâm sloganı “Be Like Mike”, Amerikan gençliği tarafından işine geldiği gibi algılanınca, ortaya dilini çıkararak Jordan gibi smaç yapan ama onun fundamentalinden yoksun ve yine onun gibi kazanmak isteyen ama onun bünyesinde barındırdığı azimden bihaber tonlarca genç çıktı.

Sporun özünden nasibini almamış gençler içinde herkes Mike gibi olmak, hep kazanmak istiyordu. Ama günün sonunda sadece bir tane kazanan çıkar. Amerikan spor gazeteciliğinin yaydığı deyimle ya ‘winner’sınız ya ‘loser’. Ve kaybetmenin zavallılık olarak damgalandığı bir dünyada kaybeden olarak anılmayı kim ister ki! Mutlaka kazanmalısınız! Etrafınızdaki herkesten iyi olmalı ve muzaffer duruşunuzu uzun yıllar muhafaza etmelisiniz. Eğer bunu tek başınıza yapamıyorsanız, kolayı var, Marion Jones ve diğer utanç abideleri gibi steroid kullanın!


Jesse Owens’ın ayak izleri

Her şeyin bu kadar kazanma eksenli döndüğü bir dünyada 1936 Berlin Olimpiyatları’nın efsane ismi Jesse Owens’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Oysa o yüz bini aşkın Alman’ın müthiş tezahüratları eşliğinde birincilik kürsüsüne çıktığında sadece Hitler’in yüzünü kızartmakla kalmamış aynı zamanda sporun özünde tüm önyargıları yıkabilen ne kadar güler yüzlü bir enstrüman olduğunu da kanıtlamıştı. Owens, Berlin olimpiyatları sonrası spora devam edemedi. Hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilmedi, Golden League’lere katılıp milyon dolarlar da kazanmadı ama yine de tarihin en saygın sporcularından biri olarak anılıyor.

Kanımca Machiavelli’nin fikir tanrısı olduğu modern dünyada kazanmaya programlı atletlerin kovalamaları gereken birincil erdem saygınlık olmalı. Zira dürüstçe kazanılmamış tüm başarılar eninde sonunda sizi bir hilekâr olarak damgalıyor ve inanın bu, bir “kaybeden” olmaktan çok daha kötü bir sıfat. Ne yazık ki vahşi rekabet ve sürekli kazanma zorunluluğu, sporda erdemliliği yavaş yavaş ortadan kaldırırken gerçek sporculara, sağduyulu sporseverlere ve gazetecilere düşen, Okan Yüksel’in de dediği gibi “Kassandra Çaresizliği” içinde çırpınmak belki ama yanlış giden şeyleri değiştirebilmeyi de en azından umut etmek.

6 Ekim 2007 Cumartesi

Duvar kimin üzerine yıkıldı?


Mustafa Kuleli
(Doğu Almanya günlüğü-1)

Demokratik Alman Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik, DDR), nam-ı diğer Doğu Almanya, ikinci dünya savaşının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Soğuk savaşın sonunda, sosyalist ülkeler birer birer çözülürken, DDR de bu kaçınılmaz sonu yaşadı. Doğu’da ve Batı’da Almanlar “Wir sind ein volk” (Biz tek bir halkız) diyerek birleşti ve 41 yıllık hikâye, 3 Ekim 1990’da böylece sona erdi.

Rejim çöktü. Bir anda marketler çeşit çeşit yiyecek, içecek ve giyecek ile doldu. Gelgelelim Doğulu emekçilerin bunları alacak parası hiçbir zaman olmadı. Seyahat özgürlüğü geldi, ama bu kez de çalışmak zorunda olan insanların eskisi gibi kendilerine ayırabilecekleri vakitleri yoktu. Gençler istedikleri branşta eğitim alamadı, işsizlik nedir bilmeyen Doğu Almanlar iş bulamadı. İş bulduklarında ise Batı’dakinden çok daha düşük ücretlerle çalıştırıldılar. Daha da kötüsü, Doğulularla hep alay edildi ve Doğulular kendilerini hep sığıntı gibi hissetti.

“Sosyalizm aslında iyi bir fikirdi”

Tüm bu olanların, sosyal bir yansıması da oldu elbet. “Çok kötü” sosyalizmden 17 yıl sonra bugün, Sol Parti - Demokratik Sosyalizm Partisi (Die Linke.PDS) %9 oy alıyor Almanya’da. Bu oran doğuda %30’ları geçiyor. Daha da önemlisi yapılan pek çok kamuoyu araştırmasında (Report 2006, Schell 2006, Allensbacher 2006, Sachsen-Anhalt-Monitor 2007 gb.) Almanlar, eyaletine göre %78’e varan oranlarla “Sosyalizm aslında iyi bir fikirdi ama kötü uygulandı" diyor. Üstelik bu araştırmalara göre sosyalist fikirler sadece doğuda değil batıda da taraftar buluyor.

Sol Parti - Frankfurt (Oder) örgütünden René Wilke bu durumu şöyle açıklıyor: “Sosyalist dönemde Doğu Almanya’daki marketlerde az çeşit vardı ama ihtiyacımız kadar satın alabiliyorduk. Kimse aç, evsiz, işsiz değildi. Şimdi insanlar çaresiz ve gelecekten yana ümitleri yok. Kapitalizmin ne olduğunu gördüler ve artık, eski hatalardan ders çıkartan partimize; yeni, demokratik sosyalizmi kuracak partimize yöneliyorlar. Çünkü biz mecliste ‘Kapitalizm kötüdür bu yüzden her şeyi protesto ediyoruz!’ demiyoruz. Onların sorunlarına somut çözümler üretmeye çalışıyoruz…”

‘Batı’ alarmda

Batıdaki basın ve siyasetçiler ise bu olguyu açıklayamadıkça agresifleşiyor. Öyle ki Bavyera Başbakanı ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisi eski Başkanı Edmund Stoiber, “Almanya’da kimin başbakan olacağına Doğu Almanların karar vermesini kabullenemiyorum. Umutsuzlar Almanya’nın geleceğine karar vermemeli” diyerek, Doğu Almanların Demokratik Sosyalizm Partisi’ne oy vermesinden ne kadar rahatsız olduğunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde, Almanya’nın ve de tüm Avrupa’nın en çok satan gazetesi Bild de, az önce bahsettiğimiz kamuoyu araştırmalarını “Alarm Araştırması" başlığıyla duyuruyor ve bu sonuçların nasıl da ‘korkutucu’ olduğunu milyonlarca okuruna ilan ediyor.

Birleşmenin faturasını iki tarafın emekçileri ödüyor

Gelelim iki Almanya’nın birleştiği o günün yıldönümüne. DeutschWelle (Almanya’nın Sesi) editörlerinden Bernd Graessler'e göre resmi bir bayram olan ‘birleşme bayramı’ (Tag der Deutschen Einheit), doğulular için gerçekten bir ‘bayram’ olmalı. Çünkü yıllardır aktarılan ‘yardım’lar ile ihya olan Doğu için bu, kutlanması gereken bir şey. Fakat sokaktaki hava hiç de öyle değil. Doğu’da, Berlin’e bir saatlik mesafedeki Frankfurt (Oder) kentinde, bayram günü sokaklar bomboş. Hristiyan Demokratlar’ın (CDU) düzenlediği etkinlik sönük ve ruhsuz. Gazetelere demeç veren Psikologlar, bu durumu, Batı’dan gönderilen milyarlarca Euro’luk yardımın, Doğu Almanları utandırmasıyla açıklıyor.

Batı Almanların da hallerinden pek memnun olduğu söylenemez. Onlar da Doğu eyaletlerinin kalkınması için ödedikleri ‘dayanışma vergisi’nden şikâyetçi. Üstelik birleşme sonrası artan işsizlik, işverenlerin emekçilere gösterdiği bir sopa. Öyle ki, son 20 yılda ücretlere yapılan zam sadece %5.

Velhasıl, yıkık duvarın iki yanından da şen kahkahalar yükselmiyor. ‘Biz tek bir halkız’ diyen Almanlar, 17 yılda bunu başarabilmiş görünmüyor.


-Frankfurt/O-

3 Ekim 2007 Çarşamba

Yeni nesil Arsenal ve bitmeyen senfoni: Endüstriyel futbol öcüsü


Mithat Fabian Sözmen

Arsenal, senelerce İngiltere'nin en çirkin, en düz, en sağlamcı futbolunu oynamakla eleştirildi. Yıldız oyuncuları yoktu, varsa da hiçbiri ne George Best kadar yakışıklı ne Glenn Hoddle kadar zeki, ne Lineker kadar efendi, ne de Keegan kadar havalıydı. (Liam Brady beni affetsin, o hep bambaşkaydı) Taraftarları avamdı, çoğu işçi semtlerinden geliyordu: "Ah o kokuşmuş serseriler ve göçmen zenciler asil İngiliz futbolundan ne anlardı ki!" Hiçbir zaman sevilmediler. Chelsea'nin elitliği, Tottenham'ın senelerce İngiliz futbolunu besleyen yıldız oyuncuları, Manchester United'ın Best-Charlton-Law'lu Bermuda şeytan üçgeni ve tabii ki Liverpool'un tüm Avrupa'yı kendine hayran bırakan asi ve şampiyon geleneği onlarda yoktu. Her nasılsa Londra'nın göbeğine kapağı atmışlardı. Nereden geldiği belli olmayan kocaman pis bir taraftarı, Highbury adında köhne bir stadı ve en kötüsü o sıkıcı 0-0'ları vardı.

Evet, 1990'lara kadar Arsenal'in sözlük karşılığı sadece can sıkıcıydı. George Graham 90'lara doğru takımı devraldığında kulüp yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 20 sene sonra kazanılan 2 şampiyonluk küskün taraftarı takımıyla barıştırmış, art arda yapılan yıldız oyuncu transferleri ve sağlam altyapı hamleleri kulübün, yeni yeni filizlenen ama henüz adı konmamış endüstriyel futbola adaptasyonunu kolaylaştırmıştı. Yine de, 1996'da Japonya'dan Highbury'ye bir Fransız getirildiğinde kimse o adamın Arsenal'i 21.yüzyılın en renkli takımı yapacağına ihtimal vermiyordu. Peki ya o Fransız? Arsene Wenger? Kuşkusuz o da, tıpkı Prekazi'nin Köln'de Ettori'yi 40 metreden avlayacağını ve bir Türk takımının çıkıp Weah'lı Hoddle'lı Fransa şampiyonu armadasını kupa dışına iteceğini öngöremediği gibi, burada da şansının zayıf olduğunu düşünüyordu. "Arsenal'in beni istediğini duyduğumda çok şaşırdım, Japonya'da erken emekliliği düşünen bir adamı niye istiyorlardı ki?" Ama hayat, hele ki futbol dünyanın en klişe tabiriyle sürprizlerle doludur ve bunu hiçbir sevimsiz klişe değiştiremez. Tabii ki Wenger gibi bir futbol aklına, eğitime ve imkânlara sahip olmak, size inanmayanlara bacak arasından gol atmak için birebirdir. Wenger yönetiminde futbolun belki de en güzel buluşu total futbol, 74 Hollanda'sı, Cruijff Barcelona'sı ve Tele Santana Sao Paulo'su sonrası, adada hayat buldu.

Havadan oynama meraklısı İngilizler, Brian Clough'ın "Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri bulutların tepesine koyardı" deyişi gibi bu yeni tarza ve onun getirdiği güzelliklere kapıldılar ve nihayetinde lejyonerlerle dolu Arsenal 10 senede kazandığı 3 lig şampiyonluğu ama daha da önemlisi oynadığı harika futbolla geçmiş yılların o soğuk, sıkıcı ve sevimsiz imajını silmeyi başardı. Bugün eğer geçmişe ait bir futbol kitabı okumadıysanız Arsenal ve sıkıcı kelimelerini yan yana getirmeyi aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.

2007 yılındayız, oyunun adı Futbol ama başrolünde futbolculardan ziyade holdingler ve sermaye yer alıyor. Yüzyıllık kulüpler zengin baronların oyuncağı haline gelmiş durumda ve bu adamlar gerekirse parasını bastırıp Jose Mourinho gibi bir dehayı bile kapının önüne koyabiliyor. Bugün dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig'de 20 takımın 9'u yabancı holdinglere ait ve tıpkı Arsene Wenger'in dediği gibi kulüpler, taraftar başkanlar tarafından değil, işadamı başkanlar tarafından yönetiliyor. Statlar gittikçe boşalıyor ve medyanın oyun üzerindeki gücü artıyor. İnsanlar yine kulüp forması satın alıyor ama onları stada giderken değil evde plazma televizyonlarından, 16 kameralı reji eşliğinde maç izlerken giyiyorlar. Yani futbol endüstrisi bir şekilde genişliyor ama futbolun ruhu da zedeleniyor.

Bu ve benzeri sözleri sadece benim gibi basit bir insan söylese önemsemeyebilirsiniz ama Arsene Wenger gibi futbolun çok önemli şeyler borçlu olduğu bir adam da söylüyorsa buna kayıtsız kalmak saygısızlık olur. Peki, bu sakin Fransız'ı aniden böyle demeçler vermeye iten olaylar neydi? Çok basit. Hafta başında kulübün ortaklarından, Özbek asıllı Rus milyarder Alisher Usmanov, başkan Hill-Wood'un tüm muhalefetine rağmen hisselerini %23'e çıkardı ve dün yaptığı açıklamada hedefinin kulübün en büyük hissedarı olmak olduğunu tüm agresif açgözlülüğüyle söyledi. Arsenal, Forbes dergisine göre 600 milyon pound'u aşan piyasa ederiyle dünyanın en değerli üçüncü kulübü ve bu da hayatında kaç kere futbol maçı izlediğini merak ettiğim Usmanov'un Arsenal aşkını açıklıyor.

Son günlerde Arsenal dünya üzerindeki en güzel futbolu oynuyor, Henry'i satmasına rağmen ne kadar başarılı bir sistem takımı olduğunu sağda solda aldığı 5'lik 3'lük 4'lük skorlarla ispat ediyor ama ne kadar acıdır ki İngiliz ve dünya medyasında son 1 haftada çıkan haber ve incelemelerin yüzde 90'ı sahadaki oyunla değil Arsenal'in ne kadar değerli bir mal haline geldiğiyle ilgili...

Kendi kendime bazen “endüstriyel futbol” terimini ne kadar çok kullandığımızı ve artık klişe haline gelen bu sözün ne kadar itici olduğunu düşünüyorum. Fakat gelin görün ki artık yeşil sahalarda atılan her gol, her çalım ve pas parayla ilişkilendiriliyor. Maalesef buna 21.yüzyılın en güzel sanat eserlerinden Wenger Arsenal'i de dâhil. Fransız'ın dediği gibi "belki de artık futbol için kaygılanmanın vakti gelmiştir."

2 Ekim 2007 Salı

22 Temmuz'da ne oldu?


kerem özkurt

AKP'nin % 47 almasında şaşılacak bir şey yok. Bahane aramaya da gerek yok. Belli ki herkes halinden memnun. Kimse insanların kandırıldığını, çeşitli yollarla dağıtılan yardımlarla oyların satın alındığını iddia etmesin. Bu, kendi insanını şapşal yerine koymak, iki somunla kandırılacak kadar kafasız olduğunu söylemek; kişinin içinde yaşadığı topluma; içinde yaşadığı derken gün içinde konuştuğu, otobüste yan yana durduğu, yeri geldiğinde derdini yeri geldiğinde sevincini paylaştığı, tanımadığı halde paylaştığı insanlara haksızlık etmek olur. Siyaset kıymet bilmekle başlar. Senin ortaya attığın fikirleri destekleyecek, uğrunda çalışacağın insanın kıymetini bilmekle. Çünkü kendiden menkuldür insanın kıymeti; çünkü insan olduğu için değerledir en başta.



Bu yüzden kendini dev aynasında görüp, sana ayna tutanlarla karşılıklı iltifatlaşıp, geri kalanların sözlerine kulak tıkamak bir fikir adamının, bir siyasetçinin, bir devlet adamının kendisine zarar vermekle kalmaz, ürettiği gerçekten de faydalı olabilecek politikaların, çözümlerin de kulak ardı edilmesine sebep olur.



AKP gerçekten de yardımlar dağıttı birçok yerde seçim öncesi. Birçok insan da büyük ihtimalle bu sebeple oylarını vermişlerdir AKP’ye. Ama bu insanlar farkında değil miydiler oylarını sattıklarını, “oyuna“ geldiklerinin? Neden bile bile lades desinler? Cahillik deyip işin içinden çıkmak çok kolay. Soruları doğru sormak gerekir. Pek beylik bir lafla söylersek, bu insanlar neden bir ekmek uğruna oylarını veriyorlar. Daha da önemlisi, ey sen aynadaki dev, neden sen değilsin o insana o ekmeği uzatan.



AKP bu seçimden, geçen seçime oranla çok daha düşük bir oyla çıkabilirdi ve bu beni gerçekten şaşırtmazdı. Ülke’de olup bitenlerin, büyük resme bakmaya gerek kalmadan, küçük adamı bile nasıl sınırda yaşamaya ittiği çok açık. Ancak yine aynı hükümet, üstelik hiçbir değişiklik vaat etmeden, yani aynı düzeni sürdürme iddiası ile tekrar ve daha güçlü geldi. AKP yönetimi kazandıkları bu başarı için, muhalefete (ki sadece CHP’yi kast etmiyorum), kendi çalışanlarına borçlu olduklarından daha fazlasını borçlu. AKP’nin tüm hükümeti süresince o kadar bariz duran açıklarına bir türlü atlayamayıp, nedense muhalefeti kendilerini köşeye sıkıştıran bir söylem üzerinden yapıp duran, toplumun ve siyasetin her köşesindeki muhalefete.


Çok basit bir denklemle bütün bu dönem boyunca toplumu dinleyen sadece AKP oldu ve bunun da karşılığını fazlasıyla aldı. Yine de bu sürecin üzerine söylenebilecek birkaç şeyin daha olduğu görüşündeyim.

Özgürlüğe ağıt (a requiem for freedom)




Duygu Kocabaylıoğlu




İnsanoğlu, Platondan beri evrensel doğrunun peşinde, Aristo’dan beri mutlakıyetin dar çemberi içinde. Çünkü sınırları çizilmiş, kurtarılmış alanda eşelenmek her zaman daha rahat, daha zahmetsiz; daha güvenli. Birilerinin sizin yerinize mutlak doğruyu belirlediği ve tek yapmanız gerekenin bu mutlak doğruya göre hareket etmek olduğu sorunsuz ve sorumsuz bir yaşam şekli. Bu yüzden din odaklı yönetimlere, diğerlerinden daha bağlı, daha bağımlı, daha bir kanıksamış insanoğlu var tarih sahnesinde yüz yıllardır. Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Musevi’si fark etmeyecek kadar da uzlaşmış bir içgüdüyle. Tek Tanrı’dan ve iktidar erki olmaktan başka henüz ortak nokta tutturamamış, sürekli savaş hainde 3 büyük din.





Fakat yüzyıllar sonra ha ekonomik mutlakıyet olan kapitalizm geldi dinin yerine, ha daha özgürlükçü ve eşitlikçi olma iddiasındaki mutlak faşizm. Nasıl da mutlu insanoğlu kafasına kafasına dikte edilmesine zaten hali hazırda idrak edebileceklerinin.





Nasıl da rahat o sular, debelenmekten korkan küçük balıklar için. Kullanabileceğim tüm yetkilerimi 1 oy karşılığında sana devrediyorum ki, benim yerime anayasa(k)yı yapabilesin; yapabilesin ki, biz, bir arada duramayan habis insanoğlu tek elden yönetilmek için bak nasıl da feragat ediyoruz birbirimizi boğazlama özgürlüğünden... Sen söyle bize, ‘şunu yap, bunu yapma’ diye. Aman ha, başıboş bırakma, belli olmaz sağımız solumuz...


Ha yarın öbür gün, tamamen bizim iyiliğimizi gözeterek yaptığın yasaları beğenmediğimizi söylersek, olur ha es kaza fikrimizi beyan edersek, sakın kulak asma bu sivrisinek vızıltısına. Anlayana davul zurna az bile, sen kendin çalıp, oynamana bak; zira en baştan söyledik sen bizden daha âlim, daha bilirkişisin mevzuu bizim kişisel özgürlüklerimiz olduğunda...








Sen, ‘bize rağmen ve bizim için’ asıp kesebil ki, bir zamanlar kralların, padişahların güdümündeyken sarıldığımız o rahat mutlakıyetçiliğe zeval gelmesin, sakın ha!


Sen işini bilirsin devlet baba, yüksek iktidar erki; hepimiz 1 oy etrafında eşitiz ama sen bizden daha eşitsin şüphesiz ki. Şüphesiz ki rahatız, başımızda neyin doğru neyin yanlış olduğunu kötekle anlatacak bir "baba" figürü olduğundan dolayı.





Ah insanoğlu, zahmet edip söyler misin bana, mutlak ve evrensel doğruyu arayan Platon’dan başlayıp 2000küsür yıldan bu yana, bir toplumsal sözleşme mavnası koydun ortaya, kuyruğunu peşi sıra yakalamaya çalışan kediden ne farkın var aynı çemberde dönerken, düşünebilme yeteneğinden başka? Farkındalık bile yok, ki öyle içselleştirilmiş güdülme güdüsü, artık her şey müstahak sana, hak ettiğinden de beter yönetilirsin bu ahval ve şeraitle örülmüş rahat duvarların arasında…