1 Mart 2008 Cumartesi

Türban tartışmasının ekonomisi


kerem özkurt

Türban temcit pilavı gibi. Farklı zamanlarda gündeme düşüyor, sonra aniden kayboluyor, sonra yeniden parlıyor. Bu gelip gitmeler bende türban konusunun kesintisiz devam etmediği hissini uyandırıyor. Sanki belli başlı iki grup arasında on yıllardır devam eden bir tartışma değil de; farklı zamanlarda, o dönemin bağlamına uygun olarak, farklı grupların karşı karşıya gelmesi sonucu ortaya çıkıyor türban tartışmaları. O yüzden her türban tartışması, benzer noktalar tartışılıyorsa da, yapıldığı döneme hasmış gibi geliyor bana. Yanılıyor da olabilirim. Sadece fikir yürütme benimkisi; ama bu düşünceyi ilerletirsem şu an içinde olduğumuz Türban tartışmasını iki burjuva grubu arasındaki güç çekişmesi olarak tanımlayabilirim. Birinci grup devlet ile ilişkileri sayesinde güçlü haldeyken, Anadolu’dan yükselen ikinci grup ekonomik açıdan birinci gruba tehdit oluşturuyor. İki grubun da kendini has politik ve kültürel duruşları mevcut. Ortak noktaları ise her halükarda burjuva olmaları ve toplum içinde “belli bir kesimi” temsil ettiklerine inanmaları.

Türkiye’nin ekonomik tarihi birçok açıdan Batı Avrupa devletlerinden farklılık gösterir. Liberal ekonomi politikaları doğrultusunda gelişen Batılı ülkelerde devlet ve sermayedar arasındaki ilişki karşılıklı uzlaşma ve taviz üzerinden yürümüş, sermaye sınıfı devletin karşısında kendi ayakları üzerinde durmayı başarabilmiştir. Öte yandan Türkiye gibi karma ekonomik politikaların uygulandığı ülkelerde bu sınıfın varlığını sürdürebilmesi için devletin desteği gerekmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren sanayi ve ticari yatırımlar devlet tarafından teşvik gördüğü yahut bir şekilde devlet tarafından finanse edilebildiği sürece devam edebilmiştir. Bugün bile, halen üretici ve tüccarın en büyük müşterisi devlettir. Devletle bir şekilde iş yapamayan, simbiyotik bir ilişki kuramayan her büyük sermayedar ekonomik arenadan silinmeye mahkûm olacaktır.



Ancak devlet ile sermayedar arasındaki bu ilişki tek taraflı görülmemeli. Sermayedarlar devlet ile olan ilişkilerini, rakiplerinin önüne geçmek için kullanırken, devlet de kiminle ilişki içine gireceğine karar verir. Devletin kararını birçok açıdan siyasi nedenler belirler. Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında devletle iş yapmak isteyen sermayedarlar için en önemli referans Kurtuluş Savaşı’na bir şekilde -fiili, maddi ya da manevi- katılmış olmaktı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise ideolojik olarak “güvenilmeyen” gayrimüslim sermayedarlar Varlık Vergisi kanunuyla ekonomi dışı bırakıldı, sermayeleri daha güvenilir olan yerli tüccarlara transfer edildi. Hükümetler değişse bile devlet ile belli bir şekilde tanımlanmış -milli, modern ve 1980’den sonra laik- büyük sermaye grupları arasındaki ilişkiler devam etti.



Devlet ile ekonomik ilişkiye giren, bu sebeple de kendi kültürel ve politik alanlarını devlet ideolojisine uygun şekillendiren bu burjuva grubunu birinci grup olarak tanımlayalım. İşte devlet ile bu grup arasındaki ilişkiye tehdit, 1990’lardan itibaren iyiden iyiye güçlenen başka bir sermaye grubundan geldi. Bunlar da ikinci grup dediğim burjuva grubu. Bu; gerek devletin küçük ve orta ölçekli (KOBİ) işletmelere verdiği finansal destek, gerekse dünya ekonomisinin gitgide, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine bağımlı hale gelmesinin yarattığı konjonktürle, Anadolu’da serpilip genişleyen bir sermaye grubuydu. Ancak bu yeni grubun kültürel ve politik alanları, birinci gruptan ayrı olarak, devlet ideolojisiyle mükemmelen uyum içinde değildi. Anadolu kaynaklı ikinci grubunun bu uyumsuzluğu, sanırım, kuruluşundan bu yana devlet ideolojisinin taşraya sızmakta başarısız olmasından kaynaklanıyordu. Öyle ya da böyle bu uyumsuzluk ikinci gruba pahalıya mal oluyordu; devlet ile iş yapamadıkları ve politik alanda güçlü olamadıkları sürece ekonomik olarak güçlenemiyor, binci grupla mücadelesinde mütemadiyen yenilen taraf oluyordu.



Çoğu yorumcu bu ikinci gruba yeşil sermaye ismin verip irtica ile ilişkisini kurmaya çalışabilir; ama ben bu burjuva grubunun, ideolojik açıdan, dini referanslarının zannedildiği kadar kuvvetli olmadığını hatta ekonomik kaygılarının gerisinde kaldıklarını düşünüyorum.

1990’lar, bu burjuva grubunun ekonomik gücü sayesinde güven tazelediği, kültürel ve siyasi alanlarda kendine has olanı yarattığı yıllar oldu. Siyasette, “dini” olarak adlandırılan bir partiyi iktidara taşıdılar. Kültürel açıdansa kendi yaşam tarzlarını (alternatif modernleşme de diyebilir bazıları) geliştirdiler. Çok-kültürlülük ve etnik çeşitliliğin de küreselleşmeyle beraber önem kazanması, bu gelişmeleri destekledi. Her iki alanda da birinci burjuva grubu ile çatışmaya başladı. Bu çatışmanın siyasi getirisi 28 Şubat, kültürel getirisi ise birkaç hafta öncesine kadar yürürlükte olan türban yasağı oldu.