29 Mayıs 2006 Pazartesi

Arada kalmak

kerem özkurt

Türkiye’de herhangi bir konuyu tartışamaya başlamadan önce, en önce sosyal ve kültürel yapımıza bir selam çakılır. Bu siyasi hayattan tarihe, günlük pratiklerden edebiyata kadar böyledir. Sosyal ve kültürel yapının o kadar çabuk alışılan ve kullanışlı bir tarafı vardır ki, mevzu bahis konu hakkında tartışma tıkandığı anda ‘ sosyal ve kültürel yapımızdan dolayı’ diyerek işin içinden çıkılır. Bu, kullanıcıya bir anda çok şey anlatıyormuş hissini verir. Biraz da entelektüel hava. Bilimsel bir sebep gösteriyormuşçasına konuşmacıya bir üstünlük kazandırıyor gibi görünür. Hâlbuki bu bir yanılsamadır; kavramın kapsayıcılığından değil, muğlâklığından kaynaklanır. Tam olarak tanımlanmadığından, yani bir yerde yalınkat bir tanımı bulunmadığından, her konu içinde konuya göre anlam kazandığı varsayılır. Uzun lafın kısası derine inmeden konuyu kestirip atmanın hafif fiyakalı üç haneli formülüdür.



Sosyal ve kültürel yapımızın arkasında ne vardır peki? Tabi ki arada kalmışlığımız ya da bir sentez oluşturmamız. Aslında bu konunun olumlu ya da olumsuzluğuna göre değişir. Arada kalmışlık kendiliğinden olumsuzdur. Sıkışmışlık, bitaraf olma, belirli özellikleri olamama, kendini bir yere ait hissedememe, bir gruba dâhil olamama, ne o yana ne bu yana yaranama, hiçbir yerin karakterini yansıtamama gibi çağrışımları beraberinde sürükler. Bu açıdan bakıldığında, bizim DNA haritamızı, daha DNA bulunmadan belirlemiş sosyal ve kültürel yapımız, ya Allah bir cengâverlikle tüm suçu yüklenip benliğimizi temize çıkarır; bize de kadere yakınmaktan başka bir şey bırakmaz. Zaten kaderciliğimiz de sosyal kültürel yapımızdan kaynaklanmamış mıdır?



Formülün olumlu kullanımı ise sentezdir. Sentez; yani iki ya da daha fazla tarafın özelliklerinin kaynaşmasından oluşan ve kendi özelliklerine sahip yeni bir taraf. Buna göre içine girenin iyi taraflarını bıraktığı, tüm tarafların üzerine çıkabilen, varlığını başkalarına borçlu olsa da kıymeti kendinden menkul, çok renkli, çok çeşitli, kapsayıcı, her şeye açık, asla uçlara kaymayan, orta yolcu, ılımlı, herkesle analaşabilen, içinde her telden bir name barındırdığından herkesle ortak noktası arandığında bulunabilen. Sentez her ne kadar kaynaştırma eyleminde özneyi sahnenin ortasına dikiyorsa da, olumlu tarafı bir yere bağlama çabasından ibarettir esasında. Lafı cımbızla çekersek, sentez; eylemin varlığını borçlu olduğu taraflara kendini beğendirmek için varlığının kökenlerini ispatlama işidir.



İki terim, önce sözcükleri, sonra düşünce şeklimizi en sonunda da günlük hayatımızı ucundan kemirip durur. Belli bir yerden sonra da birbirlerini tamamlamaya başlarlar. Geri kalmış hayat şartlarımızda arada kalmışlık beter bir durumdur. Çaresi, sentez; yani ne yardan geç ne serden. İkisini birden ser yere parça kumaştan Buldan bezi gibi ve alabildiğine tepin üzerinde.



Oysa ahvalin resmi bazen kendiliğinde gizlidir. Nerden neyi aldığının, ne yaptığının meselesi değildir. Günlük hayatı neyi gerektiriyorsa onu kullanması ama hep günlük hayatta kalmasıdır. Ayağına dolanan ipi kesmek için adamın ne geçerse eline bıçak niyetine kullanması gibi. Mesela Kadıköy’ün ne bir türlü düzgün kentleşememiş bir kasaba ne de Anadolu’nun İstanbul’daki medarı iftiharı değil; sadece kendi günlük karmaşasında devrilerek yürüyen Kadıköy olması gibi.

27 Mayıs 2006 Cumartesi

Ankara'da şenlik zamanı!

Melike Geçgel

Geçen ay Ankara'da şenlik ayı idi. Her yerde bir konser, bir festival, bir film vardı. Ben de bunların birçoğunda yer aldım.



Genellikle ODTÜ’deydim. ODTÜ, üniversite şenliklerine gayet iyi hazırlanmıştı. Hüsnü Şenlendirici, Demir Demirkan, Sertap Erener ve ODTÜ’nün vazgeçemediği Yeni Türkü yer aldı şenlikte.



İnanılmaz büyük bir kampusa sahip olan ODTÜ’de birbirinden farklı binlerce öğrenci okumakta. Bunların bazıları metal, bazıları elektronik, bazıları rock, bazıları pop, bazıları türkü, bazıları Türk Sanat Müziği dinliyor. Ortam da buna uygun bir biçimde parçalanmış ve bu parçaların her birinde ise bahsettiğim müzik türlerine yer verilmişti.



Yeşil bir alanda dj kabini kurulmuştu. Ellerinde kavuniçi dondurmaları ve biraları olan, kızların sarışın, erkeklerin ise modifiyeli arabalı oldukları bu bölümde insanlar, denizde yüzer gibi dans ediyorlardı. Benim hiç kaldıramadığım bu türde onlar salına salına dans ediyorlardı.



Yaklaşık 200 metre ötesinde bu yeşil alanın, küçük bir su birikintisin ikiye böldüğü yamacımsı alanda ise amatör rock ve metal gruplarının konserleri vardı. Karanlığın içinde bir gökkuşağı görüntüsü yaratılmıştı. Erkeklerin çoğunluğu uzun saçlı, küpeli, piercingli, bazıları simsiyahken bazıları rengârenkti. Kızları da onlardan ayıran şey yuvarlak hatlarıydı.



Bu alanda uzun bir süre kaldım, bazen dinlemeye katlanamasam da en azından insanları canlı dinlemekten keyif aldığım ve bu müzik türlerinden hoşlandığım için akşam konserlerine kadar orada konakladım.



Akşam saat sekiz sularında devrim stadyumuna geçtim. Devrim stadyumu... Sevgililer, kalabalık arkadaş grupları stadyuma akmaya başlamıştı. Bazıları çimenleri tercih ederken büyük bir çoğunluk çimenlerin ortasına kurulmuş olan sahnenin karşısına geçmeyi yeğlemiş ve insanın içini ürperten ayaza rağmen taş stadyuma oturmayı tercih etmişti. Bugün sahnede Hüsnü Şenlendirici ve Laço Tayfa yer alacaktı. Herkes konser öncesi çalan şarkılarda geçen sınavların inadına eğleniyor, zıplıyor ve dans ediyorlardı. Nihayet iki araba sahneye yaklaştı ve stadyumdan alkış sesleri yükseldi. Konserin tamamına kalamadım, çünkü bir arkadaş grubu tam yanımda yere battaniye serip, rakı açıp, Hüsnü'nün klarnetini meze yapıp demlenmeye başladı. Koku öylesine cezbetmişti ki beni, bir an önce ortamdan uzaklaşmalıydım. Stadyumun kapısından ayrılırken insanların yüzünde endişe ve boş vermişlik vardı.



Bir yandan endişeleniyorlardı, çünkü bu sonsuza kadar sürmeyecekti. Hemen arkasından finalleri başlayacaktı. Yani yaşam derdi, geçim derdi için çalışma, didinme başlayacaktı. Bu sadece nefes almaları için düzenlenmiş bir gösteriydi. Bu klarnet susacak, bu sihirli notalar sadece müzik çalarların içinde kalacaktı. Herkes endişeli bir biçimde kulaklarını, yüreğini serbest bir biçimde salınan notalarla doldurmaya ve bir hafta sonrasını düşünmemeye çalışıyordu. Herkes her şeye boş vermişti. Sanki o stadyumu unutmak istiyorlardı. Unutmak ve sadece kendilerini düşünmek istiyorlardı. 4 gün boyunca aynı boş vermişlik ve endişeyle stadyuma gelip, sadece notaları aldılar alabildikleri kadar. Ne mumlarla yazılan “devrim” önemliydi onlar için ne de üstüne bastıkları “devrim”.



Üniversite şenliklerinde gençler gönüllerince eğlendiler. Gönüllerinin rahat ettiği derecede.