29 Ekim 2009 Perşembe

“Neyi kutluyoruz?”


Mustafa Kuleli

Kaç gündür Cumhuriyet gazetesi, sürmanşetinde bu soruyla çıkıyordu. Hatta son birkaç gün, TV’lere de reklam verip sordular: “Neyi kutluyoruz?”...

Bugün baktık, Cumhuriyet’in ilk sayfasında bir bulmaca. Bildiğin çengel!

Bulmacayı çözünce, sorunun yanıtı ortaya çıkacak gibi...

Başladım çözmeye. Ne çıktı biliyor musunuz?

“CUMHURİYETİNİZE SAHİP ÇIKIN”

Tam reklam kampanyasını yapanlara sövmeye başlayacakken bir şey fark ettim.

Gazete’nin fiyatı değişmişti. Sessiz sedasız hem de.

1 TL’den 1.5 TL’ye çıkmıştı fiyat.

Sonradan çaktım tabii köfteyi. Mesaj açıktı:

- 'Cumhuriyet’inize sahip çıkın! Bakın 1.5 TL oldu, alan var alamayan var, çaktırmadan araklayıverirler haaa!

- Koltuğunuzun altında saklayın!

18 Ekim 2009 Pazar

Metrobüsün yolları taşlı


Kerem Özkurt

Unuttuk mu, ne kadar çabuk. İstanbul trafiği dayanılmaz bir hal almıştı. Artık kıpırdayacak yerimiz kalmamıştı. Köprüyü geçmek zaten bir hayal; bir Kadıköy’e bir Beşiktaş’a inmek için otobüse binmektense, minibüste iki büklüm kim inecek de yerine oturabilirim diye beklemektense, yürüyerek gidelim beş dakikalık yol demeye başlamamış mıydık?

Derken bir ışık. Tünelin sonunda. Bir telaş bir hareketlilik. Köprülere, saatlerimizi yollarda harcadığımızdan, yolda da gıdım gıdım ilerlediğimizden rahatça okuyabileceğimiz yerlere konuçlandırılmış pankartlarda yazıyordu; çilemiz bitiyormuş. Metrobüs. yaşı olanlar hatırlarlar, eskinin “tahsisli yol” dedikleri. Kendisine tahsis edilmiş yolda gelip giden otobüsler.

Hemen itirazlar yükseldi. Önce dediler yolu metrobüse tahsis etmek için daraltacaklar, trafik eskisinden beter olacak. Betonun kırılması, yeniden asfalt dökülmesi, özel otobüsler için yapılan masraflar da cabası. Harcama yapılır da arkasından yolsuzluk dedikodusu gelmez mi; gelir. En sonunda zamanında yetişir mi diye meraklandık, o da yetişti.

Ne oldu sonunda? Belediye mi haklı çıktı, eleştirenler mi? Metrobüs şu an hesaplanan kapasitesinin çok üzerinde yolcu taşıyor. Belliki projeyi hazırlayanlar bile bu kadar ilgi beklemiyorlardı. Haberlerde de okumuşsunuzdur, geçenlerde kalp krizi geçirdi bir yolcu, bir sonraki durağa yetişemedi son nefesi.

İstanbul trafiği? Onda bir değişiklik yok. Sabah akşam karşıya geçenler için hala uyuklayacak kadar uzun sürüyor yolculuklar. Kocaman arabalarını tek başına sürüyor küçük iş adamları; direksiyonu dizleri ile sabitleyerek; arabada kahvaltı yapacak kadar ağır ilerleyerek; radyodaki sabah programlarını dinleyerek.

Amaç neydi? Trafiği azaltmaksa bu tutmadı besbelli. Metrobüs özel otosuyla gidenleri cezbetmedi. Onlar dört teker üzeri gidiyorlar hala. Metrobüs mevcut belediye otobüslerinin sadık müşterilerini çaldı sadece. Tek faydası da onları, o koşarak gittikleri işlerine daha hızlı yetiştirmek oldu. Daha sıkışık, daha mücadeleci, daha kalabalık bir yolculukla.

Belediye bir sorunu daha çözdü diyebiliriz gene de. Ama gene geçici. Ama hızlı bir çözüm. Ama uzun süre işe yaramayacak, ama kökten çözemeyecek. Ama İstanbul ahalisine “ileride şunları yapacağız o zaman işlerinize rahatça gidebileceksiniz” demek yerine “alın bunları yaptık, idare ediverin işte, maksat işiniz hallolsun” diyerek. Ama eleştirilecekler. Ama bir sonraki seçim gene seçilirler.

11 Ekim 2009 Pazar

Levent Kırca ‘çıldırdığında’ oradaydım


Mustafa Kuleli

Tesadüf işte… Ben de o akşam Beşiktaş’ta yemek yiyordum sevdiğim insanla. Levent Kırca geldi. Gülümseyerek selamladı etraftakileri. Garsonlarla muhabbet etti, şakalaştı. Sonra oturdu masasına. Herkes gibi o da bir şeyler yemek, sohbet etmek, güzel bir gece geçirmek niyetindeydi. Derken magazinci arkadaşlar geldi yanına ve bir süre kaldılar. Israrla konuşmak istediler, sorular sordular. Ardı ardına flaşlar patladı. Ve Levent Kırca’nın sesi yükseldi. Sonrası arbede, itiş kakış, küfürler ve kavga…

Garsonlar magazincileri uzaklaştırdı. Tam sakinleşmişken ortalık aniden bir foto-muhabiri gelip, hızla iki-üç kare fotoğraf çekip, kayboldu ortalıktan. Sinirler yine gerildi.

Hemen ertesi gece, bu kez Beyoğlu’nda oyuncu Timuçin Esen magazincilerin tacizine uğradı. ‘Taciz’ diyorum, çünkü yapılan şey gazetecilik falan değil.

Tamam, magazinci arkadaşlar gerçekten çok zor şartlarda çalışıyorlar. Tamam, onların bazı ikiyüzlü editörleri “Haber bulmadan gelme!” diye onlara baskı yapıyor. Ama yine de yaptıkları bu “kendin pişir, kendin ye” tarzı gazeteciliğin savunulabilecek bir tarafı yok.

Yöntem şu: Magazinciler haber bulamadıklarında, haberi ‘yaratıyorlar’. Yani ortada hiçbir şey yokken, saldırgan bir üslupla, tekrar tekrar aynı soruları sorup, karşılarındakini bunaltıp, kendilerine laf söyletip buradan haber çıkartıyorlar.

Ve belki şaşıracaksınız ama bu “Bizden Kaçmaz” tarzı ucube magazincilik, ‘normal’ magazin programlarından daha çok tutuyor.

Çözüm de işte burada: Ne zaman millet bu tarz programları seyretmeyi bırakır, kanal yöneticileri de bunları yayından kaldırır.

Şimdi umudum, son olaylarla beraber bu “kendin pişir, kendin ye” magazinciliğine ilginin biraz olsun azalması.

Umarım tersi olmaz.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bizde ‘kasaplık’ diye bir sıfat vardır da…


Mustafa Kuleli

Geçenlerde evde zap yaparken MTV’de Jeniffer Lopez’in “Jenny from the block” klibine takıldım.

Hani şu, Ben Affleck denen adamın Lopez’i, lop etinden –herhalde bükemediğinden- öptüğü klip…

Nostalji olsun diye izledim tabii.

Ardından bir iki “rapçi” çıktı. Yine bir takım butlar gözümüze sokuldu ve aslında hiç de seksi değildi.

Sonra Shakira falan derken bir de baktım klip kuşağının adı “Şarküteri”! Bildiğin şarküteri!

Acaba et ürünleri sattıkları için mi bu ismi koydular, yoksa şarkıcıları ‘kaşar’ olarak mı görüyorlar?

Neden ‘Şarküteri’ yahu?

6 Ekim 2009 Salı

Bize ayrılan süre bu kadarmış

Elif İnal

Bir süredir ne gazete ne de haber takip ediyordum. Unutmuşum ne kadar iç karartıcı, iki yüzlü, adi olduklarını. Aynı duyguyu, sahte gülümsemelerinin altındaki iki yüzlülüğü gittiğim görüşmelerde (araştırma için gidiyordum patronlar, holding müdürleri vs. ile konuşuyordum) de hissettim. 'Hoşgeldiniz, buyrun' derler, çay ikram ederler, güleryüz gösterirler ama en ufak detayda anlarsın seninle nasıl aşağılayarak konuştuklarını. Neyse ben kişisel sinirimi şimdilik katmayayım da bu gece uzun bir aradan sonra beni dellendirip yazı yazmaya sevk eden güzelim televizyon programlarına döneyim. Haberler zaten artık klasik oldu, gülüp geçiyoruz, çok bir şey dememe gerek yok herhalde 'İşte o genç!' başlıklı haberlere. Mehmet Ali Birand'ın sesinden dinledim uzun bir süre 'Neye tepkili oldukları bile meçhul gençler, taksimde esnafa saldırdı' haberlerini. Bu, şöyle bir sarstı, kendime getirdi beni. Sonra Ahmet Hakan çıktı, tartışmalar Atv Kanalı'na gelince, Ahmet Hakan'ın gözler fıldır fıldır olmaya, tedirginlik her yerinden akmaya başladı ve ilan etti: 'Program bitti!', zoraki bir gülümsemeyle de 'Buralara girmeyelim, evet' dedi. Neyse bu kısımlar medya içi dönen tartışmalar, ben istesem de giremiyorum oralara. Daha sonra Ruşen Çakır'a geçtim. Nuray Mert vardı, nedense hiç şaşırmadım. Eskiden başörtüsü konularında bir sürü erkek arasında olurdu, şimdi de Kürtlerle ilgili bir konu oldu mu aynı şekilde yerini alıyor. (Nuray Mert'in de ses tonu ve açıksözlülüğü pek bir hoşuma gidiyor da Marksist tartışmalara girmesin ne olur). Nuray Mert yine başladı herkese giydirmeye, 'DTP'nin PKK'yle bağlantısını dillendiremiyoruz çünkü harekete karşı çıkıyor gibi gözükmekten korkuyoruz' diyorken... 'Aa, program bitti!'.

Bunlar klasiktir aslında, çok şaşırdığım şeyler olmadı ama 5N1K'ya, ne yalan söyleyeyim, işkencede öldürülen Engin Çeber'in arkadaşının çıkarılmasına biraz şaşırdım. Onun oraya çıkarılması ve aslında gözaltının hukuki yönünün tamamen lafta olduğunu, polis aracından mahkeme kapısına kadar, her yerde işkence gördüklerini anlatması bana garip geldi. Nitekim daha sonra Cüneyt Özdemir'den müdahaleler gelmeye başladı. O kadının oraya çıkartılması iyi bir televizyonculuk örneği midir, ya da 'Her şeyin özgürce konuşulduğuna' mı delalat eder? Eğer öyleyse neden Cüneyt Özdemir'in her müdahalesinde 'Tamam, konuş ama çok ileri gitme' dercesine, 'Mahkeme sınırları içerisinde konuşalım' diyerek sözü hep 'sahanın içine' çekmeye çalıştığı hissi oluşuyordu? Zaten Cüneyt Özdemir 'En güvenli yer olan cezaevi' lafını söyeldikten sonra 'Program birazdan biter herhalde' dedim ve bitti.

Özgürlükse özgürlük ama her şey bir yere kadar değil mi? Bundan bir süre önce, Kürtçe üzerine en saçma sapan şeylerin yazıldığı sıralarda, Yılmaz Özdil'in bir türlü neden Kürtçe'ye çevirecek çevirmen bulamadığına anlam veremediği (bal gibi biliyordur ya neyse) yazısını yazdığı zamanlarda Enis Berberoğlu'nun Hürriyet'te yazısını okumuştum. Cümle aynen şöyleydi: 'Önemli olan hangi dilde verildiği değil, o dilde ne anlatıldığı?'. Yani diyor ki eğitim Kürtçe de olsa, müfredattır aslolan. Haydi bakalım buyrun. 'Kavga etmeyin canım, RTÜK ne güne duruyor, yasaklar ayrılıkçı yayınları' derken, çözüm önerdiğini sanarken aslında sorunun temelini de göstermiş oluyor. Kürtlere, kendi dilleriyle, kendi dillerini konuşan öğretmenleriyle 'Türklerin Tarihi'nin anlatıldığı bir tarih dersinin verilmesi nasıl bir tezattır? Kürt kelimesinin sadece 'Zararlı Cemiyetler' başlığı altında geçtiği bir müfredat Kürtçe'de verilince sorun çözülmüş mü oluyor? Bunun en güzel örneği -daha açık bir sembolizm olabilir miydi?- Diyarbakır Cezaevi'nin yerine okul yapılmasının teklif edilmesidir bence. Kısaca, 'Tamam kötü bir şeyler oldu ama gelin unutalım, yerine resmi tarihimizi koyalım'.

Her şeyin özgürce tartışıldığı ya da tartışılabileceği gerçekten inanılarak mı söyleniyor? Savunduğum şey ne olursa olsun fiiliyata geçirilmesi suç ise, onu 'özgürce' tartışabilmem olanaklı geliyor mu? Açıkçası... 'Aa, program bitti!'