28 Ocak 2008 Pazartesi

90 yıl sonra Ekim Devrimi’ne ve Sovyetler'e bakmak


Mustafa Kuleli
(Doğu Almanya günlüğü-3)

Bundan neredeyse 5 sene önce Almanya’ya ilk gelişime kadar, Türkiye’de neden Doğu Almanyacı olmadığını düşünür dururdum saf saf. Öyle ya, Sovyetler Birliği taraftarları, Maocular, Kübacılar ve hatta Arnavutluk yanlıları varken, DDR’ci (Demokratik Alman Cumhuriyeti) yoktu, sol siyaset sahnemizde. DDR, Sovyetler Birliği’nden ayrı bir şey olduğuna göre onun da yandaşlarının olması gerekirdi. Derlerdi ki bana, “Ha Doğu Almanya, ha Sovyetler!” Ben ise diretirdim, çocukça bir romantizm ile Marx’ın, Engels’in, Karl Liebnecht ve Rosa Luxemburg’un topraklarında kurulmuş bu ülkenin, herhangi bir “uydu devlet” olmasını kabullenmek istemezdim. Ama gerçek buydu… Dolayısıyla, Doğu Almanya üçlememizin işbu son yazısında, sanırım biraz Sovyetler Birliği’nden bahsetmek gerekiyor. Zira onun üzerine konuşmak, aslında DDR üzerine de konuşmak demek.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) üzerine söylenebilecek hemen her şey söylendi galiba. “Liberaller” otoriter yanları nedeniyle Sovyetler Birliği’ni yerden yere vururken, “solcular” da yüksek nitelikli ve herkes için ulaşılabilir eğitim ve sağlık hizmetleri hasebiyle göklere çıkardı. Ben izninizle, Ekim Devrimi’nden 90 sene sonra kaleme aldığım bu yazıda, elbette daha önce başkaları tarafından da belirtilmiş olan, iki noktanın üzerinde durmak istiyorum: Devrimin yarattığı özgürleştirici güç ve onun kapitalist sistemi ıslah edici etkisi.

John Reed’in, harikulade eseri “Dünyayı Sarsan On Gün”de anlattığı üzere, Bolşevikler St. Petersburg’da yönetimi ele geçirdiklerinde, şehrin diğer bölgelerinde insanlar günlük hayatlarına devam etmiş, yaşanan olayların önemini başlangıçta fark edememişlerdi. Aslında sosyalist bir ülkede yaşamamış ve soğuk savaşın tek taraflı propagandasına maruz kalmış bizler de, “fiilen varolmuş sosyalizm”in dünyanın çehresini nasıl iki defa (kuruluşunda ve yıkılışında) baştan sona değiştirdiğinin halen tam olarak farkında değiliz galiba.

Devrim milyonların esin kaynağı oldu

Her şeyden önce, Ekim Devrimi hem Sovyet halklarına hem de tüm dünya emekçilerine inanılmaz bir özgüven verdi. Evet, yönetimin ele geçirilmesi başlı başına bir başarıydı ama bunun yanında devrimi takip eden on yıllarda elde edilen sportif başarılar, yaratılan kültür ve sanat ürünleri, tüm Sovyet cumhuriyetlerine yayılmış muazzam bir sanayi, uzaya gönderilen mekikler, ücretsiz ve nitelikli eğitim-sağlık imkânları, aslında bu özgüveni sağladı. Tüm bunların önemi bugünden geriye doğru baktığımızda daha iyi anlaşılıyor.

Daha da önemlisi, Ekim Devrimi, insanlara kendi güçlerine inanmanın ne demek olduğunu öğretti, onlara öz saygınlıklarını kazandırdı. Bu yüzden devrim, tüm otoriterliğine karşın müthiş bir özgürleştirici güce de sahipti. Halkın, işlerin denetimini elinde tuttuğunu hissetmesi ve tarihsel olayların sadece izleyicisi olmadığının, bizzat tarihi yaptığının bilincine varması, devrimin başarısıydı. Ve işte tam da bu “devrimci itilim” (başlarda güçlüydü sonra zayıfladı), devrimi başarılı kıldı.

SSCB ile beraber sosyal demokrasi miti de sona erdi

Bunun yanında, “fiilen varolmuş sosyalizm” (really existing socialism), anti-kapitalist özü dolayısıyla kapitalizmi ıslah etti, dizginledi. Ekonomik ve toplumsal sistemi ile kapitalizme tam bir alternatif olan SSCB rejimi nedeniyle, kapitalizm her daim işleyişini düzeltmek, yumuşatmak, insancıllaştırmak durumunda kaldı. Gelişmiş batı demokrasilerindeki işçiler, bu nedenle ileri haklar elde edebildiler. Eğer sosyalizm gerçek bir ihtimal, somut bir tehdit olmasaydı, sermaye işçi sınıfıyla uzlaşma yoluna gitmezdi.

1989’da kapitalist düzen “zaferini” ilan ettikten sonra da sözde emek yanlısı, sosyal demokrat partiler Avrupa’da iş başına geldi, ancak hiçbiri yürürlükteki neo-liberal programın dışına çıkıp emekçiler lehine düzenlemelere imza atamadı. Yani, SSCB’nin salt varoluşu bile Avrupalı emekçilerin çıkarınaydı.

* * *

Ekim Devrimi’nden 90, Berlin Duvarı’nın yıkılışından 17 sene sonra, sosyalizm ve post-sosyalizm üzerine yapılan tüm tartışmalardan benim aklımda kalan işte bu iki nokta oldu: Devrimin önceden hiçbir şeyi olmayan insanlara verdiği büyük güç ve onun kapitalizmi ıslah edici etkisi.

Kanımca, sosyalist dönem ve sonrasında yaşananlar değerlendirilirken bu hususlar da göz önünde bulundurulursa daha sağlıklı bir tartışma zemini yakalanabilir.


N: Bu yazıda Boris Kagarlitsky’nin, Green Left Weekly dergisinin 5 Kasım 1997 tarihli sayısında yayımlanan “The unfinished revolution” (Bitmemiş Devrim) yazısından yararlandım. Dileyenler http://www.greenleft.org.au/1997/296/15617 adresinden yazıya ulaşabilir.

-Frankfurt/O-

2 Ocak 2008 Çarşamba

Yeni yıla bel bağlayanlara...



Duygu Kocabaylıoğlu

2008'den tek bir dileğim var: 2007 hiç bitmesin!


Diledim. Çok diledim ama olmadı. Olduramadım; makûs kader ve ben baş başa kaldık bugünün takvimiyle. Her yılbaşı gecesi 23:55-00:05 arasındaki o sürede 'yıl değiştirmenin' saçmalığına inanmasam da, sonunda ben de insanım; kendimi alamıyorum zaman döngüsüne bu kadar çok sevinen insanlığın kıskacından. Hem böyle caddeleri, ağaçları ışıklarla süslediler mi, iyice kaptırıyorum sevimli kapitalizme kendimi. Muhtemelen 2009 'a girerken kendime bir 'Noel anne' kostümü alacağım ki, yeni yıl coşkusuna 'uyum sağlama' sürecim tam olsun.

Malum yazılı ve görsel medyada 2007 analizleri, başımızdan neler gelmiş geçmiş dökümleri yapıldı son 2 haftadır. Ben de eline tv kumandası alan her aciz kul gibi "2007'de neler oldu?" başlıklı ‘VTR'lerden birinin peşine takıldım, ne yaşamışız bir hatırlayayım niyetiyle. Girişte birbirinin ardına sıralanan "Dünya'dan kareler"i izlerken, "ulan ben bunu geçen sene 2007'ye girerken de izlememiş miydim? Hiç mi bir şey değişmedi bu koca 365 günde?" serzenişinde bulundum gayr-i ihtiyari biçimde. Gerçekten de, sanki önüme arşivdeki bayat ‘VTR’ sürülmüş gibi tüm yaşananlar sanki 3-5-10 yıldır aynıydı.

Ortadoğu'da halen, yapış yapış bir sakız misali bitmek bilmeyen, bir savaş oyunu var, nedense(!) iktidarlar dışında herkesi hedef alan suikastlar-suikastçılar var, bombardımanlardan geriye kalan yıkıntılar arasındaki çocuklar var, bir de tabii hem sefaletten hem AIDS’ten ölen Afrikalı çocuklar var ki onlar her yılın acı bilançosunda baş tacı zaten... Bir de bunları kınım kınm kınayan (Nietzsche’nin kulakları çınlasın) üst-medeni Avrupa var ki kendilerinin bu aralar tek derdi Fransa Cumhurbaşkanı’nın yeni manken- oyuncu sevgilisi… Her neyse, sonra her sene zavallı gezegenimizin farklı bir yerini vuran seller, kasırgalar, depremler var… Belaların içinde belki de en masum olan bu doğal afetlerde perişan olan insancıklar var… Kendi seçimi olmayan iktidarı, sesiyle protesto ediyor diye biber gazını suratına, copu başka yerine yiyen şehirli insancıklar var… Çivisi çıkmış dünyaya daha fazla dayanamayıp, göçüp giden aydın beyinler var, onların zamansızlığına ağlayan insanlar var...

Yanılmıyorsam ilkokul birinci ya da ikinci sınıftaydım. Annem meşhur Yalan Rüzgarı’nı seyrederken haber spikerinin yayın akışını kesip, arada hangi sireni duyarsak ne yapmamız, nereye kaçışıp, saklanmamız gerektiğini hatırlattığını anımsıyorum. Oyun gibiydi o zamanlar. Kimin ‘eli’ kimin neresinde entrikaları arasında, muhtemel bombardıman uyarısı. Amerika fast-food işletmeciliği ile dünya yönetimi.

Kısacası doğu cephesinde değişen bir şey yok.

2008’den diledim ki zaman döngüsü bir yerden kırılsın, kopsun. Madem değişen bir şey yok elimizde, bari 2007 bitmesin; durduk yere umutlanmayalım ışıl ışıl ağaç süsleriyle. Olmadı. Olduramadım. Mecburen, yüzümdeki çizgilere 1 yaş daha aldım. Sevdiklerim için iyi dilekler tuttum, utanmadan aklımdan bireysel planlar bile geçirdim. Farkındalık umudu çiğneyip geçiyor; umursamamak istedim. Umuyorum ki, 2008 Aralık’ında ben halen aynı ‘VTR’yi seyrettiğimi hissetmem...





Böyle bir yazının ardından riyakârlık gibi dursa da, herkese mutlu yıllar dilerim…