21 Eylül 2006 Perşembe

Üç gün topluca taşındık ama nereye?

kerem özkurt

Okulların açılmasıyla üç aydır unuttuğumuz lacivertli siyahlı, kravatlı etekli küçük iş adamlarını yollara döküldüğünü gördük tekrar. Dökülmek burada bir benzetme değil; okuldan çıkışlarını doğru anlatabilecek tek kelime. Bu kadar yolcuyu kaldırabilecek mi bu yollar diye bizden çok önce düşünmüş olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi okulların açıldığı ilk üç gün sabah saat 06:00-10:00 arası ve akşam 16:00-20:00 arası tüm belediye/halk otobüsleri ile vapurları ücretlendirmedi. Bu uygulamanın amacı şüphesiz İstanbul trafiğini rahatlatmak, üç aydır öğrencisizliğe alışmış sabah kargaşasını, alıştıra alıştıra eski haline koymaktı. Peki, evdeki hesap çarşıya uydu mu?

Uygulamanın hedef kitlesi öğrencilerden ziyade yetişkinlerdi zannedersem çünkü öğrencilerin oldukça büyük bir kısmı zaten servislerle okula gidip geliyor. O zaman bu düzenleme her gün toplu taşıma araçlarıyla işine gidenlerin bütçesine ufak bir katkı; özel arabalarıyla gidenlere de, özellikle depoyu “full”lemenin artık sadece eski günleri yâd ederken hatırlanan bir anı haline geldiği bugünlerde, toplu taşıma araçlarını denemeleri için bir fırsat sunmak amacını taşıyordu. Kimi ayakta alkışlanacak bir düşünce olduğunu, kimi devlete zeval gelmemesini, kimi yol masrafından üç günde artıracağı parayla ne yapacağını düşündü. Derken üç gün göz açıp kapayana kadar geçti.

Sonuçta, İstanbul trafiği aynı saatlerde aynı kararlılıkla tıkandı. Özel araba sayısında işe gidenlerde bir düşüş olmadı galiba; ama nerden geldi bilmiyorum, otobüs yolcularının sayısı iki kat arttı. Her gün otobüsle gidip gelenler daha konserve, daha istif, aynı trafiğin içinde beklediler. Toplu taşıma araçlarını deneyenler olmuş mudur? Varsa da bir daha kullanmamaya yemin etmişlerdir.

Uygulamanın kanıtladığı gerçekler de oldu ama, hakkını yemeyelim. Örneğin, “herkes toplu taşımayı kullansa trafik rahatlar” fikri toplu taşımanın koşullarını görenlerin kafasında eridi gitti sanırım. Bedava ulaşım, benim de hararetle arkasında olduğum bir düşünce olmasına rağmen, o her gördüğünü almak için koca cüssesine bakmadan minibüs taklidi yapan özel halk otobüslerinin ücretsiz saatlerde, adeta uçarak duraklardan geçmesi ile tekrar sorgulamaya açıldı. En sonunda ağırlığı kadar insanı gık demeden taşıyan emektar şehir hatları vapurlarının sapasağlam olduklarını gördük. Sahi kaç numaralı model anketlerde birinci gelmişti, yeni şehir vapuru olacaktı?

Okullar da açıldı; Cuma günü İstanbul haziran öncesi durumuna geri dönmüştü. Yeni bir sene başlıyor İstanbul için. Hepimize hayırlı olsun.

20 Eylül 2006 Çarşamba

Entelektüel evimizin akademik çocukları

Mustafa Kuleli

Entelektüel evimizin akademik çocukları Hani bir bakışıyla amfide sessizliği sağlayan, ağır, oturaklı hanımlar ve beyler var ya… İşte onların içlerindeki ‘çocuğu’ gördüm ben bugün.Bir an düşünün; bir sürü akademisyen, öğrencilerin yerine geçmiş, gırgır-şamata ile vakit geçirmekte! Olabilir mi? Vallahi olur! Hem de nasıl!

Bugün, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir toplantı vardı. Hafta sonu yapılacak ‘Akademi’ye hoş geldin etkinlikleri’ (oryantasyon) için bir tür ön hazırlık toplantısı… Görevli hocaların ve öğrencilerin katıldığı toplantıda, ilk sözü Rektör Aydın Uğur aldı. ‘İçeriden’ bu bilgileri sızdırmam ne kadar doğru bilemiyorum ama açıkçası sessizliği sağlamak pek kolay olmadı, Aydın Hoca için. Zira ‘meslektaşlar’, bu arada çoktan koyultmuştu sohbeti. Rektörümüz bitirdikten sonra konuşmasını, bir ara top, Prof. Dr. Burhan Şenatalar’a atıldı. O da “Niye bana soruyorsunuz” diyen ‘ilgisiz öğrenci hareketi’ni yaptıktan sonra, sıkılgan bir mini konuşma yaptı. Bu arada, bir başka Profesör ‘yoklama’yı imzalamamakta direniyor, bir diğeri önündeki öğrenciyle konuşuyor, beriki Yardımcı Doçent gizli gizli cep telefonuna gelen çağrıyı cevaplıyor, öteki Doçent arkadaşına laf atıyordu.


Toplantı ellinci dakikaya yaklaşırken amfiyi kontrol altında tutmak iyice güçleşti. Homurtu ve uğultu birbirine karıştı. Nitekim bu ‘sıkıntı dolu’ dakikaların ardından toplantının bittiği ilan edildiğinde, arkalardan bir ‘iletişimci’ hocamız herkesin duyabileceği bir şekilde, muzur bir ‘oleeeeeey!’ çekti. Bu muzurluğun ardından sınıfta nümayiş aldı yürüdü… Felsefecilerin de olaya dâhil olmasıyla bu enteresan pratik, böylece sona erdi.

Oryantasyona gelecek öğrencilere Bilgi’nin liberal bir okul olduğu, burada disipline yer olmadığı, demokrasinin içselleştirildiği gibi mesajlar verilebileceği konuşulmuştu toplantıda. Salonda yaşananlar da bunları doğruluyordu galiba. Çağrı merkezi arandığında Pink Floyd’un “We don’t need your education” diyen şarkısı dinlenilen bu okul, yine özgürlükçü yanına dair bir şeyler göstermişti, bana. Tüm hatalarına ve eksikliklerine rağmen…


Not: Aslında bu hafta sizlere “Karaburun Bilim Kongresi” hakkında yazacaktım. Ancak Kongre’nin üzerinden bir hayli vakit geçtiği için bu güncel hikâyeyi yazmak daha cazip geldi. Karaburun Bilim Kongresi ile ilgili haberlere aşağıdaki bağlantılar aracılığıyla ulaşabilirsiniz.

http://www.evrensel.net/06/09/09/gundem.html#3
http://www.evrensel.net/06/09/10/gundem.html#1
http://www.evrensel.net/06/09/12/gundem.html#3

17 Eylül 2006 Pazar

İlişkini tanımla

kerem özkurt

Eğlencelik bir yerde otururken el ele tutuşmaktan fazlasını gerektirir bir kız-erkek ilişkisinin tanımı. Kast ettiğim taraflar değil elbette; onlar konuşmadan da sevgili olduklarını kanıtlayabilirler birbirlerine. Üçüncü şahıslardan bahsediyorum; ilişki hakkında üzerine vazife olsun olmasın bilgilendirilmek için bekleyen meraklı güruhtan. Bu gruba sevgililerin aile efradından tutun da güzel bir bahar günü oturduğunuz çay bahçesinde bir yandan çifti incelerken öte yandan ağzının kenarı ile yanındakiyle konuşan, aşk için yaptıkları ahlaksızlıkları hatırlayamayacak kadar yaşlanmış kişiler girer. İşte bunlara anlatılması gerekir ilişkinin ne tür bir ilişki olduğu. Hareketlerle ya da sözlerle.


İlişkinin türleri var: Sadece arkadaş, yakın arkadaş, kanka, sırdaş, aşık... Türler arası farklar iki kişi tarafından bilinir de nedense etrafa da bunun ilanını gösteren bir takım hareketler yapılır. Arkadaşsa masanın öbür ucuna oturma, kankaysa arada bir; ne bir kızın kıza ne bir erkeğin erkeğe normalde pek yapmadığı şakalar, âşıksa etrafa aldırmadan ya da tedirgin öpüşmeler.


Geniş bir kategori olması ve birçok alt dalı bulunması itibariyle en kafa karıştıran tür aşk ilişkileri olsa gerek: Öylesine takılan, kısa süreli, uzun vadeli, hayatının aşkı... Bunları hareketlerden ayırmak zor. Neyse ki sözlü anlatımda kapsayıcı bir deyim var: Düzeyli ilişki.


İlişkinin düzeyi, bir aşamalar hiyerarşisinden çok etik/ahlaksal özellikleri göstermeye yöneliktir. Bu sayede etraftan (ya da ilişkiyi yaşayanların kafasında) ilişkiyle ilgili bir onama alınır. Düzeyli ilişki tek başına var olmaz; bu yüzden tanımı yoktur. Bir yerde düzeyli ilişkinin nasıl olacağı kesin olarak belirtilmemiştir. Düzeyli ilişki, yorumlayanın insafına bırakılmıştır ve kendini olumsuzu üzerinden açıklamaya muhtaçtır.


Bir ilişkinin düzeysizi vardır yani. Çoğunlukla, tarafların birbirine saygılı olmadığı, ilişkiye ciddi bakmadıkları, kamuoyunu ve ailelerini görüşlerini umursamadıkları ve en önemlisi cinsel ilişkinin dozunun fazla olduğu. Esasında, “ilişkimiz düzeyli” beyanatının altında yatan en önemli mesaj budur; üçüncü kişilere cinsel ilişkiden arıtılmış bir duygusal münasebet yaşandığının bildirilmesi. Böylece meraklı güruhumuz, öbür tanımıyla toplumumuzun yılmaz ahlak bekçileri, gönül rahatlığıyla ilişkiyi kabullenirler, izin verirler, gördükleri yerde yadırgamazlar.


İlginç olan üçüncü kişilerin bu açıklamayı gerekli görmelerinden öte, ilişkiyi yaşayanların bunu açıklama zorunluluğu hissetmeleridir. Buradan bireysel özgürlüklerin güdük kaldığı gelenekçi bir toplumda yetişen gençliğin hazin sonu çıkarsamasını yapmak ne kadar yeterli bilmiyorum. Genelleştirmekten ziyade şartların gerektirdiği pratik bir çözümmüş gibi geliyor bana düzeyli ilişki deyimi. Belki sokakta sevgilisiyle sakınmadan yürümek ama daha çok sevgilisiyle dışarıda olduğu için kendini suçlu hissetmemek adına bir çare.