26 Şubat 2007 Pazartesi

Mavileşen yakalar-2: İş zamanı


kerem özkurt

Benim sınıfımdan yaklaşık 80 kişi mezun oldu. Bunlardan devletin herhangi bir kademesinde çalışmaya başlayan benim bildiğim iki kişi var. Kalanların birçoğu özel sektörde iş buldu. Bir kısmı da benim gibi yüksek lisansa devam etti. Bunu babama ilk söylediğimde, ne yapacaklar özel sektörde devlete girselerdi ya demişti. Devletin “devlet baba” olduğu yıllar, babamın bir devlet bankasına memur olarak girdiği yıllarda kaldı sanırım. O yüzden babamın sözlerini sadece bir kuşak farkından ibaret saymıştım.

Özel sektörün inanılmaz bir cazibesi vardı. 1980’ler 1990’lar boyunca biz bu cazibenin altında büyüdük. Teoriye göre gelişen her ülkenin deneyimleyeceği gibi Türkiye’de de hizmet sektörü gittikçe şişkinleşiyordu. Buna post-industrialism’in teknoloji yoğun üretim şekli de katılınca, orta sınıfın kendi halinde üyeleri olarak bize düşen, uslu uslu okullarımızda okuyup, zamanı geldiğinde hak etiğimiz makama oturmak olacaktı. Mekânımız şehir, işimiz bol gelirli, yaşamımız vasatın üstü ve modern olacaktı. Çünkü okumuştuk. Çünkü daha iyisini hak ediyorduk.

Ben gerçeğin yüzümde şakladığını bizden bir sene erken mezun olan bir arkadaşımın kurumsal olduğunu zannettiğimiz bir firmada, satış pozisyonunda işe girdiğinde anladım. O neşeli adamın gözleri artık gülmekten değil de yorgunluktan kısılmaya başlayınca anladım. Haftada en az üç gece, eve geç gelip, geldiğinde yorgunluktan oturduğu yerde uyuya kalmasından anladım. Tam bir ay her gün, hiç tatil yapmadan, işe gitmesinden anladım. Yaptığı işin, dört yıllık yüksek tahsil olmadan da rahatlıkla yapılabileceğini gördüğümde anladım. Çalıştığı yerdeki en iyi tahsile sahip olmasına rağmen diğer satıcılarla aynı muameleyi görmesinden, işi kapıp en iyi satış rakamlarını yapmasına rağmen şirketini memnun edememesinden ve tabi şirketi tarafından memnun edilmememsinden anladım.

O arkadaşım hep bir uç örnek olarak kaldı benim için ama diğer arkadaşlarım da hep benzer şikâyetlerle geldiler. Özel sektör bir iş esnekliğine sahipti ama bu esneklik sadece işveren tarafından kullanılabiliyordu. Hafta içi fazla mesailer, eve iş getirmeler ve hafta sonu çalışmalar demekti iş esnekliği. Bunların pek çoğu da ücretlendirilmiyordu. İş/özel hayat ayrımı git gide muğlâklaşıyordu. Öyle ki, tatiller bile şirket tarafından belirlenmeye başlanmıştı; belirli haftalarda zorla izin kullandırılıyordu çalışanlara, ileriki izinleri engellemek amacıyla. İş dışındaki saatlerde bile telefonla aranıp (belki de cep telefonlarının ilk kullanım alanı budur) çalışmak zorunda kalabiliyorlardı.

İşi sahiplenmesi bekleniyordu çalışandan. Bu durumda dükkân sahibi bir esnafa dönüşüyordu çalışan. Dükkândan sorumlu; kârından sorumlu, işleyişinden, imajından sorumlu. Bir dükkân sahibi gibi. Akşam istediği saatte kapatan, çalıştığı kadar para kazanacağını düşünen, bu sebeple gece yarısı müşteri telefonla aradığında bile pijamasıyla inip dükkânı açabilecek; ertesi gün mal gecikirse diye uykusu kaçan bir dükkân sahibi. Tek fark, dükkânın kazancından faydalanamaması. Diğer bir deyişle sıkıntıda ortak -hatta çoğu zaman sıkıntının bizzat sahibi- ama kazançta alelade bir çalışan.

İlk sanayileşme dönemlerinde İngiltere’de büyük saatler konmuştu meydanlara, işçilerin işe geç kalmamasını sağlamak için. Devasa fabrikalarda işin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini göstermek için. Bu hayatın 24’e ayrılmış zamanlara göre düzenlenmesinin ilk şekliydi. İşçilerin ne kadar çalışacaklarını ne kadar serbest zaman kullanacaklarını belirlemenin işverence keşfedilmiş bir yolu.

200 sene sonra, bu sefer, çalışmanın ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini kestiremediğimiz bir iş tanımı koyuyor önümüze işveren. İroni dediğimiz şey bundan fazlası değil.