26 Aralık 2005 Pazartesi

Behçet Bey

kerem özkurt

Bir daha saatine baktı; yetişemeyecek. Keşke son anda kazağını değiştirmeseydi. Üşürdü ama geç kalmazdı. Gene korna çalarak yavaşladı minibüs yolcu almak için ama vazgeçti, durmadan devam etti. Yetişemeyecek. Etrafındaki her şey sinirini bozmaya başlamıştı. Cama kafalarını dayayıp kestiren insancıklar, şoförün sıkılmış, ben olmasam dünya dönmez diyen lütufkâr araba kullanışı; hemen dibindeki koltukta müzik dinleyen kızın kulaklığından gelen bağırtılı melodi bile onda başı ağrıyan yan komşu rahatsızlığı yaratıyordu.

Minibüs tam köşeyi dönerken oh dedi içinden, en azından yol rahat. Genelde burada trafik tıkanır, gıdım gıdım giderdi minibüs. Evden tam saat altıda çıkmasına rağmen trafiğe takılıp zaman kaybettiği çok olmuştu. Hatta ineceği yerden çok önce minibüsten atlayıp koşturarak vapura yetişmişti birkaç sefer. Şimdi trafik açık, inmesine gerek yok; yetişebilir. “Müsait yerde” dedi arka koltuktan bir ses önündeki etten çalılığı yararak ilerlerken. Nuran ona da içinden bir küfür salladı. Sabahın köründe bir insanın burada inmek için nasıl bir işi olması gerekiyordu. Yetişemeyecek.

Kadıköy rıhtımında minibüsten indiğinde saatine bakmaya tenezzül bile etmedi. Kalkık burunlu vapur sırtını iskeleye çevirmiş, çalımla dededen kalma bir saat eskiliğindeki Haydarpaşa garına ilerliyordu. Geç kaldı. Bir dahaki vapura yirmi dakikası var. Acelesi birden kesilmişti; durmuştu akışı. Nuran ayağı takılıp düşen bir koşucu gibi şaşkın, kararsız kıyı boyunca yürümeye başladı. O an fark etti ki serin olmasına rağmen güneşli bir Kadıköy havasını soluyor. Uzun zamandır duymadığı bir keyif doldu içine. Bir çay içeyim diye geçirdi aklından. Otobüs homurtularının, imza toplayan solcu gençlerin, kelimeleri çiğneyen çiçekçi çingenelerin bağırışları arasından geçti. Haldun Taner binasından yanlış yapmaktan tedirgin bir elin piyano sesi geliyordu.

Çaycıların oraya geldiğinde hasırların kaldırıldığını gördü; şaşırdı. Ne kadar olmuştu Kadıköy’de gezinmeyeli. Oturacak bir bank arandı, bulamayınca denizi hapsetmek için çakılmış sahil boyu korkuluklara dayandı. Her zamankinden maviydi deniz. Yeşil diye diretirdi Mümtaz olsa, Marmara yeşili o, dünyanın başka yerinde bulamazsın. Bu şehre ait, bizim, İstanbul’un. Kaç şehir vardı içinden tren tren patiskaların geçtiği. Güneş batarken, denizin üzerinde balıksırtı gibi parlayan gri ışık oyunlarının, zengin ya da şair olmaya gerek yok, sahilde yürüyen herhangi birince içinde tatlı bir huzur bırakarak seyredildiği. Bir özlem içini burktu Nuran’ın.

Kaçımız farkındaydık İstanbul’da yaşadığımızın. Şehrin keşmekeşinden dem vuranlarla, şehirden kaçmak isteyenlerle alay ederdi Mümtaz. Bir aferin verirdi şimdi Nuran’ı görse. Beş dakika olsun boğazı seyret ki İstanbul’da olduğunu anlayasın. Beş dakikadır boğazı seyrediyordu Nuran aklına Mümtazın laflarından başka bir şey gelmeyerek. Sonra bitmiş bir ilişkinin ardından kaçırılan yaşanacak anların güzelliğinden duyulan pişmanlık, biraz da buna sebep olan erkeğe duyulan nefretle karışık boş laflar dedi mırıldanarak. Bak kendi de çekip gitti a kadar övdüğü İstanbul’dan. Şimdi başka şehirler, başka kadınlarla aldatıyordur kendini.

Yanaşan vapurun düdüğü Nuran’ı ayılttı düşüncelerinden. Çantasında bozukluk arayarak iskeleye doğru yürümeye başladı. İş yerinde, vapuru kaçırdığından geç kaldığını açıkladığında patronun yüzünün alacağı hal aklına geldikçe keyfi kaçıyordu.

19 Aralık 2005 Pazartesi

'Sözde çocuklar'ını yiyen ülkenin erguvan kapısı


Mustafa Kuleli

Oya Baydar’ın 2000 yılında yayımlanan “Sıcak Külleri Kaldı” adlı romanı, hatırlayacağınız üzere büyük beğeni toplamıştı. Yazar’ın geçtiğimiz yıl yayımlanan, “Erguvan Kapısı” romanı da, aynı bir önceki gibi, hem kıdemli Oya Baydar okurlarına, hem de yeni okurlara eşsiz tatlar verebilecek, “gerçek” bir roman. Kimlik arayışı içindeki insanları, 'öteki'ne duyulan merakı, siyasi tercihlerin ve farkların hayatlara yansımasını işleyen bu eser, bir yanıyla da şehitliği, kurbanlığı, iktidarı ve feda kültürünü sorguluyor.

Birbirine uzak dört karakterin ağzından anlatılan roman, “Erguvanlar”, “Ölü çocuklar”, “İnançlar ve Kurbanlar” ve “Yersizyurtsuzluk” adlarındaki dört ana bölümden oluşuyor.

Yapıta yön veren dört karakterden ikisini “Sıcak Külleri Kaldı” romanından tanıyoruz. Yorgun ve umutsuz Ülkü, oğlu yargısız infazla öldürülmüş bir “eski solcu”. Baydar, kendisinden izler taşıdığını söylediği Ülkü karakteri ile zaman zaman politik mesajlar da veriyor. Derin devlet ile fazla derin ilişkilere girdiği için öldürülen -ve Ülkü tarafından tutkuyla sevilen- diplomat Arın Murat’ın kızı Derin ise, babasının gizli ölümünün sırlarını bulmak için Ülkü’nün oğlu Umut’un hikayesinin peşine düşmüş. Yeni karakterlerden Bizantolog Teo, otuz yıldır ABD’de yaşayan İstanbullu bir Rum. O da bir Bizans el yazmasında adı geçen kayıp bir kapının, erguvan kapısının peşine düşerek İstanbul'a gelmiş. Kitaptaki en yapay karakter olan Kerem Ali ise, kendisini “varoşların devrimci prensi” olarak gören bir “militan”. Umut’la aynı evde öldürülen ağabeyinden etkilenerek “devrimci olan” Kerem Ali, “legalde çalışan” bir “parti militanı”. Hikayeleri kesişen bu dört karakterin kimlik arayışları ve hissettikleri; bir yerlere, bir şeylere ait olma-olamama duygusu, romanın ana eksenini oluşturuyor. “Feda eylemi” yaparak kendini ölüme yatıran Güldalı ve hain sanılıp öldürülen devrimci militan Özgür'ün babası Atilla da oldukça etkili yan karakterler.

Okura farklı açılımlar sağlayan çok boyutlu yapısı, sağlam ve matematiksel kurgusu ve özenli anlatımı ile dikkat çeken Erguvan Kapısı, yakın tarih fonunda, derin devleti, siyaseti, felsefeyi, aşkı ve ötekilik kavramlarını ustalıkla buluştururken bir yandan da okuru, “öteki İstanbul”un gerçekliğiyle karşı karşıya getiriyor. Dinsel metinler, İstanbul’a dair efsaneler, siyasal farklılıklar, şehrin dünü ve bugünü arasındaki değişimler; karakterlerin kişisel travmalarıyla bütünleşiyor. İnanç, onun bir gereği ya da karşıtı olarak doğan kimlik ve ötekilik, karakterler üzerinden enine boyuna irdeleniyor.

Ölüm oruçlarını örgütlemiş, F tipi cezaevi ve tecrit uygulamalarına karşı eylemlerini sürdüren siyasi gruplar ise romanı sert bir şekilde eleştiriyor. Erguvan Kapısı’nda; bir dava, bir ideal, bir ütopya için ölümü göze almanın kötü bir şeymiş gibi gösterildiğini, “örgüt”ün insanları ölüme gönderen bir makine gibi anlatıldığını, umutsuzluk ve inançsızlık propagandası yapıldığını ve gerçeklerin çarpıtıldığını belirten gruplar yayınlarında nezaket sınırlarını aşan değerlendirmelere yer veriyorlar. Bir röportajında, bu eleştiriler sorulduğunda, “Bunları yazanlar, bu ilkel tepkileri verenler, kendilerini feda eden o inançlı, o güzelim insanlar değil, onları bu eylemlere iten, o çocukların iradelerini teslim alan ve kendi iktidarlarını onların ölümü üzerine kuran şeflerle, borazanları. Beni ilgilendirmiyorlar.” diyen Baydar; ölüm oruçlarının, toplumca duyarsız kaldığımız, gözümüzü kulağımızı kapadığımız, çok yakıcı bir konu olduğunu ve anlatmak istediği “inanç, iman, aidiyet üzerinden kimlik arayışı” konusuna çok uygun olduğunu belirtiyor.

Can Yayınları tarafından yayımlanan ve on baskı yapan Erguvan Kapısı’nın, Cevdet Kudret Ödülü’ne layık görüldüğünü de hatırlatalım.

18 Aralık 2005 Pazar

Büyük adam

kerem özkurt

Takım elbiseli bir adamdı. Otuz yaşlarında ya da yirmilerin ortasında. Saçları taralı, sakalsız. Arabasına yaklaşırken uzaktan kapıların kilitlerini açtı anahtarı ile. Yürüyüşü dik, kendinden emin. Etrafına bakmadan biniyor arabasına, bir işi var, oraya yetişmeye gidiyor. İşten çıkmış da olabilir. Sevgilisini almaya gidiyordur. Kendinden mutlaka genç, şıkır şıkır bir kız. İllaki güzel, adama deli gibi âşık; öyle ki bırakıp gitse bir gün adam, arkasından ağlayacak, odasına kapanacak, çıkmayacak alışverişe günlerce. Evinden, okulundan alıyor adam kız arkadaşını, kendi gibi arkadaşlarının yanından. Birlikte yemeğe çıkıyorlar. Sonra sinemaya da gidebilirler. Keyifleri bilir. Hükmedici adam, onun dediği olur. Sert, kaya gibi, bir erkeğin olması gerektiği gibi. Kızın sızlanmalarına kulak asmayacak, yumuşamayacak, kızın bunu şımarıklığından yaptığının farkında. Gerektiğinde duygusuzlaşabiliyor yani. Diğer kişilerle olan ilişkilerinde yapabildiği kadar.

Büyük adam o. Herkes gibi yani. Büyümüş. Normal. Bir işi, bir duruşu, ilişkileri var, istediği zaman kesip istediği zaman kurabildiği. Biri onu bekletti diye alttan almayan, bunun için arkadaşını paylayan, sebepsiz yere birine çıkışan ama sonra özür dilemeye gerek duymayan. Kendiliğinden her şeyin yoluna gireceğinin farkında. Tuttuğunu koparan, peşinde olduğuna ulaşmak için çabalayan, diğer her işini bırakıp onunla uğraşabilen. Dünyayı çok da sallamayan, kendi deyimiyle karı gibi her şeyi kafasına takmayan. Ama sorunlardan kaçmak yerine oturup çözüm yolları arayan.

Kaçmayan. Kaçmak fillinin kökünde korku vardır. Korkmayan adam işte büyük adam. İlla zengin olması da gerekmez ya da güçlü; öyle görünmesi yeter. Gerektiğinde dövüşebilecek, karşısındakine de bunu hissettirebilecek adamdır büyük adam. Hayatında da en az birkaç kere kavga etmiştir. Her sorunu konuşarak karşısındakini dinleyerek çözecek diye bir kaidesi olmayan.

Uygar olmayan mı? Bunun uygarlıkla bir alakası yok. Bu normal olmak, erkek olmakla alakalı. Her erkeğin pasaklı olması gibi. Futboldan anlaması, yolda yürürken yanından geçen arabanın ne marka olduğunu bilmesi, özelliklerini bir çırpıda sayıp dökmesi. Sabahları geç kalkabilmesi gibi. Öyle her şeye duygulanmaması, duygulandığı zaman belli etmemesi, belli etse de bunu kendine yaraşır yaşaması; salaya sümük ağlamayarak, kendinden geçercesine gülmeyerek.

Bir safdil gibi her şeyi anlayacağım, her şeyi liflerine ayırıp derinine ineceğim diye vakit harcamadan, doğrudan, geldiği gibi yaşayan. Var oluş sorunu yok; O, zaten var. Gerisi boş. İçini kemiren kurtçukları yok içinde sanki. Büyük adamın susması kurtçuklardan değil anlayacağın; kendi ağırlığından, öyle olması gerektiğinden; gevezelerin hep şaklaban olmasından, aslında tek kelime söylememelerinden. Bocalayıp da söyleyememelerinden. Mantıklıdır büyük adam, boş laf etmez. Bu yüzden gerektiğinde konuşur, adabına uygun. Çam devirmez kolay kolay. Devrilen çamın da arkasında durur, bilerek yapmışçasına.

Her nedense uzun boyludurlar, ben uzun olsam bile uzun boyludurlar. Onun için yaşlarından değildir büyüklükleri. Davranışlarındandır. Sağlam duruşlarındandır. Anlatabildiklerindendir.

Ama büyük doğmaz ki her insan. Yani anlatamaz ki. Adil mi bu?