11 Ekim 2010 Pazartesi

Şimdi gösterimde değil: Ayrılık

Elif İnal


Sinema salonunda film izlemenin en güzel yanı nedir? Karşında bir tek film vardır, başka da hiçbir şey yoktur, film dışında hiçbir şey. Yani bir tek sen varsın ve karşında koskocaman ekranda film. Tuvalet yok, çay koyalım yok, karnımız mı acıktı bir iki lokma bir şey hazırlayalım yok. Eh bir de kafan başka yerlerde değilse daha ne olsun, filmin tamamen içindesindir demektir. Bunun kamerasıyla, ışıkçısıyla, iyi oyuncusuyla, kötü oyuncusuyla, iyi repliğiyle bir film olduğunu unutursun. Ekrandan sana nasıl hissettiriyorlarsa öyle hissedersin. Kiminle empati kurman isteniyorsa onunla sonuna kadar gider, çırpınıp durursun. Çıkıntılık edip empati kurmaman gereken karakterlere yönelen bir tipsen merak etme, senin küçücük yüreğini de pır pır ettirecek bir şey var: anti-kahraman!

Bunlar çok güzel de benim gibi huysuzların da ufak ayrıntıların sinirine dokunması kaçınılmaz. İçinden hiç gülmek gelmeyen yerlerde gülündüğü için, gülmek istediği yerde başkalarının kahkahalarıyla sesi bastırıldığı için sinirini bozulan, ağlamak istediğinde ışıklar yanınca yanındakilerle göz göze gelmek istemeyip daha az veya sakin ağlayan kişiler olur çıkarız sinema salonlarında.

Gündem bu kadar yoğun, benim aklıma bu ayrımlar nereden geldi de bunun üzerine yazıyorum? İşte gündem gündem olduğu için, çok az sayıda haber içime işlediği için ben de bir kitaptan, filmden, bir sözden çok daha fazla etkileniyorum.

Ayrılık adlı film gösterime gelip de gideli çok oluyor ama İnception’ı bile henüz geçen gün izlemiş biri olarak bütün film konuşmalarını iki ay geriden takip ediyorum. Film Almanya-Türkiye filmi, ismi Ayrılık. Koydum, güzel güzel izlerken Türkçe bilmeyen küçük erkek kardeş sahneye geldi ve hakikaten tek kelime Türkçe bilmiyormuş. Almanya’daki sahneler hep Almancaydı ve alt yazı ayarlanamadı bir türlü. İki gıdımlık Almancamla filmi izledim. Sonunda da Almanca kısımları azdı, o yüzden sorun değil dedim kendime (yalan tabii ki, yarısı Almanca filmin). Bu kadar karmaşaya rağmen uzun zamandır bir film izlerken bu kadar ağlamıyordum. İşte bir tek ben, film ve koltuk vardık. Nerelerde ağlıyorum diye yanımdaki bakar mı yok, yanımdaki en güzel yerde yorum yaptı kafam dağıldı yok.

Film boyunca izleyici olarak anne-babanın geleneğin hep bir yerine tutunup kızlarını nasıl görmediklerini düşünüyoruz. Bazen “babanın değil ama” annenin nasıl kızına karşı bu kadar sert olabildiğini anlamaya çalışıyoruz. Filmde Sibel Kekili’yle, yani baş kahramanla özdeşleşiyoruz, onun kendi hayatını yaşamasına izin vermeyen ailesinin hareketlerine bir türlü hak veremiyoruz. Film bittikten sonra şunu düşündüm, filmde baş kahramanla özdeşleşmemek dışında bir seçenek var mı? Ailenin yaptıklarının altında yatanları belki biraz daha az ya da biraz daha iyi anlayabiliriz ama kızlarını haksız bulup ailenin yaptıklarını tamamen haklı bulmamız mümkün mü? Filmin anlatılışı açısından mümkün değil. Filmin sonlarına doğru “bırakın şu kızı da mutsuz olduğu kocasından ayrılsın, hayatına devam etsin, istediklerini yapsın” demeye kadar varıyoruz. Hatta kızın annesine filmin en başında da dediği gibi çok basit ama aynı zamanda çok komplike bir cümleyi tekrarlıyoruz film boyunca, “anne mutsuz olmamı mı istiyorsun?”

Peki, film boyunca hiç yumuşamayan, yumuşasa bile namus meselesi yüzünden bunu gösteremeyen baba ya da ağabey karakter olarak değil de izleyici olarak bu filmi izlese kiminle özdeşleşecek? Yoksa ağabey/babayla oturduğumuz, gittiğimiz yerler gibi izlediğimiz filmler de mi farklı?

Peki, bizim herhangi bir filmde kiminle özdeşleştiğimiz nasıl belirleniyor? Bu sadece yönetmenlerin, senaryonun, oyuncuların ustalığına kalmış bir şey mi? Bırakın filmi, herhangi bir şey izlerken, okurken çevremizdekilerin, ailemizin yorumları birikip nerelerde saklanıyor? Bir düşünelim bakalım, hangi fikirlerimiz ailemize ya da çevremize karşı çıkmak, isyan etmek adına oluşmuş, hangisi onların etkisiyle şekillenmiş, hangi davranışımız şiddetle karşı çıksak da ailemizin tıpatıp aynısı olmuş.

Kısacası, en geniş anlamıyla ailemizden nasıl kurtulacağız?

15 Eylül 2010 Çarşamba

Her Şeyde Vardır Bir Hayır! Mı?

“Sinirlenmeyeyim.” diyorum, ama ne mümkün! “Haberleri dinlemeyeyim”, diyorum, o da olmuyor. Cehalet mutluluktur vesselam; bana cehalet de mutluluk da haram maalesef.

“HAYIR’da, hâyır vardır.” dedik, ama yeni anayasa paketini noktasına virgülüne kadar inceleyip, sandığa vicdani ve aklı hür olarak giden halkım benim yüzümü %58 oranında kara çıkardı. Referandumun ne öncesinde ne sonrasında hiçbir yerde bir satır yazasım, tartışasım gelmedi, gelmiyor. Zira nafile olduğunu önceki deneyimlerden gördüm. 87 yıllık cumhuriyet tarihinde topu topu 5 referandum yap, 2’si bu iktidara kısmet olsun, vay be! İnsan gerçekten imreniyor bu adamların başarılarına. 


“Sen inceledin mi paketi?” diyenlere, cevabım evet, “Neden hayır verdin?" sorusuna cevabım ise şudur: tarih boyunca elmalarla armutların aynı pazar filesine konduğu paketlerden hiçbir ülkeye ve halkına ‘hayır’ gelmemiştir; gelecek için iyi günler vaat eden bu paketlerin aslında referanduma sunan iktidarların kendi çıkarları için bir oyun olduğunu tarih itinayla yazmıştır. Bu oyunun bilinçdışına iyice oturması  için de tesadüfen referandumun12 Eylül'e denk gelmesi de ne büyük şanstır ya Rab!

“Aman!” diyorum, “Bana ne! Führer misali 3.kez seçilsin, sonra isterse başkanlık rejimi getirsin, 15 sene orda otursun. Bu tarih III. Reich’ın yıkıldığını, Pinochet’nin düştüğünü, Stalin’in bile(!) öldüğünü gördü, Saddam'a dünyayı iğne deliği kadar dar ettiler; koca duvar önüne 10’dan fazla ülkenin yönetim biçimini de katarak yıkıldı, komünizm sonrası ekonomik krize giren ülkeler bugün AB üyesi. Her şey oluuur, her şey geçeeeer…” mi? Her şey olur, her şey geçer elbette, yönetim biçimleri, rejimler, iktidarlar değişir, ülkeler ve halklar sancılar yaşar, sonra her şey düzelir. Tabii bu geçen sürede iktidar yüzünden acı çeken, tutuklanıp hapse atılan, işkence gören, canından olan insanları; fikirleri, hayat tarzı yüzünden ülkesinden sürülen, göç eden aydınları, aydın olmayanları, kısacası iktidardakilerin yanlısı olmadığı için ötekiler kefesine konan ve hayatları altüst olanları göz ardı ederseniz her şey düzelir, gelir geçer.

Genelde dini bayram kutlarken dahi ‘hayırlı’ ya da ‘mübarek olsun’ dan ziyade kutlu ve mutlu olsun demeyi tercih ederim. İsterseniz anında beyaz Türk etiketini yapıştırın, umurumda değil. Bu Şeker Bayramı’nda ben de takiyecilik yaptım ve tanıdığım, tanımadığım herkese 'Hayırlı Bayramlar' diledim. Bizim için 3 gündü bayram, tercihlerin sayesinde sana her gün bayram canım Türkiyem!

Görsel Kaynak: Google images aracılığı ile http://www.aktifhaber.com/

29 Haziran 2010 Salı

Onlara her şey müstahak mı?

Elif İnal

Bütün hayatıma oranla çok kısa bir süredir Kurtuluş'ta oturuyorum ama nedense buraya ait hissediyorum kendimi. Yarı sokak odamın önünden insanlar geçerken hararetli bir konuşmanın ortasında oluyorlar ve tam odamın önünde bu konuşmadan bir iki cümle aktarıyorlar bana. Bir süre önce bir babaane torunu bisiklete binerken camın önünde konuşuyordu. Uykumun arasında hangi dil olduğunu çözmeye çalışırken, kızı 'gamast, gamast' diye uyardığını duydum. Böylece Ermenicede "gamas"'ın "yavaş" demek olduğunu da öğrenmiş oldum. Bazen de bakkalda travestileri (bunu yazarken bile rahatsız oluyorum. Hangi kelimeyi kullanmalı gerçekten? Travesti, tanseksüel. Kelimlerin duruşu demek istediklerimin önüne geçiyor. Konuşamaz hale geliyorum. Bu yüzden yazının devamında 'trans' diyeceğim) görüyorum. Bütün mahalle havasıyla birlikte bir kabulleniş varmış gibi hissediyorum burada. Belki de bu yaşadığım yeri sevmek için hayal ettiğim bir şeydir. Ki birkaç adım ötede, Nişantaşı'ndaki polis karakolunun önünden geçerken, bir "trans"ın yerde yatarak "imdat, yardım edin" diye bağırdığını duydum. Öyle bir bağırıyordu ki kendimi çok çaresiz hissettim. Olayın uzağındaydım, hem fiziksel olarak hem de his olarak. Ters yöne doğru yürüyüp gidip bakmaya da cesaret edemedim. Etsem bile karakolun önüne geldiğimde ne yapacağımı bilemezdim. Etrafta hala açık kalan dükkanlar, muhallebicilerde çalışan insanların tepkilerine baktım. Müşterisi kalmamış yerlerin çalışanları birbirlerine bakıp gülüyorlardı. "Travesti atmış kendini yerlere". Daha önceden hep bildikleri bir olaymış gibi bahsettikleri için sordum, "tanıyor musunuz?". Gülüştüler, "tanımıyoruz canım. Tahmin ettik sadece". Tanımazsınız tabii, kimse tanımaz. Uzaktan bakıp gülerler sadece. Olayın gerçekte ne olduğunu bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var, o da polisin "trans"ı tartakladığı ve insanların bunu komik bulabildiği.

Aklıma geldikçe düşünüyorum, birinin çığlığı, yardım istemesi, polis üniformasını altından birinin diğerine vurması nasıl bu kadar doğal hatta komik karşılanır diye. Alışmak desem, insan sık gördüğü insanlık dışı bir şeyi normalleştirir mi? Yanındakilerinin tepkilerine uymak desem, hepsinin suratındaki pis sırıtış birbirine o kadar benziyor ki, bu sadece taklit olamaz. Düşünüyorum, elimde bir tek insani tepki vermeyi layık görmedikleri kalıyor. Yoksa bana çok insani gelen şeylerde insanların tepki vermemelerinin nedeni başka ne olabilir ki? Acı çeken, bağıran, tepki gösteren, yardım isteyen, nefret dolmuş olanı insan olarak görmemek.

Ahmet Tulgar CNN Türk'te katıldığı programda uzun süre insanların "neden terör arttı?" konusunda uzun uzun konuşmalarını dinledi. En sonunda ona söz verildiğinde, bütün stratejilerden, askeri yöntemlerden, "bitirmekten", haritalardan farklı olarak, "keşke bir de bu savaşın ev ev, ocak ocak insanlarda nasıl hasara yol açtığını, nasıl etkilediğini görebilseydik" anlamına gelen bir cümle sarfetti. Herkes katıldı Ahmet Tulgar'ın cümlelerine. Hemen herkes, "artık barış olsun" cümlesinde hemfikir. Barış olsun da nasıl olsun?
Ahmet Tulgar'dan hemen sonra şöyle bir cümleyle devam edildi tartışmaya, "evet, bazı insanlar öldü ama". İnsanlar öldü lafından sonra nasıl "ama" ile devam edilebilir? Artık isimleri aklımda tutamıyorum ama televizyonda şunu da duydum, "teröristlerin yaptıklarına bakılırsa onlar insan değil". Onlar insan değilse, onlara her şeyi yapmak da mübahtır. Zaten bu olaylar bu raddeye karşılarındakini insan olarak görmeyek gelmedi mı?

"Barış olsun" lafı artık bana hiçbir şey ifade etmiyor. "Terörist olarak ele geçirilen"ler insan mı değil mi? Canı yanan, ölen, öldürülen herkes insan mı değil mi? Karşınızdakini insan olarak görürseniz, aynı derecede sizin de canınız yanar. İstediğimiz kadar uzak olalım, birinin çığlığı kulağımıza geliyorsa, o çığlığın bir canlıya ait olduğunu biliyorsak, canımız yanar. Benim de bunu duyduğum zaman canım yanıyor, tek bildiğim bu.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Kılıçdaroğlu'nun Söylemedikleri




kerem özkurt

Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz hafta içinde yaptığı açıklamalarla kongrede atladığı, söylemediği veya eleştirildiği konulara açıklık getirmeye çalıştı bütün hafta. Bu arada Baykal da meclise bizzat kendi kullandığı arabasıyla milletvekili olarak gelerek oyun dışında kalmadığını göstermek istedi. Açık ki Baykal’ın nefesi daha uzun bir süre CHP’nin ensesinde olacak.

Geçen haftaki yazıda Kılıçdaroğlu’nun “Kürt realitesini” atlayarak konuşmasına değinememiştim. Tüm hafta boyunca bunun üzerine yazıldı çizildi. Etnik kimlikleri dikkate almadan artık siyaset yapılamayacağı, Kılıçdaroğlu’nun “o bölgenin ekonomisini düzeltirsek her şey halllolur” bazlı yaklaşımının çok gerilerde kaldığı söylendi - ki bence doğrudur. Kılıçdaroğlu da cevaben kendileri için temel olanın “insan” olduğu ve CHP’nin tüm “insanları” etnik kimlik gözetmeden kucaklamaya hazır olduğunu ima etti.

Benim Kılıçdaroğlu'nun cevabından anladığım şu: “Benim Kürt meselesi ile ilgili detaylı olarak ifade edebileceğim bir yaklaşımım yok. Böyle bir yaklaşıma ihtiyacım da yok; bu konuya ne kadar teğet geçer ve aldığım pozisyonu belirsiz kılarsam o kadar geniş bir seçmen tabanına hitap edebileceğimi düşünüyorum.”

Bugün Kürt meselesi Türk siyasi hayatının alemet-i farikalarından biri durumunda. Kürt meselesi karşısında alınan tavır, Türk milliyetçiliği ile Kürt oylarına talip olmak arasında nerede durduğunuzu belli ediyor. Bu ayrımın Türk siyasetinde sanıldığından daha belirleyici olduğu son Anayasa değişiklik teklifi oylamalarında da görüldü.: AKP milletvekilleri, kendi partilerini bile tehlikeye sokan (son dönemde sadece Kürt milliyetçiliği ve irtica tehlikesi nedeniyle parti kapatılmaya gidildi) parti kapatma ile ilgili maddede, Kürt partilerinin kapatılmasına devam edilebilsin diye olumsuz oy attı. AKP ile ilgilenen birçok siyaset bilimci parti içi fikir ayrılıklarının Kürt meselesine karşı alınan tavırdan kaynklandığını söylüyor zaten.

Kılıçdaroğlu’nun CHP’si bu konuda eninde sonunda bir şeyler söylemek zorunda kalacak. Yuvarlak cümleler, “hümanist” kucaklamardan bahsederek çok uzun süre yürüyemez.

23 Mayıs 2010 Pazar

Kılıçdar Kılıçdar Kılıçdaroğlu


kerem özkurt

Siyaset her zaman beklenmeyenin yaşandığı bir alan. Son üç haftadaki gelişmelerden anlaşıldığı gibi. Siyasetin bu kaypaklığı sadece siyasetçiler için değil yorumcular için de geçeli. Bu yüzden Baykal’ın istifasından itibaren Kılıçdaroğlu’na tam destek veren birçok yorumcu, daha ilk kongreden itibaren Kılıçdaroğlu’unun yetersizliklerinden dem vurmaya başladılar bile. Bu aslında Kılıçdaroğlu’nun “Recep Bey”e karşı ne kadar başarılı olacağının şimdiden kestirelememesi ve olası bir başarısızlık durumunda “zaten ben daha ilk seçildiği gün söylemiştim” diyerek yorumculuğuna halel getirmeme hakkını rezerve tutabilmek için basit bir önlem..
Halbuki bu gibi kırılma anlarında büyük kehanetlere, yada ileride yalanlanabilecek temkinli tahminler kurmak yerine durum tespiti yapıp gidaşatın senaryolarını yazmak daha mantıklı geliyor.
Bir kere şurası açık bu CHP için müthiş bir değişim. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında laikliğe atı yapmaması manidar tabi; ama bu referans eksikliği aslında daha büyük bir değişimin parçası: CHP artık iktidar için arenaya çıkan bir parti. Laiklik ve beraberindeki cumhuriyet bekçiliği tamamen savunmaya dönük bir söylemken artık CHP, her politik partiden bekleneni, yani iktidara gelmeyi arzuluyor. Bundan sonra daha yırtıcı bir CHP görebiliriz.
CHP’nin oylarının fırladığı rivayetlerine gelince; bu konuda temkinli olmakta fayda var. Zira CHP’nin kemikleşmiş bir % 20’si var; Kılıçdaroğlu bunun üzerine çıkar; ama kimlerin oyunu alarak? AKP? Kılıçdaroğlu’nun kravıtını çıkarması, Ecevit şapkası giymesi, hatta Ecevit benzetmeleri, meydanlara inmesi, “sokak ağzı kullanma girişimleri” halka inme ve AKP’ye çark eden oyları sahiplenmeye çalışma olarak görülebilir: ancak şu durumda amacına ulaşması pek mümkün görülmüyor.
Kılıçdaroğlu’nda bir “Kasımpaşalı” karizması olmadığı doğru; yada bir lider etkileyiciliği; ama CHP’nin “halka inmesine” engel bu kişisellik engelden ziyade partinin halkla tems kanallarının çok uzun zamandır kapalı olması. Kılıçdaroğlu’nun liderliğine oy atan teşkilat Baykal’ınkinden farklı değil. Kılıçdaroğlu’na biat eden il başkanlarını hatırlayın. Bunlar çok “halkçı”ydı da Baykal onlara kulaklarını mı tıkıyordu. Bu kanalları açmak kravatı çıkarığ atmaktan daha köklü değişiklikleri gerektiriyor ki Kılıçdaroğlu’nun yol arkadaşlarına kıyıp kıyamayacağı belirsiz.
Kılıçdaroğlu’nun kendisinin bile “halk”a ne kadar “ineceği” soru işareti; çünkü Kılıçdaroğlu 70’lerin Karaoğlan’ından çok 90’ların laik Ecevit’ini andırıyor. Hatırlatmak için söylüyorum; Ecevit 1970 muhtarısında partisinin tavrını beğenmeyerek genel sekreterliğinden ayrılmıştı; partisine ve başkanına karşı gelerek.. Kılıçdaroğlu’nun Baykal’ın bizzat kendi kurduğu ekibinin desteğini alarak, sabık başkanına tek laf etmeden ve kimseye de laf söyletmeden genel başkanlığa gelmesi Karaoğlan’a oranla ne kadar sakin ve uyumlu aslında değil mi?
Gerçi ben kendi adıma Kılıçdaroğlu’ndan olmadığı bir şeyi olmasını bir “halk adamı” olmasını da bekliyor değilim. Kılıçdaroğlu’nun halk adamını olmaya çalışması, bu ülkede kurallarını Recep Bey’in koyduğu bir oyuna dahil olmak gibi ve Kılıçdaroğlu’nun bu oyunda hiç şansı olmaz. Ne Recep Bey gibi mahalleden geçen bir geçmişi, ne bir yükseliş mücadelesi, ne birileri ile savaşı olmamış bir bürokrat Kılıçdaroğlu…Kravatı ile Zonguldak’a gidip o madene inseydi, ağlayan insanlara “bir daha olmayacak, yemin ederim” deseydi benim için daha inandırıcı olacaktı. Çünkü siyaset nereden geldiğini kanıtlamakla değil, nerede durduğunla, ne yaptığınla ölçülen bir şey. Yoksa AKP’ye benzeyerek AKP oyu çalmanın bu ülkenin siyasi hayatına bir faydası dokunmaz.

Mesele uzun, bir yazı daha gerek..

8 Mart 2010 Pazartesi

Kadın+Savaş = 82. Oscar, Emek+? = 8 Mart*




Duygu Kocabaylıoğlu


Efenim malumunuz dün gece Amerikan sinema sektörünün dinamiklerini belirleyen Akademi Oscarlarının 82.'si Kodak Theater'da 'görkemli' bir törenle dağıtıldı. İlk kez bu sene En İyi Film kategorisi adayları ona (sayı ile 10) çıkartılmışken, bu çok kıymetli heykelciğin kime gideceği tartışmaları en çok öne çıkan iki film Avatar ve The Hurt Locker (Ölümcül Tuzak) arasında yapıldı. Şahsen iki filmi de seyreden bir sinemacı olarak görselin etkileyiciliğinin akademi üyelerinin aklını gene cezbedeceğini ve James Cameron'ın Avatar ile teknik dallar dahil pek çok heykelciliği evinin kristalden büfesine götüreceğini tahmin ediyordum. Fakat akademi bu sefer benim yüzümü kara çıkardı!

82 yıllık oscar tarihinde ilk kez bir kadın yönetmen Kathryn Bigelow - ki bilmeyenler için hatırlatalım, kendisi James Cameron'ın da eski eşidir- En İyi Yönetmen dalında ve filmi The Hurt Locker da En İyi Film dalında oscarcıkları kucakladı. Eh 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününe denk gelen bu 'güzel tesadüfe', biz kadınlar olarak cümleten "yaşasın pozitif ayrımcılık!" nidalarıyla eşlik ettik...mi? Dahası sırf yönetmeni, bazılarının hiç de umrunda olmayan Oscar tarihinde, bir kadın olarak ilki gerçekleştirdiği için Amerikan militarizimini ve milliyetçiliğini sonuna kadar pohpohlayan, binlerce masum sivilin ölümüne yol açtıkları ve kanlı bir savaşa dönüştürdükleri Irak işgalini 'canları pahasına orada olmak zorunda olan kahraman askerlerimiz!' makyajlamasına büründüren bir filmi ne kadar alkışlayabiliriz? Çok amiyane tabirle sormak istiyorum : Hey kadınlar, sevgili hemcinslerim, ne oluyoruz yahu? Kendinize gelin Allah aşkına! Yok erkek dünyasına bile kadın bakış açısını ve merhametini aktarmışmış Bigelow! Çok affedersiniz ama yemişim öyle kendine müslüman merhameti ben! O kadar deriiiin bir merhamet duygusu olsaydı Bigelow'un, hem kırmızı halı röportajlarında hem de teşekkür konuşmasında Irak savaşından sadece kendi askerlerinin eve sağ salim dönmesini dilemezdi. Ya da en temelinde filminin eksenini Amerikan askerleri için 'çakı gibi delikanlı, cesur çocuklar' ve Iraklılar için 'hepsi birbirine benzeyen, cahil, cühale pis Araplar' klişelerine oturtmazdı.

Fakat çok şükür ki Ortadoğu'nun ortasında bir memlekette olduğumuz için Bigelow'un ne yapmak istediğini, akademinin de bu kartları görüp, Amerikan halkının gönlünde yatan aslana göre oy verdiğini gönül rahatlığı ile dillendirebilirim. Burada filmin detaylı eleştirisine ya da analizine girmeyeceğim; hem yeri değil hem de zaman ve emek kaybı. Alın orta karar bir Vietnam savaş filmini, mekanları Irak'a taşıyın yeter. "Sen sinemacısın, bu kadar sığ eleştiri olur mu?" demeyin, sığ Amerikan ulusalcılığını pohpohlayan filme getireceğim eleştiri bu kadar olur. Fazlası israf!
Yalnız şunu söylemek ile yetineceğim: eğer ki film adayları 5'te kalsaydı muhtemelen kapışacak üç film Avatar, Inglourious Basterds(Soysuzlar Çetesi) ve Up in the Air (Aklı Havada) olurdu ve bu listeden Avatar diğer filmlere kafa göz geçirerek 1. film olarak hak ettiği(!) heykelciliğini alırdı. Bu yorumu Avatar'ı muhteşem(!) bulduğumdan yapmıyorum, Akademinin neye göre nabız yokladığına ve sektöre nasıl şerbet verdiğini az çok bildiğim için ekleme gereği duydum.

Bigelow ve ekibini içinden çıktıkları milleti çok iyi analiz edip, tanıdıkları ve nabza göre şerbet vermeyi becerdikleri için tebrik ederim.
Bu vesileylen de kendisi, ekibi ve kendisine oy veren Amerikan kadınları haricinde bütün emekçi kadınların 8 Mart'ını kutlamayı ve anmayı borç bilirim. Pozitif olarak ayırıyorum, aman yanlış anlaşılmasın!


* Bütün yazıdan bir anlam çıkartıp, başlıktaki bu denklemi ilk çözen hemcinsime tek taşını kendi kendisine almasını salık veririm...
Sürç-i lisan ettiysek affola, ben her 8 Mart'ta sinirlerim...
Fotoğraf: ntvmsnbc.com

6 Mart 2010 Cumartesi

Susuzdede


Toplu taşıma araçlarındaki yaşça büyük kimseler, ki çoğumuz onları yaşlı olarak nitelendiriyoruz, birçok kez mizah öğesi olarak kullanılmışlardır. Sosyal içerikli mesajları hep ilgi çekici ve hak verilesi olmuştur. Toplumumuzda kendilerine gösterilen saygıya güvenerek kimi zaman pervasızca eleştiriler yapmaktan, kimi zaman tehdite varan cümleler kurmaktan çekinmemişlerdir.

Toplu taşıma araçlarını kullanan herkesin yaşlılarla ilgili en az bir anısı vardır. Tabii ki benim de var...Anımı sizlere anlatmaya geçmeden önce, yaşlı kimselerin çevrelerine ve kendilerine duydukları sonsuz ve sorgusuz güvene hayran olduğumu belirtmek istiyorum. Öyle bir güven ki yıllardır öğretilmeye çalışılmış "şoför ile konuşmayınız" ihtarını bir tek onlar çekinmeden ihlal ederler. (bu parantez olayına gıcık olsam da çok yerinde açılmış olduğunu düşünüyorum. neredeyse unutuyordum, bu ihlal etme durumu şoförün diğer şoför arkadaşları için de çok olağandır, onlar da aynı bej ve lacivert süveteri giydikleri için kural onlar için baştan geçersizdir. hatta o kadar kaptırır ki kendini konuşmaya o sırada görev başında olduğunu unutan şoför, aklımdan, madem yola bakmadan araba kullanmayı göze alacak kadar muhabbet etmeyi özlüyorsun o zaman böyle bir yasağın koyulmasına neden engel olmuyorsun cümlesi bile geçer.) Bu uzun parantez içi, konuyu başka yerlere çekme faslından sonra esas konuya geri dönmek de ayrı bir meseledir. Düşüncelerim o kadar hızlı bir şekilde adapte oluyor ki paranteze, konuyu kendi içimde halledip sonuçlandırıncaya kadar beklemem gerekiyor.

Neyse...Bu güvenle ördükleri kalkanlarını bir de yaşlarıyla ve beyaz saçlarıyla sağlamlaştıran kişiler, biriktirdikleri her şeyi toplu taşıma araçlarında salık verirler. Yeter ki ortam oluşsun, ki bu ortam için toplu taşıma araçları hep biçilmiş kaftan görevini üstlenir. Yaşlılara yer vermeyen gençler genelde hedef tahtası olurlar. İkinci sırayı hep geç kalan araçlar ve otomatik olarak belediye alır. Bazen benim de otobüsü beklerken baygınlığın eşiğine geldiğim olmuştur ama, ağzımı açıp da tek laf ettiğimi hatırlamıyorum. Çünkü biliyorum ki kader ortaklarım arasında yaşlı en az bir kişi bulunmakta...otobüse yerleştikten iki saniye sonra hepimiz adına konuşmaya başlayacak, bazılarımız kendisine hak verip tartışmayı körükleyecek hatta bazı kişiler konuyu aile planlamasına kadar vardıracak, ki bu konuyu başka bir zaman anlatacağım. Yine konuyu o kadar saptırıp, dallandırıp budaklandırdım ki (bir kere parantez açınca gerisi geliyormuş, aslında hep parantez içinde geçse ya yazılar... esas konuyu merak ederek hızlıca okunur hatta bazen okunmaz bile parantez içleri, hep ezik kalırlar, alakasızdırlar, dışlandıkları smile parçaları ile belirginleştirilir.. neyse bu parantezi dallanıp budaklanmaktan sonra açtım çünkü bu ikilemeyi her kullandığımda aklıma lisedeki edebiyat hocam gelir, soyadı dalbudak'tı,sevgiler saygılar...) nasıl bağlayacağımı bulamadım. Affınıza sığınarak direk konuya geçiyorum.

Bugün hergün yaptığım gibi otobüse bindim, kentkartımın dolu olmasını umut ederek. Evet, ben her zaman kartımda yeterli para olmadığını düşünüp, yeterli param olduğunu anlayana kadar telaşlandım, hatta bazen otobüse binmekten vazgeçip yükleme noktasına gdip kentkartımı doldurttum. Neyse bugün yine telaşlanarak, acabalarla bindim otobüse. Şoförün arkasındaki koltuğa oturdum, bunu yapmamın tek nedeni de arkamdaki sinirli güruhu bekletmemekti. Otobüste oturamadığım zamanlarda "arka tarafa ilerleyelim" cümlesine engel olmak için en baştan arka cama yapışanlardan biri de benim. Otobüs tüm yolcularını almış, kapılarını kapamış tam yoluna devam edecekken, söylenerek koşan bir teyze için tekrar durdu. İşte herşey o "teyze"nin otobüse binmesiyle başladı. "Teyze" otobüse yetişmek için koşmaktan yorulmuş olacak ki şoförün yanındaki kart dıtlatma makinesini es geçip yanıma oturdu. Beş dakika boyunca kimse bunda bir gariplik görmedi, ben de bu arada kitabıma gömülmüştüm. Bir anda korkunç tizlikte bir sesle irkildim. Şoför "teyze"ye ne dedi bilmiyorum ama "teyze" kelime olduklarından şüphe ettiğim sesler çıkarıyordu. Arada, benim 60 yaş kartım var, diye bir cümle seçtim ve bu cümle ile adaptasyonumu tamamlamıştım, artık "teyze"yi anlıyordum. Olayın devamını olabildiğince yorumsuz aktarıyorum...

"Benim 60 yaş kartım var, bassam nolur basmasam nolur. Bunca yıl emek verdim ben bu ülkeye, şimdi bizi sömürüyorlar, yaşlılar üzerinden mi zengin olacak belediye? Hem zaten Susuzdede'ye gidiyorum ben. Her cuma gider duamı ederim. İnançlıyım ben, sizin gibi değilim. Saygısız gençler yetişiyo bu ülkede. Kartımı basıcakmışım, basmıyorum işte. Anaya babaya zerre saygı yok. Of off yaşlılık zor işte, tansiyonum, kalbim, romatizmam var benim. Basmıcam işte."

Tüm otobüs büyük bir sessizlikle bu cümleleri dinledik ve cümlelerde noktalama işaretleri yoktu. Şoför artık emindi, "teyze" susmuştu. O anda konuşmaya başladı:

" Teyze, bu otobüs Susuzdede'ye gitmiyor."

Ve yine uzun bir sessizlik "teyze"nin sesiyle bölündü.

" Neden gitmiyor ki, basmıyorum kartı diye yapıyorsun bunu, bilmiyorum mu sandın. Yaşlıyım ama daha bunamadım. Hem ben şimdi nasıl gidicem. Her cuma gidiyorum ben, bilmez miyim nasıl gidildiğini. Sen şimdi dönme sahil tarafına ben inince ilerden dönersin. Var mı hem o arada inecek?... Bak yok..."

Şoför tüm bu söylenenleri gülerek tek bir cümle ile cevapladı:

" Teyze ben sadece şoförüm ve bu otobüs de Susuzdede'ye gitmiyor."

"Teyze", inene kadar paragraflar halinde önce şoförü ikna etmeye çalıştı. Aldığı tek cümlellik cevaplarla tatmin olmamış, istediği kavga ortamını yaratamamış olacak ki şoföre ve belediyeye giydirmeye başladı. Daha sonra makul bir yerde inmeye razı oldu, ama indiği yerden doğru otobüse binemezse şoförün "teyze"den çekeceği vardı, otobüsün saati ve güzergahı belliydi vallahi şikayet ederdi. Bu tehditler sonrasında varılan mutabakat "teyze"nin hızını kesmedi ve tüm gençliğe kendi gençliğini anlatarak ders vermeye başladı. Ben de bu durumdan payıma düşeni aldım. Ne kadar terbiyesiz bir insan evladıydım ki "teyze"nin Susuzdede'ye ulaşma çabası karşısında hala kitap okuyabiliyordum. Halbuki farkında değil, bir satır bile okuyamamıştım, okuyamamıştım ama korkumdan kafamı kaldıramıyordum kitaptan. "Teyze" gençliği bir kalemde silip attıktan sonra başladı susuzdede'yi övmeye, susuzdede'nin mucizelerinden dem vurmaya. İstiyordu ki şoför ve tüm yolcular bu dinledikleri karşısında hipnoz olup, işlerini güçlerini bırakıp hep beraber bi ziyaret gerçekleştirelim Susuzdede'ye. Neyse ki "teyze" bir sonraki durakta indi ve tehditkar bakışlarıyla otobüse bir lanet daha okudu. Bunların hepsi topu topu 5 durak sürdü. 5 durak sonra inen "teyze"nin akıbetini bilmiyorum merak da etmiyorum. O dakikadan sonra önemli olan otobüsün durumuydu. Önce büyük bir sessizlik, hemen arkasından ohhh, amann gibi nidalar, birkaç öğrencinin kıkırdaması ve hemen arkasından yorumlar yağmaya başlarken durağa gelmemiş olmamıza rağmen şoför otobüsü durdurdu. Olduğu yerden doğrulup koltuğunun yanında kendisini bizlerden ayıran kapımsı nesneyi açıp, halka sesleniş pozisyonuna geçti. Önce uzun susuşlardan kaynaklı ses kaybını normale döndürmek için biraz öksürdü ve hemen akabinde şunları söyledi:

" Sayın yolcular, lütfen, ben de bir insanım. Bütün gün trafik stresiyle yeterince uğraşıyorum. Bir sürü insanı taşımanın ve devlet malını kullanmanın ağırlığı altında yoruluyorum. Lütfen sizden rica ediyorum yolculuk sonuna kadar konuşmayalım. Teyzeyi indirdik, konu kapandı. Teşekkür ederim."

Ben olayın bütünü karşısında o kadar şaşkındım ki bu konuşmadan memnuniyet duydum. Konuşmayacaktık... Ben de huzur içinde yaşadığım olayı düşünebilecek ve kitabımın son iki sayfasını okuyabilecektim. Ama bir rica insanlarda ancak bu kadar huzursuzluk yaratabilirmiş.. Homurdanmalar, üffler, püffler, fısıltılar ve en sonunda konuşmalar eşliğinde ineceğim durağa geldim.

uzun bir zaman sonra tekrardan merhaba.....