19 Aralık 2009 Cumartesi

Kürt meselesi, sokak ve şiddet


Kerem Özkurt

Biz günlük hayat ekibi olarak bu işe ilk başlarken ve daha sonraları bir araya geldiğimizde hep aynı şeyi düşündük; bu siteden gündelik şeyler yazılacak. Yani sokağa çıktığınızda yada sokağa baktığınızda gördüğünüz şeyleri. Hatta bazen alışkanlıktan görüp de gördüğümüzü unuttuğumuz şeyleri. Onun için büyük laflardan da kaçındık büyüklerin konuştuklarından da; bugün de Kürt meselesi hakkında aynı tavrı takınacağım ben; yanlışları, doğruları, suçluları, suçsuzları, iyi Kürtleri, kötü Kürtler, iyi Türkleri kötü Türkleri anlatmayacağım; ama bir şey demeden olmaz çünkü iş sokağa döküldü diyorlar.


Aslında mesele çoktan sokaktaydı. Açılımlardan ve realitelerden evvel de sokakta, yolda, takside, otobüste beraber yaşarken, bir öfke demeyelim hadi, ama bir kaçınma bir temkinlilik vardı. Bir zamanlar kardeşçe, beraberce yaşanabildiği retoriği yanlış değil bence, sadece eksik – hala da yaşanabilir, “umut..umut.. umut insanda”ysa. Beraberdik tamam, barış içinde de yaşanırdı; ancak ne zaman gündeliğimizde bir sekme olsa, bir çelmeye takılsak, bir bozuntu, bir sıkıntı; hep o az konuşulan, kafanın en ücra köşesinde zamanını bekleyen düşünceler, etiketler, yaftalar harekete geçerdi. Çözüm tek cümlede; “O zaten Kürt”, “O zaten Türk”, Laz o, Çerkez, Göçmen, Pomak… Liste uzar gider. Asıl çelmenin ne olduğunu anlamaktan, sıkıntının üzerine gitmektense, böylesi daha kolay olurdu. Kısacası bu iş zaten sokaktaydı.


Diyen olursa aynı şey değil, şiddetin dozajı arttı; doğrudur? Mesele siyasetten çıktı, konuşmanın yerini silahlar sopalar aldı diye endişelenenler var. Çatışmanın sadece Güneydoğu’da değil tüm ülke geneline yayılacağından, kutuplaşmanın gitgide artmasından korkanlar; ve nihayet tüm bunların 1980 öncesi anarşiyi anımsattığını söyleyenler. 80 öncesi ayrı bir konu, ayrıca konuşulur; ama endişe edilecek durumumuz yok. Kürt sorunun “indiği” sokaklarda sözün yerini şiddet çoktan aldı. En basitinden Tekel işçilerine yüklendi polis geçenlerde, hükümetin işine son verdikleri Tekel işçilerine. Muhtemelen orada da söz bitmişti, şiddete başvurdular. Panellerde söz isteyip “bizi ne hale koydunuz” demeye kalkanlara, yahu onu bırak, metalci parmaklarla devlet büyüklerini selamlamaya, yani kendi meşrebince iletişim kurmaya çalışanların üzerine asgari üç korumayla yüklenirken. Devletin kendisi şiddeti bir sorun çözme aracı olarak kullanıyorken, kimden “söz”ü siyaseti sürdürmesini bekler ki.


29 Ekim 2009 Perşembe

“Neyi kutluyoruz?”


Mustafa Kuleli

Kaç gündür Cumhuriyet gazetesi, sürmanşetinde bu soruyla çıkıyordu. Hatta son birkaç gün, TV’lere de reklam verip sordular: “Neyi kutluyoruz?”...

Bugün baktık, Cumhuriyet’in ilk sayfasında bir bulmaca. Bildiğin çengel!

Bulmacayı çözünce, sorunun yanıtı ortaya çıkacak gibi...

Başladım çözmeye. Ne çıktı biliyor musunuz?

“CUMHURİYETİNİZE SAHİP ÇIKIN”

Tam reklam kampanyasını yapanlara sövmeye başlayacakken bir şey fark ettim.

Gazete’nin fiyatı değişmişti. Sessiz sedasız hem de.

1 TL’den 1.5 TL’ye çıkmıştı fiyat.

Sonradan çaktım tabii köfteyi. Mesaj açıktı:

- 'Cumhuriyet’inize sahip çıkın! Bakın 1.5 TL oldu, alan var alamayan var, çaktırmadan araklayıverirler haaa!

- Koltuğunuzun altında saklayın!

18 Ekim 2009 Pazar

Metrobüsün yolları taşlı


Kerem Özkurt

Unuttuk mu, ne kadar çabuk. İstanbul trafiği dayanılmaz bir hal almıştı. Artık kıpırdayacak yerimiz kalmamıştı. Köprüyü geçmek zaten bir hayal; bir Kadıköy’e bir Beşiktaş’a inmek için otobüse binmektense, minibüste iki büklüm kim inecek de yerine oturabilirim diye beklemektense, yürüyerek gidelim beş dakikalık yol demeye başlamamış mıydık?

Derken bir ışık. Tünelin sonunda. Bir telaş bir hareketlilik. Köprülere, saatlerimizi yollarda harcadığımızdan, yolda da gıdım gıdım ilerlediğimizden rahatça okuyabileceğimiz yerlere konuçlandırılmış pankartlarda yazıyordu; çilemiz bitiyormuş. Metrobüs. yaşı olanlar hatırlarlar, eskinin “tahsisli yol” dedikleri. Kendisine tahsis edilmiş yolda gelip giden otobüsler.

Hemen itirazlar yükseldi. Önce dediler yolu metrobüse tahsis etmek için daraltacaklar, trafik eskisinden beter olacak. Betonun kırılması, yeniden asfalt dökülmesi, özel otobüsler için yapılan masraflar da cabası. Harcama yapılır da arkasından yolsuzluk dedikodusu gelmez mi; gelir. En sonunda zamanında yetişir mi diye meraklandık, o da yetişti.

Ne oldu sonunda? Belediye mi haklı çıktı, eleştirenler mi? Metrobüs şu an hesaplanan kapasitesinin çok üzerinde yolcu taşıyor. Belliki projeyi hazırlayanlar bile bu kadar ilgi beklemiyorlardı. Haberlerde de okumuşsunuzdur, geçenlerde kalp krizi geçirdi bir yolcu, bir sonraki durağa yetişemedi son nefesi.

İstanbul trafiği? Onda bir değişiklik yok. Sabah akşam karşıya geçenler için hala uyuklayacak kadar uzun sürüyor yolculuklar. Kocaman arabalarını tek başına sürüyor küçük iş adamları; direksiyonu dizleri ile sabitleyerek; arabada kahvaltı yapacak kadar ağır ilerleyerek; radyodaki sabah programlarını dinleyerek.

Amaç neydi? Trafiği azaltmaksa bu tutmadı besbelli. Metrobüs özel otosuyla gidenleri cezbetmedi. Onlar dört teker üzeri gidiyorlar hala. Metrobüs mevcut belediye otobüslerinin sadık müşterilerini çaldı sadece. Tek faydası da onları, o koşarak gittikleri işlerine daha hızlı yetiştirmek oldu. Daha sıkışık, daha mücadeleci, daha kalabalık bir yolculukla.

Belediye bir sorunu daha çözdü diyebiliriz gene de. Ama gene geçici. Ama hızlı bir çözüm. Ama uzun süre işe yaramayacak, ama kökten çözemeyecek. Ama İstanbul ahalisine “ileride şunları yapacağız o zaman işlerinize rahatça gidebileceksiniz” demek yerine “alın bunları yaptık, idare ediverin işte, maksat işiniz hallolsun” diyerek. Ama eleştirilecekler. Ama bir sonraki seçim gene seçilirler.

11 Ekim 2009 Pazar

Levent Kırca ‘çıldırdığında’ oradaydım


Mustafa Kuleli

Tesadüf işte… Ben de o akşam Beşiktaş’ta yemek yiyordum sevdiğim insanla. Levent Kırca geldi. Gülümseyerek selamladı etraftakileri. Garsonlarla muhabbet etti, şakalaştı. Sonra oturdu masasına. Herkes gibi o da bir şeyler yemek, sohbet etmek, güzel bir gece geçirmek niyetindeydi. Derken magazinci arkadaşlar geldi yanına ve bir süre kaldılar. Israrla konuşmak istediler, sorular sordular. Ardı ardına flaşlar patladı. Ve Levent Kırca’nın sesi yükseldi. Sonrası arbede, itiş kakış, küfürler ve kavga…

Garsonlar magazincileri uzaklaştırdı. Tam sakinleşmişken ortalık aniden bir foto-muhabiri gelip, hızla iki-üç kare fotoğraf çekip, kayboldu ortalıktan. Sinirler yine gerildi.

Hemen ertesi gece, bu kez Beyoğlu’nda oyuncu Timuçin Esen magazincilerin tacizine uğradı. ‘Taciz’ diyorum, çünkü yapılan şey gazetecilik falan değil.

Tamam, magazinci arkadaşlar gerçekten çok zor şartlarda çalışıyorlar. Tamam, onların bazı ikiyüzlü editörleri “Haber bulmadan gelme!” diye onlara baskı yapıyor. Ama yine de yaptıkları bu “kendin pişir, kendin ye” tarzı gazeteciliğin savunulabilecek bir tarafı yok.

Yöntem şu: Magazinciler haber bulamadıklarında, haberi ‘yaratıyorlar’. Yani ortada hiçbir şey yokken, saldırgan bir üslupla, tekrar tekrar aynı soruları sorup, karşılarındakini bunaltıp, kendilerine laf söyletip buradan haber çıkartıyorlar.

Ve belki şaşıracaksınız ama bu “Bizden Kaçmaz” tarzı ucube magazincilik, ‘normal’ magazin programlarından daha çok tutuyor.

Çözüm de işte burada: Ne zaman millet bu tarz programları seyretmeyi bırakır, kanal yöneticileri de bunları yayından kaldırır.

Şimdi umudum, son olaylarla beraber bu “kendin pişir, kendin ye” magazinciliğine ilginin biraz olsun azalması.

Umarım tersi olmaz.

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bizde ‘kasaplık’ diye bir sıfat vardır da…


Mustafa Kuleli

Geçenlerde evde zap yaparken MTV’de Jeniffer Lopez’in “Jenny from the block” klibine takıldım.

Hani şu, Ben Affleck denen adamın Lopez’i, lop etinden –herhalde bükemediğinden- öptüğü klip…

Nostalji olsun diye izledim tabii.

Ardından bir iki “rapçi” çıktı. Yine bir takım butlar gözümüze sokuldu ve aslında hiç de seksi değildi.

Sonra Shakira falan derken bir de baktım klip kuşağının adı “Şarküteri”! Bildiğin şarküteri!

Acaba et ürünleri sattıkları için mi bu ismi koydular, yoksa şarkıcıları ‘kaşar’ olarak mı görüyorlar?

Neden ‘Şarküteri’ yahu?

6 Ekim 2009 Salı

Bize ayrılan süre bu kadarmış

Elif İnal

Bir süredir ne gazete ne de haber takip ediyordum. Unutmuşum ne kadar iç karartıcı, iki yüzlü, adi olduklarını. Aynı duyguyu, sahte gülümsemelerinin altındaki iki yüzlülüğü gittiğim görüşmelerde (araştırma için gidiyordum patronlar, holding müdürleri vs. ile konuşuyordum) de hissettim. 'Hoşgeldiniz, buyrun' derler, çay ikram ederler, güleryüz gösterirler ama en ufak detayda anlarsın seninle nasıl aşağılayarak konuştuklarını. Neyse ben kişisel sinirimi şimdilik katmayayım da bu gece uzun bir aradan sonra beni dellendirip yazı yazmaya sevk eden güzelim televizyon programlarına döneyim. Haberler zaten artık klasik oldu, gülüp geçiyoruz, çok bir şey dememe gerek yok herhalde 'İşte o genç!' başlıklı haberlere. Mehmet Ali Birand'ın sesinden dinledim uzun bir süre 'Neye tepkili oldukları bile meçhul gençler, taksimde esnafa saldırdı' haberlerini. Bu, şöyle bir sarstı, kendime getirdi beni. Sonra Ahmet Hakan çıktı, tartışmalar Atv Kanalı'na gelince, Ahmet Hakan'ın gözler fıldır fıldır olmaya, tedirginlik her yerinden akmaya başladı ve ilan etti: 'Program bitti!', zoraki bir gülümsemeyle de 'Buralara girmeyelim, evet' dedi. Neyse bu kısımlar medya içi dönen tartışmalar, ben istesem de giremiyorum oralara. Daha sonra Ruşen Çakır'a geçtim. Nuray Mert vardı, nedense hiç şaşırmadım. Eskiden başörtüsü konularında bir sürü erkek arasında olurdu, şimdi de Kürtlerle ilgili bir konu oldu mu aynı şekilde yerini alıyor. (Nuray Mert'in de ses tonu ve açıksözlülüğü pek bir hoşuma gidiyor da Marksist tartışmalara girmesin ne olur). Nuray Mert yine başladı herkese giydirmeye, 'DTP'nin PKK'yle bağlantısını dillendiremiyoruz çünkü harekete karşı çıkıyor gibi gözükmekten korkuyoruz' diyorken... 'Aa, program bitti!'.

Bunlar klasiktir aslında, çok şaşırdığım şeyler olmadı ama 5N1K'ya, ne yalan söyleyeyim, işkencede öldürülen Engin Çeber'in arkadaşının çıkarılmasına biraz şaşırdım. Onun oraya çıkarılması ve aslında gözaltının hukuki yönünün tamamen lafta olduğunu, polis aracından mahkeme kapısına kadar, her yerde işkence gördüklerini anlatması bana garip geldi. Nitekim daha sonra Cüneyt Özdemir'den müdahaleler gelmeye başladı. O kadının oraya çıkartılması iyi bir televizyonculuk örneği midir, ya da 'Her şeyin özgürce konuşulduğuna' mı delalat eder? Eğer öyleyse neden Cüneyt Özdemir'in her müdahalesinde 'Tamam, konuş ama çok ileri gitme' dercesine, 'Mahkeme sınırları içerisinde konuşalım' diyerek sözü hep 'sahanın içine' çekmeye çalıştığı hissi oluşuyordu? Zaten Cüneyt Özdemir 'En güvenli yer olan cezaevi' lafını söyeldikten sonra 'Program birazdan biter herhalde' dedim ve bitti.

Özgürlükse özgürlük ama her şey bir yere kadar değil mi? Bundan bir süre önce, Kürtçe üzerine en saçma sapan şeylerin yazıldığı sıralarda, Yılmaz Özdil'in bir türlü neden Kürtçe'ye çevirecek çevirmen bulamadığına anlam veremediği (bal gibi biliyordur ya neyse) yazısını yazdığı zamanlarda Enis Berberoğlu'nun Hürriyet'te yazısını okumuştum. Cümle aynen şöyleydi: 'Önemli olan hangi dilde verildiği değil, o dilde ne anlatıldığı?'. Yani diyor ki eğitim Kürtçe de olsa, müfredattır aslolan. Haydi bakalım buyrun. 'Kavga etmeyin canım, RTÜK ne güne duruyor, yasaklar ayrılıkçı yayınları' derken, çözüm önerdiğini sanarken aslında sorunun temelini de göstermiş oluyor. Kürtlere, kendi dilleriyle, kendi dillerini konuşan öğretmenleriyle 'Türklerin Tarihi'nin anlatıldığı bir tarih dersinin verilmesi nasıl bir tezattır? Kürt kelimesinin sadece 'Zararlı Cemiyetler' başlığı altında geçtiği bir müfredat Kürtçe'de verilince sorun çözülmüş mü oluyor? Bunun en güzel örneği -daha açık bir sembolizm olabilir miydi?- Diyarbakır Cezaevi'nin yerine okul yapılmasının teklif edilmesidir bence. Kısaca, 'Tamam kötü bir şeyler oldu ama gelin unutalım, yerine resmi tarihimizi koyalım'.

Her şeyin özgürce tartışıldığı ya da tartışılabileceği gerçekten inanılarak mı söyleniyor? Savunduğum şey ne olursa olsun fiiliyata geçirilmesi suç ise, onu 'özgürce' tartışabilmem olanaklı geliyor mu? Açıkçası... 'Aa, program bitti!'

28 Eylül 2009 Pazartesi

Banana waaaay, banana waaay bananaaa


Mustafa Kuleli


Bilenler bilir; Google, Analytics hizmetiyle bizim sitenin istatistiklerini tutuyor. (Google’ı muhasebeci tuttuk sanki)

Memnunuz kendilerinden, bir sorunumuz yok da, geçen ayın istatistiklerinde ilginç bir detay gözüme çarptı: GünlükHayat’a Türkiye’den sonra en fazla Brezilya’dan ziyaretçi gelmiş. 13 Brezilya ikametli vatandaş, son bir ayda GH’yi ziyaret etmiş.

Şimdi bu durumu nasıl izah edeceğiz?

Sevgili Mithat’ın futbol yazılarındaki ‘keyword’lerden mi, yoksa "Sık sık tek başına Brezilya’ya giden ev hanımları”ndan mı acaba?

Brezilya güzel memleket, ılıman bir iklim, böyle güzel tropikal meyveler, kokteyller, dans falan…

İyi yani… İyi de, yine de merak ediyor insan.

Nasıl oldu acaba bu iş? Var mı cevabı olan?

10 Eylül 2009 Perşembe

Ben apartman yöneticisiyim!

Fotoğraf: Radikal Gazetesi

Duygu Kocabaylıoğlu

"Yazın bunalıyoooz, kışın ısınamıyoozz… Bütün şikâyetler bana gelir.” Sözleriyle başlıyor televizyonda dönen banka kredisi reklamı ve apartman yöneticisi olduğunu söyleyen hanfendinin akıllıca(!) bir çözüm araştırıp, bularak çevreye duyarlı yatırımlar için özel olarak çıkartılan bir banka kredisi alıp, bu sayede binaya yalıtım yaptırdığını, hem kendisinin hem apartman sakinlerini huzura kavuşturduğunu öğreniyoruz. Ha bu reklam diğer tüm reklamlar gibi abartılı ve göz boyamaya da yönelik olabilir. Ama yalıtımın bir binayı koruduğu ve koruyacağı gerçeğini, apartman yöneticisinin şikayetleri dikkate alma sorumluluğu olduğu gerçeğini değiştirmez. “Yazın bunalıyoooz, kışın ısınamıyoozz” diyen sakinler bir sonraki apartman toplantısında dertlerine çare bulamadığı için var olan yöneticinin istifasını(!) isteyip, onu değiştirebilirler ya da kendileri aday olabilirler. Al sana en küçük ölçekte demokrasi! Bu ülkede demokrasi 20 dairelik apartmanlarda başlıyor ama maalesef apartmanın demir kapısından geçip, sokağa bile yayılamadan oracıkta kalıveriyor.

Bugün “Ben Büyükşehir Belediyesi Başkanıyım!” diyen zatların bırakın 15 milyonluk şehri idare etmeyi, bir nev-i çekip çevirmeyi , ‘köy muhtarı’ mevkisini bile dolduramayacağını, iyi kötü idare eden köylüyü çamura boğacağını cümle âlem görüyor da köylünün bizzat kendisi görmüyor!
Efenim dün sinirlerim el verdiği sürece doğal(!) sel felaketini televizyonlarda takip etmeye, yetkili yetkisiz her ağzından çıkan lafa yetişmeye çalıştım. Asabım kaldırdığı ölçüde, sırf haberim olması maksadıyla köy muhtarının ‘loji’ye sığmayan açıklamalarını dinledim.

Ve alt alta şunları sıraladım:

  • İyi ki İstanbul boğazı taşmadı!
  • İyi ki okullar tatildi! Düşünsenize öğrenci servisleri de o sele girmiş olsa, şimdi onlarca çocuk kaybolmuş ve ölmüş olabilirdi!
  • Kendimi Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık romanında hissediyorum. Efsanevi romanın bir bölümünde kasabaya yıllarca yağan yağmur kesilmez, her şeyi sel götürür, hayvanlar ve evler suda yüzer. Fakat herkes bilir ki Marquez bir masal anlatıcısıdır!
  • Birileri bu adamların önüne lise coğrafya kitabı ve atlası koysun, okyanus kıyısında olmadığımızı, New Orleans'ı, Filipinleri, Uzak Doğu’yu yerle bir eden t-sunaminin, kasırganın buralarda görülmediğini ve TDK sözlüğünden doğal afet kavramının tam karşılığını anlatsın!
  • Ayrıca takvim de verilsin, İstanbul’u kim, hangi yönetimler kaç onca yıldır yönetiyor hatırlatılsın!
Bir telefon bağlantısından alelacele alınmış not:

Mimar, MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Görevlisi Oktay Ekinci: "Bizim bir öğrencimiz böyle bir imar planıyla karşımıza gelse, çok açık söylüyorum sınıfta kalır!"
Ey Sayın Ekinci! Mimarlar Odası genel başkanlığı bile yapmışsın ama boşuna mimar, yüksek mimar, şehir planlamacısı yetiştirdiğini halen anlamamışsın maalesef! Halbuki sizin öğrencilerinize "Siyasi Ranta Girişi I-II, Belediyelerde İleri Rant Uygulamaları" gibi dersler vermeniz gerekirdi. Ama nerde o öngörü değil mi efenim?

NTV haber merkezinin sunucularından Erhan Ertürk’ün çok çevik ve becerikli bir üslupla haber merkezi yönettiğini ve İstanbul’un başına geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Var olan yönetimsizlikten daha etkili olacağına kesinlikle eminim. Ayrıca Oğuz Haksever, meteorolojinin ‘Dikkat! Sel gelebilir!’, diye bas bas bağırmasına karşılık hiçbir şekilde önem alınmamasına ve 26 kişinin pisipisine ölmesine o kadar öfkeliydi ki elinde tuttuğu ilkokul 4.sınıf, resimli ilkyardım kitapçığını satır satır ve bağıra bağıra okudu stüdyoda. Belki sesini birileri duyar, diye düşünüyor sanırım…

Başarısız bir apartman yöneticisinin bile sorumluluk alıp istifa ettiğini ya da üsturubuyla görevini bıraktığını, nedense gecenin bir vakti eksi sözlüğü açıp “Kadir Topbaş’ın istifa etmesi” başlığını görünce hatırladım. Değil mi ya, şerefiyle istifa etmek gibi bir kavram var bu dünyada! Ama Türkçe karşılığı henüz oluşturulmadı ki bu yüzden hep Japoncasına, Frankçesine başvuruyoruz tanımlarken…

20-25 dairelik Apartman yöneticisi hanımefendi dahi komşularının dertlerine çare olmak için çözüm arayıp, bulmuşken, 15 milyonluk şehri yönetenler gırtlaklarına kadar çamura batarak, insanların göz göre göre ölüme sürüklenmesini izlediler ve bir de üstüne rahmet okudular! ‘Yağmur dediğin zaten rahmet değil mi?’, diye sorasım gelir…

Basından ve benden son not olarak en son, akşam kendi programında Cüneyt Özdemir’in yüzsüz ve utanmaz yağmacılara karşı çok öfkeli olduğunu, canlı yayında bastırmaya çalışsa da sinirinin gözlerinden okunduğunu, ses tonuna yansıdığını gördüm.

Hem yağmacıları kınayanlara, hem de İstanbul’un başına baş belası olanlara hesap soran aklı başında insanlara diyorum ki, yanı başında cesetler yatarken mübarek(!) günde, zaten mağdur olmuş insanların malını, ‘yemeyen domuz pişkinliği’ ile yağmalayan şerefsizlerin seçtiği adamlar ‘baş’ olursa, apartman yöneticisi, köy muhtarı ya da başkan olursa, o yönetiminden size, bize ne hayır gelir? Ancak böyle öfkeli, isyankâr ve cümlenize lanet okuyan bireyler yetiştirirsiniz. Sonra da doğru söyleyeni köyünüzden kovarsınız!

7 Eylül 2009 Pazartesi

İşi gücü olan

kerem özkurt

“İş bilen” diye bir deyim vardır, bilmem hatırlar mısınız. Şimdilerde ön kapıdan kovulsa bacadan girip verilen işi halleder gibi bir anlam çağrıştırsa da, sanırım eskiden ne işle uğraşıyorsa onun girdisini çıktısını bilen kişi manasına geliyordu. 21. yüzyılın eşiğinden henüz geçmişken bir fiske kaçırdığımız (Çetin Altan’a selam olsun) bu adamların git gide soylarının tükeniyor olması. Bunu eğitim-öğretimin yozlaşmasını bağlamamı bekleyenlere, nerede o eski hocalar, nerde o tedrisat diye iç geçireceklere sürtünüp sebeb-i hikmeti başka yerde aramak niyetindeyim.

İş dediğimiz, gün içinde oyalandığımız her ne ise, işte onun tanımı değişti son bir iki yüzyılda. Okulda, tarih derslerinde Avrupa’nın gol atarak öne geçmesini sağlayan Sanayi Devrimi’nin bir hediyesi bu da; ama pek fark edilmez. Basitçe açıklarsak, tencere yapacak, tencerenin nasıl yapıldığını bilen usta sayısı parmak ile sayılacakken, bir günde bir ustanın ürettiğinden daha fazla tencere üretmek isteyen bir grup açıkgöz, tencereyi parçalara ayırıp, her bir parçanın, mesela kapağının, kulpunun nasıl takılacağını kolayca öğrenen beş altı kişi bulup sıraya dizdiler. Böylece elinde malzemeyi evire çevire bir günde iki tencere yapan ustanın yerine, önüne gelen tencerenin kapağını kapatarak, tencere kapağı işinde uzmanlaşan birkaç kişi günde on-on beş tencere yapımına katkıda bulunur oldu.

İşin tuhafı bu anlayış fabrika ile de sınırlı kalmadı. Çevremizdeki iş tanımlarına, meslek adlarına bakalım; günbegün bildiğimiz mesleklerin önüne ardına yeni isimler koyarak anlatıyoruz ne yaptığımızı. Daha da önemlisi artık tencerenin nasıl yapıldığını bilmemize gerek yok önümüzdeki işi yapıp maaşı ATM’den çekebilmek için. Kapağı kapatarak da durumu idare edebiliriz. Öyle de yapıyoruz zaten. İşin neresinde duruyoruz. Ne kadar memnunuz sonucundan, ne kadar kendimizin hissediyoruz çıkan sonucu, muamma…

İşin devamını sağlayan, bir yapbozun birbirini tanımayan ve tek başına bir anlamı olmayan parçaları olan yaptığımız işlerin bir şekilde bir araya getirilmesi. Ama olur a; bir gün, o tek kat çekilmiş tutkal da tutmaz olur yaptığımız işleri; işte o zaman elimizde kırık oyuncaklar, birbirinin yüzüne bakıp ağlamaz mı insan. :Kısaca iş bilenler nereye kayboldu ve neden iş bilmeye merakımız azaldı.

23 Ağustos 2009 Pazar

Siyah yada beyaz

kerem özkurt

Teknoloji ile barışık biri olmadığımı kabullenmek gerek. Halbuki hayatım şimdi olduğundan çok daha kolay olurdu parmaklarım klavyenin üzerinde daha seri hareket edebilse. Birkaç kısa yol tuşu daha öğrenebilsem yada bir sihirbaz gibi Windows’un en bilinmedik köşelerinden en iş kolaylaştıran seçenekleri bulsam. Hani olmayacak şey de değildi. Benden, çok değil, bir iki nesil sonrasına kancaya atabilseydim. Hadi onu yapamadım, kendi neslimdeki cevval atakan, o gidişatı kendi meşreplerince çözüverip ayak uydurmayı beceren cin akıllı devrelerim gibi olabilseydim birazcık. Öyle asosyal asosyal oturacağıma televizyon karşısında.

Napalım bizim payımıza bu düştü. Şimdi iki yan masada rengarenk ve IMF’in icra kuruluna sunulacak kadar titiz ve tumturaklı görünen; gerçeğinde ise ne sihirdir ne keramet el çabukluğu excel’dedir marifet yolu ile hazırlanmış raporlar yazılırken, gazetede Maykıl Ceksın’ (çocukluğumda yazdığım gibi) ın ölümüne üzülebiliriz. Çünkü, ben onu öğrenebildim kendi payıma. Çünkü çocuk tacizi haberlerinden çok önce de biliyordum adını. Uydurma kelimelerle şarkılarını söylüyordum, hem de ezbere. Kasetlerin alt kapakçıklarını kırıp şarkılarından karma kasetler yapıyorduk. Siyah olduğu zamanı biliyorduk; zaten iki renk biliyordu televizyon henüz.

Çok şey kaçırdı mı bizden sonra doğanlar, yada biz mi yan bastık erken doğarak. Kim bilir. Beylik konuşmaya gerek yok. Bu da kısa ve basit bir yazı zaten; ve sadece Maykıl’ın ölümü ile çocukluğumdan bir şey eksildi, bir odanın kapısı kapandı, tam gittiğinde yanımda olduğunu anladığım birini kaybetmişim diye yazıldı..

21 Ağustos 2009 Cuma

Ne Olduğumu Şaşırdım: Ben X


Melike Geçgel

Nic Balthazar'ın romanından uyarlayarak yine kendisinin yönettiği Belçika yapımı bir film. (Burada "Belçika yapımı bir film"den kasıt nedir? Balthazar mı belçikalı yoksa oyuncular mı ya da çekimde kullanılan teknik aygıt ve elemanlar mı belçikalı , ki ben filmi Belçika yapımı tanımlamasıyla verdikten sonra aklıma takılan bir sualdir bu. ) Filmin kısaca künyesine giriş yaptıktan sonra filmin sonuna geçiyorum... Tabii ki de hayır söylemiyorum, çünkü filmin sonunu bilmiyorum.


Dün sevdiceğimin babasının doğumgünü vesilesiyle iki günlüğüne tüm tv kanallarını hediye niyetine açan x firmasının verdiği gazla evde film izleyelim dedik. Burda hemen değinmeliyim, bu x firmasının hediye verme olayı da film kadar hatta ondan daha ilginç ve incelemelik bir konu. (gösterip vermeme durumunun cinsellik dışı ve daha vahim hali) Bütün gün çalışıp eve geldikten sonra rahatlamanın ilk göstergesi giyiniklik halinden çıkmaktır.( tüm insanlar çıplakken rahat hissediyorsa giyinmek performansımızı düşürür mü, öyle ise işverenlerin "presentable" arayışlarını gözden geçirmesi gerekir mi) Rahatlık evresine hafifleyerek bir giriş yaptıktan sonra en sevdiğimiz koltuğa yayılırız, ki genelde ayak uzatabileceğimiz büyüklükte olurlar. Daha sonra hayatımızı kontrolü altına almış olan kumandayı sanki biz ona hükmedebilirmişiz gibi elimize alır başlarız zaplamaya. (ben edemiyorum, zaplamaya başlar ve iki dakika sonra nefes problemiyle tvnin fişini çekerim.) İşte x firması burda devreye giriyor ve antenlerin yapamadığını yaparak bize ayrıcalıklı hissettirmek adına önümüze yüzlerce kanal seriyor, filmler, diziler, spor, belgesel, müzik, yerli, yabancı, "ateşli"... Herkesten farklıyızdır o film kanallarındaki filmleri seçerken, çünkü w kanalındaki "çatalı yanlış yere koymuşsun"u izlemek zorunda değilizdir ya da böyle hissettirip bu temiz hislerimizin üstünden ya da altından milyonları cebe indiriyorlar. (sanırım ilk seçenek ikinciye göre daha "ılımlı" bir yaklaşım oldu) Peki film izlemek için madem daha fazla para ödemeyi göze aldık neden sinemaya gitmiyor ya da bir dvd oynatıcı alıp film kiralamıyoruz? Bu konuya kaldığım yerden biraz daha toplanmış haliyle daha sonra devam edicem. (Çok ani bir geçiş yapıcam önceden uyarıyorum ki kafamı toplayamadığımı, biraz daha devam edersem bambaşka bir konuya geçiş yapacağımı anlayamayan kalmasın)

Filmin adı Ben X, hayatını mmorpg'de yaşayan bir genci konu ediniyor. Çocuk ileri zekalı olduğu için kendisiyle diğerleri arasına asosyallikle çizgi çekmiş. Böyle olunca da arkadaşları arasında dalga geçilesi, itilip kakılası bir varlık haline gelmiş. Sabrını korumasını sağlayan şey ise oynadığı oyunda konuştuğu sanal kız arkadaşı. Film, kendinizi arkadaşınızın olağanüstü bilgisayarında oynadığı süper senaryolu bir mmorpg'yi izliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. (ilk yarım saatini izleyen biri için fazla cüretkar bir açıklama oldu) Çocuk oyunla gerçek hayatı karşılaştırıyor ve oyun dünyasında hayat daha güzel, kolay ve eğlenceli gözüküyor. (türk server'ına girse böyle düşünmeyeceğini kişisel deneyimime dayanarak iddia ediyorum)

Çok fazla spoiler vermeden esas söylemek istediğim kısma geleyim. Filmin yarım saatinden sonra sinirden ağladım sadece ağlamakla kalmadım sinirim bozuldu, kendimi kötü hissettim, uyumak istedim, tek kelime edesim kalmadı ve filmi izlemeyi bıraktık. Film hakkında olumlu ya da olumsuz bir yorum yapamıyorum bu yüzden. Eğer oyun oynamayı seviyor, ordaki hayatın daha çekilir olduğunu düşünüyor, Avrupa filmlerini izlemekten keyif alıyor, ağlamakta zorluk çekiyor, biraz dramdan zarar gelmez diyor ya da sadece merak ediyorsanız filmi izleyin, sonra da bana anlatın. =)
P.S: İçinde bulunduğumuz "açılımlı ramazan günlerinde" nefes almakta zorlanıyorsanız kendinize bir bahçe bulun ve yabani otları ayıklayın. Hatta hazır bahçe bulmuşken bir de sigara yakın.

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Toplumsal muhafazakarlığın günlük yansımaları-1


Duygu Kocabaylıoğlu

Bugün alışveriş yaptığım market kasiyeri oraların sürekli müşterisi gibi görünen amcanın, 'Ramazan gelmeden ordan 3paket sigara ver' isteğine karşılık, 'Sigara da neymiş? Alkol içiyorlar ramazan'da!' dedi. Amca, “Kimmiş onlar?” diye sorunca(!),”Kaç tane gördüm, artık saymayı bıraktım.” diye de ekledi. (Önceki senelerden bahsediyor herhalde.) Müşteri ve kasiyer arasında geçen bu diyalogumsu şey, içinde her zaman alkol satılan, Türkiye’nin en büyük market zincirlerinden biri olduğunu iddia eden bir markette vuku buldu.

Şimdi buradan, aha da şu satırlardan, hem de an itibariyle ikindi ezanı huşu içerisinde okunurken, haykırasım ve höyküresim var: Pardon ama, hanfendi size ne? Sizin ve sizin kafalardakilerin nasıl bir yargılama mekanizması var ki yılın her günü sattığın şeyi senin için kutsal olan bir ayda da alan, tüketen müşteri kitlesi için tıkır tıkır bu yargılama mekanizmasını devreye sokuyorsunuz? Hadi o zaman bir el atın bütün barları, eğlence mekanlarını, meyhaneleri kapatalım madem Ramazan'da. Hatta sizin marketi de kapatalım? İleri mi gittim? Kaldırın o zaman içki raflarını? Nevizade’de de meyve suyu kokteyli içeriz artık varille. Hatta sırf o amca tatmin olsun diye güvenlik kamerasından Ramazan boyunca alkol alanları tespit edin. Sonra gidin kafasını o şişelerle kırın e mi?!

Arkadaşım, ey güzel memleketimin güzel insanları, sana ne, size ne be! Adam ister alır evinde içer, ister oturur sahilde içer, ister gider meyhanede içer. Neden dini geleneğinizi kendi içinizde huzurla yaşamıyorsunuz da toplumsal baskı haline getirip, sizin gibi olmayan kesimi huzursuzlaştırıyorsunuz? Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı dine ya da Tanrı’ya inanmıyor olamaz mı? Ya da sizinkinden başka bir dine mensup olamaz mı? “Ha ramazan, ha şaban bana farketmez” diyemez mi? Nasıl bir yargı mercisin sen kendini kutsal saydığın varlıklar yerine koyup, hüküm kesebiliyorsun? Bu Ramazan’da hiç niyetim yokken beni alkol açılımına itiyorsunuz. Resmen kışkırtılıyorum sizin gibiler ve sizin değer yargılarınız yüzünden.

Bütün bunları o kasiyer hanfendinin yüzüne haykırmak isterdim. Onun yerine, sinirlendim kendi kendime söylenerek marketten çıktım. Allah da sizin ve yargı mekanizmalarınızın tepesinden baksın, daha da bi’şey demiyorum!

Dip not: Daha bir ay boyunca bu örneklemelerin tadına doyulmayacağı için başlığı 1 eyledim, kabul ola…

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Bu ne hâl böyle?


Yazarlarımız Tuna Taş ve Mustafa Kuleli ne yapıyor? Burası neresi? Bu gözlükler ne? Suratlarından bir anlam çıkartabiliyor muyuz?

Yorumlarınızı bekliyoruz…

(Fotoğraf: Şeniz Saç)

Mayolar boy boy



Mustafa Kuleli

Değil aslında. Mayolar tek boy. Tatilini deniz kıyısında geçirenler fark etmiştir, herkeste aynı tip pehlivan mayosu var! Sörfçüler için tasarlanmış bu uzun paçalı, diz hizası mayolar son yıllarda moda oldu. Kısa pantolonla denize girmek gibi bir şey. İtirazım dallı güllü oluşlarına değil. Saçma sapan renkleri de kabulüm. Ama arkadaş, bu kurumaz kumaştan uzun donlar çok anlamsız be yahu. Bir “konsept” olarak anlamsız. Bir de şu var: 10 sene önce hepimiz “slip” tabir edilen mayoları giyiyorduk, kimse de “Bir yerlerim açıkta kaldı galiba” ya da “Aman Allah mal meydanda” demiyordu. Kimse utanmıyordu, garipsemiyordu. Sonra bir şeyler oldu ve şort mayolara geçtik. Şorta daha yeni ısındık ki, bir baktık millet bu markalı uzun donlarla denize girmeye başladı… Bu gidiş, gidiş değil. Hakikaten muhafazakârlaşıyor mu acaba dünya?

10 Ağustos 2009 Pazartesi

TRT neden BBC olamaz?



Duygu Kocabaylıoğlu

Radikal'den KEMAL YILMAZ bugünkü (10/08/2009) köşesinde TRT’nin bu seneki Ramazan programları için kalktığı atağın detaylarını vererek kültür sanat okuyucularını aydınlatmış. Yazının tümünü okumayanlar için özetle şunu diyebiliriz ki, TRT’nin Kürt,Türk Orta Asya ve Çocuk açılımından sonra sıra Ramazan açılımına gelmiş. Hemen endişelenmeyin, TRT-İslam’a daha var gibi görünüyor. Ama Yılmaz’ın aktardığına göre bu yıl ki Ramazan programlarının şekli şemali değiştirilerek, cami ve çiçek görüntülerinden oluşan kolajlar yerine daha ‘şık’ işlere imza atılması planlanıyormuş. TRT “bir grup ödüllü sinemacıya ‘oruç filmleri’ sipariş” etmiş. Afiyet, bal şeker olsun şimdiden. Bu sene Çağrı’nın 478. kez yayınlanmasından kurtulduk demek ki!

Bu köşe yazısı bana aylar önce şans eseri seyrettiğim bir programı anımsattı.
27 Ocak 2009 Salı akşamı, TRT'de Tayfun Talipoğlu’nun sunduğu “Nasılsınız?” programında akademisyenlerle ve televizyoncular karşı karşıya gelip TRT’nin ne olması gerektiğini, zamana nasıl ayak uydurması gerektiğini, masraflarının vatandaştan alınan vergilerle karşılandığı bir devlet kurumu, bir kamu kurumu olarak, her vatandaşa karşı hangi sorumluluklar altında olduğunu tartışmışlardı. Tahmin edebileceğiniz üzere akademik kanat (her ikisi de gazeteci ve öğretim üyesi olan Haluk Şahin ve Esra Asan) TRT’nin yayın standardının yükseltilip, modern yayından sadece popüler kültürün anlaşılmaması gerektiğini, TRT’nin daha kaliteli yayınlarla halkın her kesiminden insanlara ulaşması gerektiğinin altını çizmişlerdi. Özellikle Esra Asan’ın “Ben TRT’yi açtığımda karşımda BBC kalitesinde bir yayın görmek istiyorum” benzeri bir cümle sarf ettiğini gayet net hatırlıyorum.

Televizyoncular kanadının ise Tarkan’a milyonlarca para ödeyip, yılbaşı şovu yapılmasını ateşli bir biçimde savunduklarını anımsıyorum. Ya da popüler kültüre ulaşmak amacıyla Sibel Can’a program yaptırılmasını ‘caiz’ gördüklerini. İzlenilir olmak ve özel televizyonlarla yarışmak önce Tarkan şovundan, şimdi de oruç temalı filmler yelpazesinden geçiyor demek ki. Halk bunu istiyor!
Ne menem bir şey olduğunu halen çözemediğim 'halk arzusuna' göre, bu ‘çeşitliliği’ yaratanın, nabza göre şerbet verenin de aynı iktidar erki olduğunu unutmamak gerek. Tutarlılık da son haddinde yani.

Sözümüzü bağlayalım, o zaman TRT neden BBC olmaz? Ya da ne zaman BBC olur?

İktidarlar değiştikçe başındaki yöneticilerin ve kadroların değişmediği, kamu hizmeti yayıncılığının belli ve yüksek standartlarda benimsenip esen rüzgâra göre değişmediği ve ortaya koyduğu televizyon programları uluslar arası diğer kamu kanalları arasında imrenilip, örnek alınacak kaliteye geldiği zaman. Ne zaman bir tarih ya da belgesel dergisi TRT’nin hazırladığı programın CD’sini, büyük reklam yaparak okuyucularına hediye olarak verirse o zaman "TRT, BBC ayarına çıkmıştır", derim.

Aha bu kadar da düz mantıklıyım. Oruç tutmanın faidelerini halka aşılamayı amaç edinmiş bir ‘kamu’ televizyonuna karşı ancak bu mantık işleyebiliyor zira.

4 Ağustos 2009 Salı

Çeşitliliği kutlamak?


Fotoğraf:
© Emine Emel Balcı

Duygu Kocabaylıoğlu

Memeden kesilmesiyle uzun eteğin altına pantolon giydirilerek büyütülmüş kara çocukların diyarıyla, hazır mama yiyerek, kumsalda kıçında hazır beziyle paytak paytak koşturan sarı çocukların diyarı, nasıl olur da aynı toprakları paylaşır…

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Var mısın Y.Ö.K. müsün?



Duygu Kocabaylıoğlu

6 Kasım 96
bu hep aklımda kaldı
Y.Ö.K yani YÖK!
YÖK'ün yıl dönümüydü*


“Y.Ö.K YOK OLSUN” afişini alkışlayalı ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, ama o günden bu zamana, yok olmak bir yana, iktidarın tuttuğu hamur mayasıyla gittikçe güçlenen YÖK’ün, her nesil gençlikte bıraktığı derin travmalar mevcut bu topraklarda. İçinden eğitim geçmeyen deneysel sınav sisteminin travmaları bunlar. Laboratuar faresinden bir farkımızın kalıp, kalmadığını sorgulatan eğitimsiz-öğretimsiz sınav sisteminin son şahanesi, katsayı uygulamasının kaldırılması ve artık “ÖSS Sınavı” olarak bellediğimiz baş belasının tekrar ve tekrar –bilmem kaçıncı kez- ters yüz edilmesi. Ve maalesef gençlerin gelecekleriyle ve hatta kişilikleriyle oynayan tüm bu uygulamaların işlevini ve işlevsizliğini tartışacağımıza, mesele gene imam-hatiplilerin önünün açılmasıyla, laik ve karşıt görüşler arasındaki absürd tartışmada kilitleniyor.

Bravo doğrusu! “Yahu (Bknz: RTE’den alıntıdır.) hasta mısınız siz?”, diye sorası geliyor insanın. Yap-boz tahtası bile sizden daha tutarlıdır! En azından ortaya nasıl bir resmin çıkacağını az-çok kestirebilirsiniz. Yok olmasını umduğumuz YÖK’ün, ki burada kast edilen kapısında YÖK tabelası olan bir bina ve kurum değil bu kafa yapısıdır, kuruluşundan, yani 6 Kasım 1981 tarihinden bugüne kadar, 28 senedir üniversite kapılarına dayanan şanlı Türk gençliği ordusunu ne hale getirdiğine bakın.

2002 senesinde ÖSS’ye girerek ve tamamen kişisel becerilerimle bu saçma sapan sistemden en az mağduriyetle kurtulan bir lise öğrencisiydim. Tabii bunda seçtiğim alanın Yabancı Dil olması da etkiliydi. Pek çok arkadaşım gibi 2-3 yıl değil, sadece son sene dershaneye gittim, o da ayıptır söylemesi test çözmem hızlansın diyeydi. Bugünlerde tercih yapan genç arkadaşları kıskandırmak gibi olmasın ama 'ot' olmaktan çok uzakta, İzmir'in Kordonboyu'nda sevgilimle gezip, tozduğum, arkadaşlarımla içtiğim, pikniğe gittiğim, eğlendiğim, hatta internet cafelere bir miktar servet bıraktığım yıllardı lise sıraları. Sonuçta, olması gerektiği gibi gençliğimi yaşamama rağmen(!), oldukça iyi bir puanla da mezun olduğum bölüme yerleştim. (Şu kısa hayatta övünecek bir zekam var, bırakın da onu kullanayım:)

Öte yandan 1,5 sene İngilizce özel ders aldığımı da belirtmeliyim. Fakat asla salt sınavı geçme amacıyla değil, yabancı dilimin bana ‘ilerde’ meslek olması amacıyla çalıştım o derslerde. (O güne kadar 1 senesi hazırlık olmak kaydıyla 5 sene İngilizce eğitim almama rağmen, sanki sıfırdan, tense'lerden ve clause'lardan çalışmaya başlamam bunun göstergesidir.)


İşte lise öğreniminde gözden kaçan o kocamaaaaaaaaaaaan problem de tam bu : MESLEK! Siz 14-18 yaş yelpazesindeki gençleri yeteneği olduğu ve yönelebileceği meslek grupları olarak ele almaz da, onları 5 şıklı, yüzbilmem kaç küsür ezber sorusuna hapsederseniz; koca lise hayatı boyunca iki satır kompozisyon, ne bileyim bir dilekçe örneği bile yazmayı öğretemezseniz, internet menşe-i olmayan iki satır araştırma, kitap karıştırmaya sevk etmezseniz… Sonra da bu genç, 3 sene boyunca özel bir üniversitenin 1 senelik öğrenim ücreti kadar dershane parası döküp, kapağı bi şekilde üniversiteye attığında önüne gelen ilk boş sınav kağıdına ne yazacağını şaşırır ve “mesaj Türkçesiyle” 'felsfe yararlı 1 blmdr. Sokrts ve Arsto gbi önmli filozoflr vrdr.'** şeklinde cümleler karalar.


Takip eden her yeni nesilde bir adım daha kötüye gidiyoruz. 12 Eylül’ün yarattığı içi bomboş -fakat en azından kısmen meraklı- kafalardan sonra sıra, içi hem bomboş hem de bundan gurur ve mutluluk duyan kafaların üniversite amfilerini doldurduğu günlere geldik. Asıl tartışılması gereken bu içi boşlukken, gene ve gene saplanıp kaldığımız açmaza bir bakın.
YÖK’ü dün aldığı kararlar doğrultusunda şapka çıkartıp, ayakta alkışlıyorum ve biran önce berbat ettiği bu eğitim sistemiyle yok olmasını umuyorum, diliyorum.

* Bulutsuzluk Özlemi - YÖK'ün Yıldönümü
** “Felsefe yararlı bir bilimdir. Sokrates ve Aristo gibi önemli filozoflar vardır.” Maalesef bu sınav kağıdı ve benzerleri gerçektir.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Şincan katliamından ne öğrendik?

Mustafa Kuleli

Çin’in Şincan özerk bölgesindeki etnik çatışma ve Çin devlet güçlerinin gerçekleştirdiği katliam, medya dünyamızın kodlarını bir kere daha gösterdi. Olaylar elbette üzücü ve siyasal anlamda söyleyecek çok şey var. Ama benim derdim yine medyayla:

1- Aaaa soykırım
Normal şartlarda ‘soykırım’ kavramını -herhangi bir bağlamda- ele almaktan kaçınan ve hatta ‘soykırım’ ve ‘Ermeni’ kelimelerini kullanması gerekiyorsa başına ille de bir ‘sözde’ sıfatı koymayı görev sayan medyamız, nedense Şincan’daki olayları hemen ‘soykırım’ olarak niteleyiverdi. Bu ‘soykırım’ denen insanlık suçu, failine ya da hedefine göre değişiyor mu acep?

2- Türkistan tamam ya Kürdistan?
Şincan ne? Özerk bölge. Diğer adı? Doğu Türkistan. E peki Kürdistan ne? O da özerk bölge. Peki, bizim medyamız ne diyor oraya? Kuzey Irak! Hatta Irak’ın kuzeyi(!) Peki, buna ne derler? İki yüzlülük. Etti mi size iki?

3-Akraba?
Uygurlar akrabamızmış. Bu vesileyle bunu da öğrendik. Ancak bu nasıl akrabalık-soydaşlık anlamadım ben. Bu zamana kadar hiç muhabbetimiz yoktu mesela... Tamam, diyelim ki Türkler Uzak Asya’dan geldi ve Anadolu’ya yerleşti. İyi de bizim o Türkler ile ne kadar alakamız kaldı ki? Bu güzel köprüde, bu mühim geçiş bölgesinde diğer milletlere karışmadık mı? Evinizde ayna yok mu? Bir kendinize bakın, bir Uygurlara yahu.

4- Çifte standart
“Türklere insan hakkı yok mu?” “Batı neden sessiz?” Geçen hafta hep bunları duyduk değil mi? Şimdi bu meselenin emperyalist çıkar hesaplarıyla ilgili siyasi boyutuna girmeden, ben bu ‘çifte standart’ feryatçısı arkadaşlara başka bir çifte standart örneği göstereyim: Yahu Türkiye’de Kürtlerin, Alevilerin, Lazların, Rumların hakları ihlal edilirken sesinizi çıkarttınız mı siz? Aynı evde yaşadığınız insanların hakkına, hukukuna tecavüz edip, başka ülkedeki tecavüzcülere kızmak size mi düştü? ‘İnsanlığınız’ sadece Türk ırkına mı?

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Diri diri yaktılar ulan!


Mustafa Kuleli

Geçen hafta Sivas’ta Madımak Oteli’nde katledilen aydınları bir kere daha andık ve elbette bir kere daha, devletin halka karşı işlediği suçları gündeme taşıdık. Demokrasi için mücadele çağrısı yaptık.

Özellikle Sivas’taki anmaya medya yoğun ilgi gösterdi, yapılan özel yayınlarda Alevi-Bektaşi kesimin talepleri dile getirildi. Gazete ve TV’ler bu yıl sanki biraz daha hassasiyet gösterdi Sivas katliamına.

Ancak olayı ve anma etkinliklerini haberleştiren gazeteler arasında biri vardı ki, hayatını kaybeden aydınların yakınlarıyla, sevenleriyle hatta demokrasi isteyen tüm insanlarla adeta alay ediyordu.

Tahmin etmek zor değil, yine Zaman gazetesinden bahsediyoruz. Hocaefendi cemaatinin ılımlı İslamcı, özgürlükçü(!), hoşgörülü(!), yaftalamayan(!) gazetesi…
Bakın nasıl başlıyor haber:

“Sivas'ta 37 kişinin hayatını kaybettiği Madımak Oteli faciasında hayatını kaybedenler karanfillerle anıldı. Güvenlik önlemlerinin üst seviyede tutulduğu kentte, çevre illerden gelen çok sayıda polis de görev aldı. 2 Temmuz 1993'te gerçekleştirilen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nde yangın çıkmış, aralarında otel görevlilerinin de bulunduğu 37 kişi ölmüştü.”

Bu nasıl bir tarafgirlik? Bu nasıl bir suçluluk psikolojisi? Gerçek bu kadar eğilip bükülebilir mi? Gazetecinin birincil görevi yazdığı haberin “doğru” olması değil mi?

Neymiş? Katliam değil, facia imiş.

Neymiş? Birileri insanları yakmamış, yangın çıkmış.

Bütün milletin gözü önünde, tamı tamına 12 saat süren bir katliamdan bahsediyoruz. Devletin müdahale etmediği, hatta denilebilir ki devlet içindeki kontra güçler tarafından tertiplendiği kuvvetle muhtemel bir olay bu… Kabul edin artık şunu. İlla Çarşı grubu gibi “Diri diri yaktılar ulan!” diye bağırmamız mı lazım?

4 Temmuz 2009 Cumartesi

"Hala maaşımızı alamadık!"



Mithat Fabian Sözmen

“Denizlerimiz var güneş içinde;
Ağaçlarımız var yaprak içinde;
Sabah akşam gider geliriz
Denizlerimizle ağaçlarımızın arasında,
Yokluk içinde” *

-Eskiden böyle değildi ya, 10 sene önce böyle değildi. Maaşlar 1 ay aksasa “haydi greve” diye ayağa kalkardık. Şimdi olmuyor ama…

Bu sözler bir otobüs şoförüne ait ve işiteli nerden baksanız 3 ay olmuştur. Aylardır yatmayan ya da düzensiz yatan maaşlarından şikayet ediyordu bir İETT emekçisi.

Her gün işine otobüsle gidip gelen bir insan olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki otobüsler, sınıfın nabzını tutmak açısından bulunmaz mekânlar. Gündelikçisi, şoförü, fabrika işçisi, ofisboyu, beyaz yakalısı… Hepsi, ailesine yahut arkadaşlarına dökemediği işsel dertlerini, dışarıda hiç tanımadığı ama her gün otobüste karşılaştığı “yoldaşlarına” döküverir. Neyse, konumuzdan sapmayalım, her gün sınıfın nabzını tutacağız diye yârüağyara kulak kabartmaktan şoförün söylediklerini unutmuştum. Ta ki bugün otobüse binene ve şoförün omzundaki “Hala Maaşımızı Alamadık” yazılı kartı görene kadar…

Otomatik sürüşe uygun yol olmadığı halde kendi kendine gidebilen metrobüslere sırf kullanamadığınız ve kullanamayacağınız bu özelliği sebebiyle milyonlarca dolar para bayılıyorsunuz ve bu geri zekalılığınızın, oy tüccarlığınızın bedelini “kriz faturası” adı altında emekçilerinize ödetiyorsunuz. Adama okkalı bir küfür ederler Kadir Topbaş, merak etme ediyorlar da! Daha bu sabah duydum!

Kriz, Tayyip Erdoğan ve onun hizmet ettiği çevreleri teğet geçmiş olabilir ama sayenizde emekçileri ezdi geçti. Hayrını görün!

* İçinde(Orhan Veli)

29 Haziran 2009 Pazartesi

İntihar etme, besleyelim!


Mustafa Kuleli

‘Darbeciler yargılansın’ talebini Sağır Sultan’dan sonra, Deniz Sultan’da nihayet duymuş olacak ki CHP bu talebi geçen hafta gündeme getiriverdi. Bunun hemen ardından darbeci Paşa, beni yargılamaya kalkarsanız intihar ederim haa, falan gibi bir şeyler söyledi, kendince meydan okudu.

Gerçi Kamer Genç, “Boşuna milleti umutlandırma. Edeceksen hemen bugün intihar et. Bekleme!” diyerek Paşa’nın havasını söndürdü ama olsun. Paşa yiğitliğine(!) leke sürdürmemek adına bir şeyler gevelemiş oldu işte…

Tabi onun gevelemelerinde ‘ulvi hakikatler’ bulan bazı köşecilerimiz de var. Ertuğrul Özkök mesela… Amiral gemisinin kaptanı, Hürriyet’teki kaptan köşkünde bir yazı yazdı bu konu üzerine. Dedi ki: “Yine aynı teraneler, aynı dolduruşa getirmeler tedavüle sokuluyor. Neymiş, 12 Eylül'ün hesabı sorulacakmış. Yani niyetleri Evren Paşa'yı bu yaşında hapse attırmak.”

Yuh, çüş, o-ha! Niyetimiz yaşlı adamcağızı hapse attırmakmış. Tövbe, vallahi tövbe. Yargılansın diyoruz; hapislerde çürütelim, gebertelim iti, işkence edelim, 1980’de yaptıkları gibi coca cola şişesi sokalım, elektrik verelim, bok içinde yüzdürelim demiyoruz. ABD destekli faşist cuntacı mıyız biz?

Özkök diyor ki; sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu, her gün 15-20 kişi ölüyordu, darbe oldu huzur geldi...

Hakikaten öyleydi değil mi? Yalnız benim aklımda bir soru var: Neden bu Evren Paşa, yıllar sonra "Darbe yapmak için şartların olgunlaşmasını bekledik" dedi, Mehmet Ali Birand’ın sunduğu 12 Eylül belgeselinde? Neydi şartların olgunlaşması? Sokaklarda darbeyi meşrulaştırmaya yetecek kadar ölüm olmamasından neden rahatsız oldular? Daha çok ölüm isteyenler, bekleyenler mi memlekete ‘huzur’ getirdi?

Süleyman Demirel şöyle buyurmuş: "11 Eylül 1980 günü, sıkıyönetime rağmen ülkenin her yerinde oluk oluk kan akıyordu. Nasıl oldu da 24 saat sonra her tarafta silahlar sustu ve her yer sütliman oldu?" Cevabınız var mı ey cuntacı paşalar?


(Yazının tamamı için: http://www.mustafakuleli.com/yazi/intihar-etme-besleyelim)

26 Haziran 2009 Cuma

Adım adım adamlaşma

Tuna Taş

Maddiyatın ağırlığından sıyrılıp biraz hafif bakmak yaşama, algımdaki şeytanı görmezden gelip yudum yudum içmek yaşamı, üstümdeki gereksiz yükten sıyrılmak için çok kez denediğim ve başarıya ulaştığım eylemleri oluş sırasına koyup bir müddet solumak içimi, kokmuş bir yığının içini deşip çekip almak yaşayan suretlerimi, yaşamdan bir kulaçta bulmak varılması farz yönü.

Ruhum koşuyor içimde, yüzümden yüreğime kadar olan kısmım garip bir ısrarla değişiyor, kızarıyor. Bir de sözlerin üstünde limon kıvamında bir ekşime yapıyor ki her konuşmanın sonuna “aslında” ile başlayan yan cümlecikler serpiyorum.

Uzun zamandan beri parmaklarım bir kelimenin yaşamını kurtarmak için çalışmamıştı. Uzun zamandan beri farkında olamamışım bir şeyleri yapmaya başlayıp zevkini almanın. Bir yanım küfürleri basmaya başlamadan, kaç tane yanım olduğunu bilmemişim.

Şöyle gelişigüzel bir çanta hazırlasam, dedim. Büyük yaylalara çıkıyorum, büyük dağlar arasından. Gözüm yeşil yeşil; gönlüm nehir nehir olsa, diyorum. Bu esen yelleri bilsem, adını çıkarsam saksımın çıkınından. Ah bir de müzik, diyorum. Dalga dalga çarpacak kulağıma. “Bu gökyüzünde sen, ben ve yıldızlar” diyebilmeliyim. Çıkıyorum dağlara dağlara, aşıyorum dağları dağları. Küçük küçük ev kümeleri ardından uçsuz bucaksız, sessiz ve de zamansız “ileriler”i sevmek, daha ileri, daha ileri gitmek; daha içelim, daha içelim havasından, suyundan ve de tohurundan bu dağların. Bu dağları çok sevdim. Bu dağlara çok çıktım, çok gezdim bu dağları. Ama ne garip bir yalnızlığı vardır oraların. Tek başınasın, kıçında sallanan eksik ritim bir ege rüzgârı, elinde milyon kere dudağına çivilemiş olduğun nikotin barakası ve saçı sakalı olan bir siluetin mevcut. Oh ne güzel ne güzel, diyor bastığın toprak. Açsan kollarını sarabileceksin sonsuz yaşamı, açsan kollarını değebileceksin yaşama, diyebileceksin yaşadığını. Yayladaki toprağın hafifmeşrep oluşu, kollarında sabahlamışsın sanki, bir o kadar dağınık ve biraz da yaralı. Ama yaralar, yarılanır ve sonrasında sarılır sıkı sıkı. Ah, diyorum da koyvermiyorum kendimi. Çantada yaşanmışlıklar var işte, Sevgilim diyor: “Kaçalım gidelim buralardan…”Hâlbuki kaçıp gitmek için hazırlanan çantayla yanımda götüreceğim her şeyimi. Hafif bir göç budalası kırlangıcın uçuş menzilinde kalacak her şeyim, noktam, virgülüm.

Adım adım adamlaştık işte; her şey işte. Evde kimse yok.

18 Haziran 2009 Perşembe

Ölüm Allah'ın emri?


(Six Feet Under isimli dizinin resmi web sitesinden alınmıştır.)

Duygu Kocabaylıoğlu


Yalnız ve güzel ülkemin bir yanı, mayın tarlasında top sektiren futbolsever siyasetçiler ve o topu taca çıkartmaya çalışan vatanseverler arasında çekiştirildikçe çekiştirilen leş bir sakıza dönmüş. Diğer yanı, sokakta, telefonda, evinde konuşmaktan, orada burada imza atmaktan korkan hale gelen paranoyak bir kesime dönüşmüş. Ekonomik kriz zengin kesimi teğet geçerek, alt ve orta sınıfın böğrüne saplanmış.

Diğer bir ‘taraf’, yaz gelip hava ısındıkça askılılara, kısa şortlara ve elbiselere geçen kadınları hem suçlarcasına, hem de yercesine inceleyen (!) bir tavra bürünmüş. Havaya göre kıyafet değiştirmek nasıl bir kabahatse artık… (Abarttığımı düşünenlere, akbilimden bir Avcılar-Zincirlikuyu Metrobüs yolculuğu hediye ediyorum. ) 85 yıl boyunca tartışılan rejim bir türlü ‘rayına’ oturmadığından öteki işlere bir türlü sıra gelememiş!

İkinci Büyük Ergenekon Destan’ı yazılmış, destanda kendilerine satır satır yer bulanlar isyan ederken, Türkan Hoca’nın yüreği, emeğine yapılan saygısızlığa daha fazla dayanamayarak durmayı yeğlemiş… İşte bu noktada, her zamanki karamsar listemi bir yana bırakıyor ve hayata dair bambaşka bir noktaya geçiyorum. Siz, televizyon haberlerinden ve gazetelerden bütün bu olup bitenleri izlerken, benim dedem öldü. Önce hastalandı tabii, ölümünden üç hafta önce. Ve bugünden tam 1 ay önce de öldü. Vefat etmedi, hayatını kaybetmedi, gözlerini bu dünyaya kapamadı. Öldü. Basitçe. Kulağı tersten göstermek acıyı mı hafifletiyor sanki? Ölmek, herhalde bu hayatta bir insanın yapabileceği en son eylemdir ve dedem de, bu en son fiilini gerçekleştirdi ve öldü. Türkan Saylan kadar ses getirmedi dedemin ölmesi. Sadece onu sevenler için, o günlerin en önemli ve tek ‘gündem maddesiydi.’

‘Nefes yetmezliğinden’, diye rapor tuttular dedem için. Ölümün bizatihi kendisini ben göremedim; göremeyecek kadar uzaktaydım. Ama dedemin ölerek geride bıraktıklarını gördüm.

İnsan bedenini, ruha ev sahipliği yapan bir ‘kabuk’ olarak nitelendirmeyi tercih etmişimdir her daim. İçinde ruhun olmadığı beden artık değersizleştiği için de insanoğlu onu, kendinden mümkün olduğunca hızlı uzaklaştırmaya çalışır. Bir gün, kendisinin de ‘kabuk’a dönüşeceği gerçeği ile uzun süre yüzleşemez. Sevgili dedem de, ki kendisini yazdığım yazılarda buralarda da anmışlığım vardır, geride ‘kabuk’unu bıraktığında, tüm bu felsefik söylemim buhar oldu, uçtu, gitti. Ölümün kendisi değil de, geride bıraktığı karşıma çıkınca dağıldım. Titredim.

İslam dininin ölüm ile yaşayanlar arasına çektiği korku perdesi gerdi beni. Kabuk’a yaklaşım açısından Hıristiyanları kıskandım. Adamlar en güzel kıyafetleri giydirip, makyajlayıp, parfümlerle süslüyorlar o meşhur son yolculuğa çıkmadan önce. Ve seni, cenazene katılan herkesin görmesi normal karşılanıyor. Yani ömrü hayatında on-on beş yakınının cenazesine katılsan, geride kalan o süslü kabuk ile bir o kadar ilişkiye girme ihtimalin var. Dedemi çok seven Hıristiyan bir dostumuz vardı cenazede, sordum ona: Hıristiyanlar ölmüş birisini görmeye daha alışkınlar mı, yoksa biz dizilerden, filmlerden mi öyle olduğunu sanıyoruz? ‘Haklısın’ dedi, ‘biraz daha farklı tabii cenaze törenleri, ailesi isterse bazen açık kalır tabut ve bakabilir gelenler.’

İslamiyet’te ise, ‘bakmasınlar’ prensibinin ön plana alındığını düşünürsek, yaşayan canlılar ile ölen bedenler arasına çekilen sınırlar, insanın tüylerini ürperten o morg ortamı, kefen ve öncesindeki ‘uygulamalar’, ölümü daha zor kabul edilir hale getiriyor. Yani, bence. Bana, öyle oldu. Dedemin geride bıraktığı Kabuk’u en güzel takım elbisesiyle olmasa da, son gördüğüm pijamalı haliyle uğurlamak isterdim. Daha ince detaya da girerdim ama travmamın bu kadarını bile sizinle paylaşmak yeter diye düşünüyorum. Şunu da ekliyim, ben sıkışık mekânlarda kalmaya dayanamam, daralırım. Vasiyetim öldükten sonra yakılmaktı. Şimdi gidip, bunu noter tasdikiyle onaylatacağım. Zira, geride bıraktığım Kabuk’uma yukarıdan baktığımda, onu asla böyle görmek istemiyorum. Kül olurum daha iyi valla.

Bu kişisel yazımı sonlandırırken diyorum ki, dibi çıkmış dünyanın hali ne olursa olsun siz sağlığınıza çok dikkat edin ve sevdikleriniz gün olup öldüklerinde, ‘keşke daha fazla yanında kalsaydım’ demeyecek kadar onların yanında olun. Bir de, yeni aldığınız hiçbir şeyi ‘temiz dursun’ diye bir kenarda saklamayın. Kullanın doya doya, bırakın kirlensin, kırılsın, dökülsün. Dedemin yanında hiçbir şeyi gömemedik, siz de yanınızda götüremeyeceksiniz, haberiniz ola…

Evet son cümle, ‘forward mail’ tandanslı oldu, farkındayım; ama ya onlar haklıysa?

10 Haziran 2009 Çarşamba

Hayaller dünyanıza hırsız girerse


Melike Geçgel

Hayatınızda yapmak istediğiniz her şeyi yaptığınızı ve yapılacak hiçbir şey kalmadığını düşünün. Sayacağım hayaller, hayallerine ortak olduğum insanlardan çalıntıdır. Altı tane dil biliyorsunuz, dünyanın her yerine muhakkak uğradınız, paraşütle atlayıp, okyanusun derinliklerine daldınız ve aşırı sporların hepsini en az bir kere yaptınız. Bir sürü makaleniz ve yayınlanmış kitaplarınız var. Çalışmalarınız tez konusu yapıldı. Üniversitede ders verdiniz. Yaşadığınız ülke dışındaki bazı ülkedeki üniversitelerde fahri doktor unvanınız var. Spor bir arabanız, bir motorunuz, yatınız ve bahçeli bir eviniz var. Bir film setinde bulundunuz ki bu film yazdığınız bir öyküden esinlenilmiş. Fotoğraf sergisi açtınız. Harika bir kadına âşık oldunuz, evlendiniz, çocuklarınız ve torunlarınız oldu.

Hemen hepimiz bunlardan en az bir tanesini ölmeden önce yapmak isteriz. Biliyorum insanların yapmak isteyeceği şeyler bitmez, gerçi bunlara sahip olan bir insanın fazlasını istemesi açgözlülüktür (yuh derler adama, hatta çok fena kıskanılır); fakat hangimiz isteklerimize dur diyebiliriz ki. Elde edemeyeceğimiz ya da yapmamızın mümkün olmadığı hayallerimizi de yapılabilir düzeye indirmekte çok başarılı bir tür olduğumuz aşikârdır. (Diğer türlerin hayalleri olmadığını nerden çıkardınız ki!) Sanki hayallerimiz olmazsa yaşayamayacakmışız gibi. Düşünün hayal dünyanıza bir hırsız girdi ve size hiçbir şey bırakmadı. (Bu cümleden bu hırsızların yakalanabileceği düşünülüp de ahlak masası gibi hayal hırsızlığı şubesinin de gerekli olduğu düşünülmesin. Hiçbir yetkilinin bilgilerine…)

Önce sadece hayatta kalmak ve zorunlu ihtiyaçlarımızı gidermek üzerine kurulmuş planlarımız vardı. Her geçen gün, daha dün duyduğumuz bir şeyden hareketle oluşturduğumuz planı uygulayamadan yeni hayallere sahip oluyoruz. Ve bana öyle geliyor ki bunlar adı gibi hayalin ötesine geçemiyor. Çevremdeki insanların her planına yetişmiyorum. Hatta bazen bakın ikinizin de planları aynı aranızda iş bölümü yapın dememek için zor tutuyorum kendimi. Bazen de başkalarından duyduğum bir plan gibi sanki benimmiş gibi geliyor. Isınıyorum bu yeni hayale ya da öyle sanıyorum, sanıyorum çünkü bir diğeri gelip çabucak ayartabiliyor beni. Her yeni güne yeni hayallerle uyanmak zaten 1 – 0 yenik olduğumuz hayata penaltı düdüğü çalıyor.

Neden sadece hayatın akışına ayak uydurup, karşımıza çıkan şeyleri yapamıyoruz. Mesela neden tatile sadece gitmek yerine, aylar öncesinden plan program yapmaya başlıyoruz. Nereye gidilecek, neler görülecek, ne yiyip ne içilecek, nerde kalınacak ve sair. Bunların yerine neden yorgun uyandığımız bir sabah bir iki giysiyi ve cüzdanımızı bir çantaya atıp yola çıkmıyoruz. Aylar öncesinden plan yapıp ya da hayalini kurup öyle yola çıkmayı nerden öğrendik? Ki bu yolla yapılmış tatiller genelde sıkıntıya yol açar. Dalacaktım ama daha çamur banyosu yapacaktım, bütün kış bunu bekledim ben ya, gibi uzayası olan cümlelerle dönülür genelde böyle tatillerden. Ve yaşanılan bu “hayal kırıklığı” bir süre sonra unutulur, öyle olmalı çünkü başka bir tatil planı yapılmaya çoktan başlanılmıştır.

Bu örnekleri arttırmak hayal dünyanızın genişliğine bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Ben bir süre önce hayal hırsızlarıyla anahtar teslim töreni düzenledim. (Ne yani yıllardır biriktirdiğim hayallerimi davul – zurna olmadan mı bırakacaktım.) 24 yaşındaki bir insanın hayallerinin taşınmasının uzun zaman alacağını ama bunda korkulacak bir durum olmadığını, yaşama şansımın yüksek olduğunu söylediler. Hayalsiz, plansız fakat umutlu, mutlu, şimdinin önemli olduğu günlerde tekrar görüşmek üzere. Beni özleyin anacığım! (Olacak O Kadar tekrar başlamış, telmih olsun diye, şey, ıhmm…)

8 Haziran 2009 Pazartesi

Kalan olmak


Melike Geçgel

Ben bu aralar zaman zaman kör, bazen sağır, nadiren de lal oluyorum ya da olmayı seçiyorum. Bu yazıyı yazabilmek benim için zor olsa da bazı duygular kelimelere aktarılınca hafiflersiniz ya o anı bir süre de olsa yaşamak için deniyorum.

Hayatımızda bazen “benim başıma asla gelmez” dediğimiz ya da olacağını bildiğimiz ama bilinçaltımızdan çıkmasına izin vermediğimiz durumlarla karşılaşırız.

Kör olduğumuzu zannederiz bazen. Öyle bir duygu ki, her şeyi görürüz görmemezlikten geliriz özel bir çaba harcamadan. Ömrümüzün geri kalanını uyuyarak geçirmek isteriz. Hayat bizi içine dâhil etmeden devam etsin deriz. Güneş doğmasın ya da doğuyorsa batmasın. Gelişiyle mutlu ettiği insanları gidişiyle yetim bırakmasın. Çünkü ben en çok güneş gidince anlarım değerini. Gece yalnızdır, acıtır ve bu yüzden geceleri düşünürüm. Düşünürken anı yaşamayı unuturum. Geceler geçmişimi ve geleceğimi çalar. En güzeli görmemektir zamanı. Zamansızlığı ve sonsuzluğu yaşamaya bırakabiliriz kendimizi. Mekânsızlık ve evreni vücudunla bir yapmak… Bazen de sağır olmanın dayanılmaz hafifliğini hissederiz. Kuş cıvıltılarını, denizin kıyıyı yalayan dalgalarını, rüzgârda fısıldaşan yaprakları, mekân kavgası yaparken ağlıyormuş gibi çimkiren kedileri, hayatın devam ettiğine dair hiçbir imareyi duymayız. Ki bu da gidenlerin ardından kalan olma halinin ağırlığını alır üstümüzden.

En zor olanı da lal olma durumudur. Kapıyı çalmadan, kendiliğinden gelir. Aslında siz kendinize bazı cevaplar vermek istersiniz, neden ve niçinleri bulmaya çalışmak, kendinizden ve çevrenizdeki insanlardan yardım beklersiniz, tek bir kelime bile ilaç olabilirken, lal oluruz. Belki de normalde düşük çeneli bir insan olduğum için en çok lal olmak zoruma gidiyor. Her şey ve herkes sizinle birlikte susar. Arkadaş toplantılarında hep bir ağızdan konuşan arkadaşlarınız gözlerini yere diker; öğütleriyle hep yanınızda olan aile büyükleriniz çocuk kimliklerine bürünür, yüzünüze bile bakamaz. Herkesin yüreği sizinle çarpar ama ilaç olmaya yetmez bu. Kelimelere ihtiyaç duyarsınız. Bilinmeyen bir boşluğa haykırırsınız, size öyle bir kelime söylesin istersiniz ki her şeyi bir anda anlamlaştırsın. Bir anlam ararız neyi çözeceğini umursamadan. Ateşin neden düştüğü yeri yaktığını anlamak olsa da…

“Sizin hiç babanız öldü mü benim bir kere öldü kör oldum”… Benim babamda bir kere öldü ve tüm duyularımı kaybettim. Kaybolmak istedim. Adım unutulsun, yüzüm unutulsun istedim. En büyük acılar içinde kıvranarak buharlaşmak, sonra bir damla olup, yeryüzünde sevdiklerinin ardından kalan durumundaki damlalar deryasına karışmak… Sanırım babasını kaybedenler aynı şeyi yaşıyor ya da aynı duygular çerçevesinde gelişen laflar etmek istiyor.

Bu şiiri ilk okuduğumda Cemal Süreyya için üzülmüştüm. Nasıl bir duyguyla böyle dizeler yazdığını düşünmek bile onun için üzülmeme yetmişti. Ya da hep yaptığımız gibi kendimi istemeden yerine koymuş ve aslında kendim için üzülmüştüm. Başkaları için üzülmenin aslında kendin için üzülmek olduğunu şu an anlıyorum. Bu yazıyı okuyanlar benim için üzülmesin. Neler yaşadığımı düşünmesin. Ne kadar benzer olsa da yaşanacaklar herkes kendi acısını taşıyabilmeli. Kendini belki de acısıyla sınamalı. Belki de sıcak bir dost sesinden “Hayatının en karanlık dönemindesin. Ama gecenin en karanlık anı hava aydınlanmaya başlamadan hemen öncesindeki tan vaktidir. Sen de şu an böyle bir durumdasın. En güzel aydınlıkları beraber yaşayacağız” gibi teselli kuvveti çok yüksek bir laf duyarsınız.

1 Mayıs 2009 Cuma

Gözümüzün gördüğüne yüreğimiz inanmak istemiyor mu?

Elif İnal

Berlin Kreuzberg'deki Türkler ile ilgili bir belgesel izlemiştim. Oradakiler 'Turistler buraya hayvanat bahçesine gelir gibi geliyorlar' diyorlar, çok fazla sinirlenenleri de tur araçlarına taş atıyorlardı. Neden attıklarını bilmeyen biri 'Barbar Türkler, saldırganlar' diyebilir ama ben de diyorum ki 'Yaptı ama hele bir sor neden yaptı?' Ben her gün bu muameleyle karşılaşmıyorum ama Mardin'de elime biri bir taş tuttursaydı Cemil İpekçi'ye fırlatıverirdim. Tabii 'Cemil Bey çok önemli bir iş yapıyorsunuz burada, öncüsünüz' diyen 'hanımlar' beni linç ederdi muhtemelen. Cemil İpekçi'nin kalkıp Mardin'e gitmesi ve Moda tasarım okulu açmasına belki siz de 'Adam başkaları için bir şeyler yapıyor, bravo' diyor olabilirsiniz ama ben hemen gördüğümü anlatayım: Mardin'in en güzel konaklarından birinde etrafına kadınları toplamış, tahta benzeyen işlemeli bir sandalyede oturmuş, aynen şöyle diyor; 'Çocuklar sokakta boş boş koşturacağına buraya gelsinler, bir işe yarasınlar'. Çocuk olmanın güzel yanı sokakta koşturabilmek değil miydi, 'Cemil Bey'e kızları birkaç yıl önce içeri soktuğu için şükran mı duymalıyız?

Cemil İpekçi 'Mardin çok medeni, çağdaş bir yer, hoşgörünün yeri' diye devam ettikçe sinirim tepeme çıktı, 'Oryantalizmin dibine vurduk' deyip Mardin'in dağına taşına vurdum kendimi. Mardinliler de Mardinle 'dinlerin kesiştiği yer, hoşgörünün memleketi' diye övünüyorlar ama Midyad'daki adamın 'Baskıdan kaçtık İsveç'e, doğruyu söylemek gerekir' derken yüzündeki ifade ve annesinin elimizi tutup yarı Arapça yarı Türkçe, gözleri dolu dolu 'Benim oğlanlar da Almanya'da' demesi çok daha fazla etkiledi beni.

'Buraların dokusu çok güzel, insanları da çok misafirperver' demekle olmuyor, eğer onların yaşadığına zıt bir şekilde yaşamaya çalışırsanız, oralarda rahat edip barınabilir misiniz acaba? Küçük şehirler başta insana güzel geliyor da komşuluğun, yardımseverliğin, dayanışmanın ötesindeki gerçekliği görmeyince Cemil İpekçi gibi 'Ah şu Mardin'de turistlerin eğlenmesi için bir de içki, eğlence olsa' der, otururuz. Çünkü orada, İstanbul dışında birçok başka şehirde olduğu gibi, hayat İstanbul'dakine hiç benzemiyor. Hatta orada yaşayan birçok insan, İstanbul'u kötülemekten kendini alamıyor, İstanbul'u ahlaksızlığın, yozlaşmışlığın, hırsızlığın yeri olarak görüyor çünkü oralarda farklı bir algıyla yaşanıyor.

Güneydoğu şehirlerinde bana garip gelen, rahatsız eden militaristik her şey, orada yaşayanların muhtemelen artık dikkat bile etmedikleri şeyler. Dağlara kazınmış 'Ne Mutlu Türküm Diyene' yazılarıyla, jandarmanın 'rutin kontrolleri'nden sonra Taksim meydanına geri dönünce 'Dalgalanan bu şanlı bayrak burada hep var mıydı, yoksa benim şimdi mi dikkatimi çekiyor?' diye uzun uzun düşündüm. Öyle farklı, öyle askerle içiçe bir hayat var ki Güneydoğu'da, bu, insanların tutumundan dile kadar her şeye yansıyor. Mesela Mardin’i gezerken, kalabalık bir grup olduğumuz için kafeden çıkmaya çalışan kızlar bizim geçmemizi beklemek zorunda kaldı. Beklediler beklediler sonunda 'Selama durmuş gibi olduk' dediler. Aralarında küçük bir espriydi, yaptılar geçti. Ama biz uzun uzun düşündük üzerine neden bu kelimeleri seçtiler diye.

Önce Mardin'de engelle karşılaştık 'Kaleye çıkamazsınız, orası askeri bölge' dediler. Diyarbakır'da da dışarı her çıktığımızda askeri lojman yanından yürümek zorunda kalıyorduk. Girişin kapısına gelince de şöyle bir uyarı çıkıyordu karşımıza: 'Dur! Farlarını söndür. Araç içindeki ışığı yak'. Tellerle, kameralarla çevrilmiş askeri bölgeler çok rahatsız ediyordu beni, hatta askeri lojmanın etrafında akşam koşusuna çıkmış 'Beyaz Türkler' de… Ama Diyarbakırlılar bütün bunlarla iç içe yaşamak zorunda kalmaktan taktikler geliştirmiş gibilerdi. Mesela, biz ne zaman bir yere girsek, internet kafe ya da dolmuş gibi, kendi aralarında Kürtçe konuşan herkes bizim konuşmamızı duyunca Türkçe konuşmaya başlıyordu. Önünden geçtiğimiz bir büfe de bunu ticarete dökmüş, büfenin girişine ilan asmıştı: 'Öğrenciye ve askere %20 indirim yapılır'

Diyarbakır'ın Şehitlik, Hastane, Cezaevi duraklarına giden dolmuştakiler 'Cezaevi' adını görünce bizim gibi irkilmiyorlardır her seferinde. Ama Mardin'deki Ahmet Kaya kartına ben sadece bakarken yanıma gelip 'Buraya da gelmişti, şuramda işliyor hala' diye göğsünü tutan yaşlı adama da Ahmet Kaya'nın temsil ettikleri, benim tahmin bile edemeyeceğim şeyler ifade ediyordur.
Cemil İpekçi bakışını bırakıp, o şehirleri kendi görmek istediğimiz gibi değil de oldukları gibi görmek mümkün olabilir mi? 'Çok geliştirmişler kendilerini, bravo' ya da 'Ay çocuklar pis suları içiyor' demek zorunda mı birileri illa ki?

20 Nisan 2009 Pazartesi

Öfke, hırs ve intikam ya da Zaman


Mustafa Kuleli

“Zaman sadece birazcık zaman / Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam”Sezen Aksu’nun Gidiyorum şarkısı böyle başlar… Geçen gün Zaman okurken birden mırıldanmaya başladım bu şarkıyı. İnsan beyninin oyunlarından biri işte… Memleketin en ‘hoşgörülü’ gazetesi olduğunu iddia eden, “Yaftalamadan düşün” sloganıyla reklamlar yapan, her fırsatta basın etiğinden dem vuran Zaman gazetesinde tam da bunları görmüştüm:

Öfke, hırs ve intikam.

Her sayfadan, her köşeden akıyordu. Vakit gazetesinin ayan beyan çirkinlikleri, biraz daha üstü kapalı, usturuplu, soslu bir halde, azıcık estetize edilerek sunuluyordu bu yayında.
Yanlış anlaşılmasın, Ergenekon soruşturması başlamadan önce de böyleydiler, Türkan Saylan’ın evi aranmadan da.

Yani Gülen cemaatinin merkezi yayın organı Zaman’ın demokratlığı, özgürlükçülüğü, ‘hoşgörü’sü sözde idi, sahte idi. Gazeteyi dikkatle takip edenler bunu zaten görüyordu. Şimdi bu gerçeği görmek ve göstermek için bir vesilemiz daha oldu.

Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile başlayalım. Hazret, 20 Ocak 2009’da şöyle bir şey yazmış mesela:

“Hain plana bakar mısınız siz! Biraz para vererek Gülen hakkında şahitlik yapacak adam aranıyor. Alçaklar diye bahsettikleri iki ismi aslında hatırlarsınız. Serhat ve Eyüp dedikleri gençleri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt yalancı şahitliğe zorlamış, Ceviz Kabuğu denen illüzyonist bir programda düzmece yayın yapılmıştı.”*

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt” Breh breh breh… 70’lerde “Moskova bağlantılı” diyorlardı, şimdi “PKK bağlantılı” diyorlar. Dikkatinizi çekerim, demokrat gazetenin Genel Yayın Yönetmeni bunu yazan. Hem de Ocak ayında. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) yapılan operasyondan üç ay önce.

Bir tane daha:

“ÇYDD, bölücü hareketleri güçlendiriyor” bunun başlığı.** 3 Ağustos 2006’da yazılmış. ÇYDD’den istifa eden ve Ergenekon iddianamelerinde de adı geçen Asuman Özdemir adlı bir kişinin iddiaları var haberde:

"ÇYDD, İstanbul'a sadece Güney ve Doğu Anadolu'dan kız öğrenci getirip okutuyordu. Neden Edirne ve Muğla gibi diğer illerden kız öğrenci getirmediğimizi yönetime soruyorduk. Çünkü oralarda daha zor şartlarda okuyamayan kızlarımız vardı. Ama sorularımıza yanıt alamıyorduk. Zamanla ÇYDD içinde bazı şeyler açıktan açığa konuşulmaya başlandı. İstanbul'a getirilen öğrenciler içinde yakınları dağlarda terörist olanlar olduğu konuşuluyordu.”

Haber kaynağı Asuman Özdemir, ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan'a konuyu sorduklarını; ancak yanıt alamadıklarını söylüyor ve devam ediyor:

"Bugün DTP binalarında erkek üyeden çok genç kızlar var. Orada bilgisayar başında genç kızları görürsünüz. Nereden öğrendiler bunları? Son birkaç yıldır bölücü örgütün Güneydoğu'da düzenlediği eylemlere iyi bakın. Kadınlar, özellikle genç kızların ön sıralarda olduğunu görürsünüz."

Zaman’ın zihniyetini ne kadar da güzel yansıtıyor değil mi? Bir haber kaynağının iddiaları değil sadece bunlar. Bu gazetenin tarzı, ruhu…

Zaman’ın lügatinde en büyük hakaretler DTP’li, PKK’li, Hıristiyan, Yahudi, Sabetaycı ve solcu olmak. Bu gazetenin alışkanlığı insanları darbeci, anarşist, solcu, terörist, misyoner diye yaftalamak.

Geçen hafta boyunca, ÇYDD’nin PKK’li öğrencilere burs verdiğine dair haberler yaptı Zaman. Soralım o zaman: “Burs alan öğrenciler arasında yasadışı örgüt üyeleri varsa, neden yargılanmıyorlar?” Ortada yargı kararı yokken kişiler ve kurumlar hakkında atıp tutmak ne zamandır gazetecilik sayılıyor?

Yoksa derdiniz gazetecilik değil mi? Gelin açık konuşalım... 30 binlik bayi satışınızı ve 700 bin ‘abone’nizi konuşalım.

Ha unutmadan, bugün itibariyle sayfa tasarımınız değişecekmiş bir de. “Değişmeyen tek şey gelişim” sloganıyla duyuruyorsunuz bunu da.

Söylemeden edemeyeceğim:
Bu kadar kirlenmişken “yüzünüz”, beyhude bir çaba gibi geldi bana.


* http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=805615
** http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=321874

13 Nisan 2009 Pazartesi

Eğlen-me savaş




Mithat Fabian Sözmen

Hayatı belli kalıplara sıkıştırmak, kurallara boğmak, gerekli ya da gereksiz bir resmiyete sokmak için bitmek tükenmek bilmez bir azmimiz var. Hep bir tabur intizamı, devlet dairesi sıkıcılığı ve kendimizi güvende hissetme konformistliğinin peşindeyiz. Sokakta yürürken kendi kendine gülenleri sevmiyoruz; dalga geçiyoruz onlarla. Hani Orhan Veli demiş ya "sokakta giderken, kendi kendime/ gülümsediğimin farkına vardığım zaman/beni deli zannedeceklerini düşünüp/gülümsüyorum..." Aynen öyle. Tek başına gülmek, ayıp ve saçma. Yahut şarkı söylemek, kendi kendine konuşmak. İnsan yalnız başınayken sıkıntılı sıkıntılı yürümeli ve susmalı! Bizlere bu öğretildi "sıkıcı ve emniyetli dünya 101" dersinin abc'sinde. Bu davranış geleneğinin bireysel olduğuna inanmıyorum. Genetik kodlarımızda sıkıcılık aşkı kazılı olamaz. Fakat otorite diye bir şeyin ruhu varsa eğer mutlaka sıkıcılık tanrısının emrindedir. Buna eminim.

"Devletin olduğu yerde baskı mevcuttur." Amin! Bu sebepten "sistem"'in otoriterliği dünyanın neresine gitseniz aynı. Yerleşik her yapıda, kurumda, organda bu sıkıcı ve otoriter sistemin ahtapot kollarına takılmak mümkün. Dünyanın en eğlenceli işini yapıyor yahut izliyor olalım, o aktivite bir kez sisteme entegre oldu mu kaçınılmaz "sıkıcılaştırma" mafyasının kontrolü altına girdi demektir. Cık cık'çı teyzeler, eli coplu polisler, linççi gençler, tükürgen orta yaşlılar... Sivili, resmisi hepsi kolluk kuvveti, hepsi emniyet sübabı. "Sıkıcılığı sağlayacağız, elimizden uçan, kaçan dahi kaçamaz." Bu, onların her sabah okulda okudukları kutsal ant gibi bir şey.

Spor da bu sistemin etki alanına dâhil elbette. Saha içindeki mücadelenin bize git gide daha yapay gelmesi sadece nostaljisever oluşumuzdan mı? Yoksa bunca saha dışı elin etkisiyle sporlar, o en can alıcı özellikleri olan otantikliklerini mi kaybediyorlar?

Pazar günü iki büyük maç vardı. Biri "yüzyılın derbisi" Galatasaray-Fenerbahçe, biri NBA'de Doğu Konferansı'nın playoff'lar öncesi son "mesaj" maçı Cleveland Cavaliers-Boston Celtics. Bu 2 maçtan ve Pekin 2008 Olimpiyatları’ndan farklı kareler, medya yorumları ve taraftar izlenimleri aktararak meramımı açıklamaya çalışacağım.

ARDA SEN METİN GİBİ OL AMA ÖNCE FENER'İ...

Öncelikle bizim maç, yani koca derbimiz, saha içi mücadele açısından tam bir rezaletti. Mücadeleden keyif almamızı sağlayabilecek tek bir an bile yoktu ama asıl merak ettiğim şu: Derbi heyecanıyla tribünleri ve ekranları dolduran milyonların öncelikli derdi maçtan keyif almak mıydı yoksa Emre Belözoğlu'na küfretmek mi? Cidden soruyorum ya niye taraftarız? Futbol takımlarıyla niye aşk yaşıyoruz? Eğlenmek yahut iyi vakit geçirmek için mi yoksa küfredip, kırıp dökmek için mi? Maçın son dakikasında kırmızı kartlar, yumruklar, küfürler gönlümüzü eyledi mi? Bir derbiyi büyük yapan öğeler nedir? Belli ki bizimkinin "dünya derbisi" olma sebebi içerdiği şiddet katsayısı.

Arda Turan'a herkes kızgın. Böyle davranarak Metin Oktay olamazmış. Ne Metin Oktay'ı yahu? Adamın Metin Oktay olmasını istemiyorsunuz ki. Maça küfretmek için giden bir insan Metin Oktay üzerine edebiyat parçalama hakkını kendinde nasıl buluyor? Senin futbolu takip etme sebebin Metin Oktay tarzı sporcular değil ki! Ha bir de şu var, Metin Oktay bugün yaşasa Metin Oktay olabilir miydi acaba? Bir yanda, Lacan'cı konuşursak "Büyük Öteki" yani sistem, onun güdümünde sporcuları "entertainer" değil "warrior" olmaya sürükleyen medya, onun da yönlendirdiği taraftar kitleleri. Bu ortamda Metin Oktay'ın, Metin Oktay olmasına izin verilir miydi zannediyorsunuz? Futbol hala eğlenceyken Metin, Metin'di. Futbol bu haldeyken de kusura bakmayın ama Arda, Arda. Sabri'yi alkışlayan, "Sabri Emre'nin anasını ..." diyen hiç kimse ağzına Metin Oktay'ı alıp edebiyat parçalamasın, komik hatta iğrenç oluyorsunuz.

OLİMPİYAT ROBOTU

Daha önce de alıntılamıştım, Daniel Boorstin'e göre sporları seviyoruz çünkü 20.yüzyıl insanı ancak onda yüzde yüz gerçek, spontane ve tekrarı olamayacak anlara olan amansız açlığını tatmin edebiliyor. Bireysel olarak baktığımızda bu doğru fakat sistem, otorite, tekillerle ne kadar aynı fikirde orası tartışılır. Usain Bolt, Pekin'de insanoğlunun sınırlarını yeni bir boyuta çekerken yarışın son 10 metresinde profesyonelliği (ya da sıkıcılığı mı demeliyim) elden bırakıp sevinmeye başladığı için Olimpiyat komitesi başkanı Jacques Rogge tarafından kıyasıya eleştirilmişti. Bolt'u, sevincini, heyecanını gizleyemediği için eleştiren Rogge, onun rakiplerine ve "olimpiyat ruhu"na saygı göstermediğini iddia etmişti. Hiçbir sporcudan böyle bir yakınma gelmezken olimpiyat komitesi başkanından bu sözlerin gelmesi şaşırtıcı mıydı? İnsanların eğlenmesi, gülmesi, iyi vakit geçirmesiyle tarihsel olarak problemleri olan totaliter bir kurumun başkanından böylesi bir yorumun gelmesi ben gibi düşünen insanlar için gayet normaldi. "Olimpiyat ruhu"ymuş. Dünyanın en sıkıcı ruhu olsa gerek bu bahsedilen ruh. Oldu olacak olimpiyat robotu diyelim adına da.

SEKİZİNCİ GÜNAH: EĞLENME

Bizim dillere destan derbiden sonra sıra Cleveland-Boston maçındaydı. LeBron'un önderliğinde ligin tozunu atan Cavs, Garnett'ten yoksun Boston'ı 31 sayı farkla mağlup etti. Bu senenin saha içi ve dışında en eğlenceli takımı olan Cavaliers, her zaman olduğu gibi galibiyeti kenarda renkli davranışlarla kutladı. LeBron klasik gitar çalma rutinini yaptı, dans ettiler, hayali aile fotoğrafları çektirdiler. Eğlendiler yani. Cleveland maçlarını takip edenler için yeni görüntüler değildi bunlar. Evlerindeki her maçta aynı gösterileri yapıyorlar. Maçı NTVSPOR yayınlıyordu. Ve otorite bu kez de medya kılığında iş başındaydı. Murat Kosova ve Kaan Kural kızgındı. Bir takım galibiyetini nasıl böyle kutlayabilirdi? Rakibe saygısızlıktı, amatörceydi, ayıptı vs. Bir takımın eğlenmesini rakibe saygısızlık olarak okumamız öğütleniyor bize medya tarafından. Çünkü adamlar "savaşıyor", oyun oynamıyor. Savaşta eğlence olmaz. 2.Dünya Savaşı’nda, Allah'ın Stalingrad'ında bile eğlence olur (bkz: enemy at the gates), spor savaşında olamaz. Cık cık cık büyük saygısızlık. Böyle yorumları dinlediğim zaman cık cık'çı teyzeler aklıma geliyor. Murat Kosova dün onların erkek versiyonu gibiydi. "Eğlenmek", ne büyük günah!

Kurumlar, medya ve hepsinin ötesindeki yüce otorite, spor gösterilerini yapaylaştırıp, otantikliğini öldürür başka bir deyişle onların bizi eğlendirme kapasitesini minimuma indirmeye çalışırken emek döktüğü ve para kazandığı işi hafife alabilen "entertainer"'lar çağımızın nadide elmasları haline dönüşüyorlar. O yüzden Usain Bolt'un 9.59 koşabilecekken 9.69'da kalmasını umursamadım hatta onun yarış henüz devam ederken başladığı sevinç gösterisi yüzünden fazladan bir heyecana bile kapıldım. Yine o yüzden dün Cleveland ve LeBron'un "zararsız" sevinç gösterilerini yadırgamadım ve "yüzyılın derbisinde" yaşanan her şeyden nefret ettim. Eğlencemizi öldürüp ondan Roma'daki gibi bir savaş yarattılar. Şimdi de savaşanları savaşarak izlememizi istiyorlar. Roma'da bile bu kadar ileri gidilmemişti.

11 Nisan 2009 Cumartesi

Festival'de değişen birşeyler mi var?

Elif İnal

Malum festival dönemindeyiz yine… Taksim meydanındaki “Eli kanlı Obama, ülkemizden defol!” sloganları arasından sıyrılarak geçen, moda haftasından fırlamış tipler hızlı hızlı festival sinemalarına doğru yol alıyor. Zaten bu aralar Taksim’de, elinde bilet koşan tipler görürseniz bilin ki yine filme geç kalan festival tipidir o. Geç kalmaya neden bu kadar takıyorum, ben hiç geç kalmıyor muyum? Kalıyorum tabii ama bu yer bulma meselesi uzadıkça uzuyor, film bir türlü başlayamıyor. Sinema salonlarına devrim mahiyetinde bir önerim var: Numaraları kaldırın! Evet, kaldırın gitsin.

Günlerdir Beyoğlu Sineması'na gidiyorum, bilmeyen biri kendi yerini ciddi araştırmaya girse bulamaz. Koltuklarda herhangi bir numara yazmadığı gibi, 'Pardooon sizin numara kaç?' diye sorsan da bulamazsın çünkü çok komplike bir sistem yapmışlar. Ben yüzyıllardır devam eden sırlarını açıklamak pahasına söyleyeyim, A en arkadan başlıyor, 1 ve 2 en ortada, sonra tek ve çift olarak ilerliyor. Vayy bee!

Bunun yüzünden festival, değiştirilmesi teklif bile edilemeyen kuralından feragat etti: “Filme beş dakika bile geç kalınamaz! Ağlamalar işe yaramayacaktır!” 15 dakika da oldu 20 de, millet en abuk yerlerdeki yerini bulmak için uğraştı, rötar üstüne rötar.

Neyse ben önerime döneyim. Nereden çaldım bu fikri? Tabii ki gözünü sevdiğimin Berlinale - Berlin Film Festivali'nden. 'Koskoca Berlin yahu nasıl bilet bulacağız' diye hayıflanıyorduk, filmden bir gün önce bilet alabildik. Sinemaya gittik, yer gösterici yok. Bir adama sordum müthiş İngilizcesiyle cevap verdi, biraz da güldü ama olsun: 'İstediğiniz yere oturabilirsiniz'.

Peki, şimdi can alıcı noktası geliyor; bizde bu sistem yürür mü? Moda haftası tiplerimiz, numaralar kalksa birbirini ezer mi film uğruna? Geçen günkü filmde 'arkanıza yaslanır mısınız' uyarısını alan, 'Yaslanmazsam ne olur!!! Çıkışta dövecek misiniz?' diye bağıran 'femünüst abla' istediği yere geçerken sorun çıkartacak mı?

Ya da daha önemlisi, ben yer göstericinin işini elinden almakla suçlanır mıyım bu yazdıklarımdan sonra?

Attila İlhan ve Ahmet Kaya: "Namlı masal sevdalıları"


Mithat Fabian Sözmen

Ahmet Kaya diskografisi üzerine kapsamlı bir çalışma yapma fikri her zaman aklımın unutkan ve çekingen köşelerinde saklanır durur. Ahmet Kaya müziği deyince uzun soluklu, inişli çıkışlı, tatlı sert ama illaki muhalif bir kariyeri ve yüzlerce eseri mevzubahis ettiğimizden, işimiz eğlenceli ama bir o kadar da çetrefil. Kaya'nın Türk şiirinin kalburüstü isimlerinin yansımalarını taşıyan 200'ü aşkın eserinde amiyane tabirle boş şarkı bulmak güç iştir. Kimler yok ki; Hasan Hüseyin Korkmazgil, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Ülkü Tamer, Nevzat Çelik, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Orhan Veli, Ali Çınar, Yusuf Hayaloğlu, Orhan Kotan, Yılmaz Odabaşı, Enver Gökçe hatta Mehmed Akif Ersoy. Fakat ben ilk olarak Attila İlhan'ın Ahmet Kaya müziğine olan etkisini incelemek hevesindeyim.

Attila İlhan ve eserleri benim için Türk edebiyatının film noir'ı gibidir. Onun her yapıtından buram buram 1950'ler, İstanbul, "femme fatale" kokuları yayılır. Müthiş bir imge üstadı ve kalemşör olmasının yanında sinematografik de bir dili vardır. Özellikle romanlarında kalemini bir kamera, hatta bir aksiyon kamerası gibi kullanmayı çok iyi becerir. Her dizesinde Paris sokaklarında fink atan Mehmed-Ali'yi, Troçkist Hernandez'i, Fatih'ten Unkapanı'na koşuşturan gazeteci Mehmed Ersoy'u hissederim ve tabii İstanbul'u da. Binbir dili konuşur: argosundan, devrimcisine, fahişesinden, burjuvasına... Bukalemun gibi bir üsluba sahiptir. Ve bu çok yönlü üslup Ahmet Kaya şarkılarına da yansımıştır.

İlhan'la Kaya'nın ilk buluşması An Gelir albümünde olur.(ki 86 tarihli albüm Kaya'nın 4.albümüdür) An Gelir, Lili Marlen Türküsü, Sen İnsansın, Haçan Ölesim Gelir, Tut ki Gecedir, Acı Ninni, Hiçbir Şeyimsin, Rinna Rinna Nay, Böyle Bir Sevmek, Cinayet Saati ve elbette ki Mahur bir çırpıda aklıma gelen eserleridir ikilinin.

İlhan ve Kaya çok farklı hatta zıt sınıflardan, köşelerden gelen iki isim. Bu sebepten de sanatsal birliktelikleri çok önemli. Acı Ninni, Tut ki Gecedir, Cinayet Saati gibi şarkılarda İlhan'ın o "film noir" tarzını ve İstanbullu dilini birebir hissetmek mümkün. "İstanbul uyusun / Fatih uyusun / Karagümrük uyusun / Atatürk Bulvarı'nda rüyalar büyüsün" derken Ahmet Kaya, ben onun dibine kadar Kürtçe Türkçesi'nden bir İstanbul hikâyesi tadı alabiliyorsam elimde bir elmas var demektir. Bu hem şairin, hem de müzisyenin gücünü betimlemesi açısından önemli. Bana göre sanatçı eserlerinde yorumunu konuşturabilmelidir elbette ama bir şiiri besteler ve icra ederken ona kendinizden bir şeyler katıp özünü de tam manasıyla koruyabiliyorsanız size "dahi müzisyen" demek çok da abartılı olmaz. Hele ki İlhan-Kaya örneğinde olduğu gibi farklı sınıflardan yahut etnik kökenlerden geliyorsanız.

Kuşkusuz bu uyuşmanın bir de ortak paydası var o da sosyalizm ve toplumcu sanat anlayışı. Attila İlhan -ki en solcu dönemlerinde bile Mustafa Kemal'e olan hayranlığını gizleyememiştir- siyasi görüşü sallantılı da olsa toplumcu sanat anlayışına olan meyilini hiç kaybetmemiştir. En sembolik çalışmalarında bile bunu ön planda tutar. (Mesela "5 dakika bekle git") Keza Kaya da su katılmamış bir komünist değildir. Onun da hayatına paranın girişiyle birlikte değişimler gösterebildiğini görmüşüzdür ama o da iflah olmaz bir muhaliftir ve şarkılarında hep bunu yansıtmıştır.

Ne olursa olsun "Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz" (Lili Marlen Türküsü) diyen 2 kişi var karşımızda. Lumpen veya muğlâk olabilir ama verimli olduğu da kesin. "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" ve "Sen benim hiçbir şeyimsin" derken aşkını haykırarak, doyasıya yaşayamayan, birbirinden habersiz bir çoğunluğun sessiz çığlığını dile getirmişlerdir. Bu noktada da ikilinin romantik yanlarına pay çıkarmak lazım ki Attila İlhan'da en sevdiğim yan budur. Bir sanatçı aynı anda hem toplumcu hem de romantik olamaz diye bir kaide yoktur, olmamalıdır. Bu yüzden İlhan'ı kendime yakın bulur ve önemserim.

"Azıcık okşasam sanki çocuktular / Bıraksam korkudan gözleri sislenir / Ne kadınlar sevdim zaten yoktular / Böyle bir sevmek görülmemiştir" Şarkıyı bilenler Kaya'nın neşeli bestesini hemen mırıldanmaya başlayacaktır. Hüzünlü bir hikâyedir aslında "Böyle Bir Sevmek" ama aynı zamanda da rahattır, kendiyle eğlenir. Düşünürsünüz bu sözlere daha iyi bir beste yapılabilir miydi? Cevabı hiç bilemezsiniz belki ama "yapılamazdı be", dersiniz "yapılamazdı!"

Lili Marlen'de, Grev'de, Rinna Rinna Nay'da devrimcilerin ve işçilerin onurlu öfkesini hissedersiniz. "Oy Bilesin ki ben ha / Taş döven demir döven / Oy Bilesin ki ben ha / Toz toprak içinde şanlı / Erken yükseldi feryadım / Grev hakkımı isterim" derken bir taş işçisi bağırır sanki Gesi'den, Cihanbeyli'den. Rinna Rinnan Nay'da ise Egeli, Akdenizli pamuk işçilerini duyarsınız; Gediz'den, Çukurova'dan. "Biz dünyalılar yemin ettik imanımız var / Hürriyet için hürriyet aşkına" dizelerinde ise sosyalizmin evrensel ülküsünü hatırlatır ikili bize; Zagreb'i, Havana'yı.

Ve son olarak "O, mahur beste çalar / Müjganla ben ağlaşırdık" mısraları çalınır kulaklarımıza. Burada da kuşkusuz devrimci hassasiyetlerinin benzeşmesi vardır. "Mahur" Deniz Gezmiş'lerin idamının üzerine yazılmış bir şiirdir. "Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı / Hoyrattı gülüşleri / Aydınlığı çalkalardı"

"Öylelerdi be” dersiniz, "öylelerdi", "namlı masal sevdalıları."