12 Kasım 2008 Çarşamba

Katrana batırılmış memleket ve Türk genci



Duygu Kocabaylıoğlu

Bu memleketin -rahmetli Aziz Nesin’in dediği gibi- %90 aptal mı, yoksa bile bile lades deyip salak ayağına mı yatıyor, anlayamıyorum. En azından şu adamcağızın yıllar önce verdiği bir referans noktası var da, insan ağzını daha fazla bozmadan halkın zekâ seviyesi üstüne kalem oynatabiliyor. Yoksa artık suyu iyice çıkmış olan resmi ve gayr-ı resmi yolsuzluk bazlı sömürgeciliğe, sadece üç-beş gazete bile okunsa yetecek kadar, aklıselim insanı delirtecek türden haberlere, olaylara getirilen tevekkül yaklaşımı, bu yapış yapış kadercilik; halen “Ne de yardımsever insanlar!

Kaç torba kömür dağıttılar…” saflığı -ki bunun adı saflık değil, dilimin varamadığı başka bir sıfat- damarlarındaki asil kandan şüphe eden bir Türk genci yaratıyor.



Çevremde biraz kafası çalışan arkadaşlarım bir şekilde yurtdışı bağlantısı kurup kapağı uzaklara ya attı, ya da atmak üzere. İki ay evvel Avustralya’ya yolcu ettiğim ilkokul arkadaşımsa “En çok şu Ergenekon meselesinin haberlerinden kurtulacağıma seviniyorum.” demişti. Geçen gün feysbuk’ta fotoğraflarını gördüm; Cadılar Bayramı partisinde deli gibi eğlenmişler, kıskandım. Dile kolay 18 sene aralıksız eğitim aldıktan sonra, 9 saat bir ekranın karşısında gözlerim bozularak asgari ücretten biraz daha fazla kazanmaya çalışırken, yurtdışındaki bir Starbucks’ta yarı zamanlı garsonluk yapıp, kahve dolduran arkadaşımın aldığı asgari ücretin benim maaşımdan yüksek olması kafamda ciddi soru işaretleri yaratıyor. Ha bu arada, bahsi geçen arkadaşım üniversite mezunu, hem Türkiye’de, hem Amerika’da daha evvel pek çok iş deneyimi edinmiş ve olabilecek en iyi seçeneğin yurtdışında çalışıp, burada harcamak olduğunu görmüş bilinçli bir bünye. Yanlış da anlaşılmasın. Aynı çiftliğin atlarıyız hepimiz.





Gerçekten bu topraklarda ruh sağlığını koruyarak yaşamak her geçen gün zorlaşıyor. “Üniversitede okuyorum, artık bilinçleneyim” iyi niyetiyle yola başlayanlar için, artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, olamayacak da. Bir kere üçüncü gözünüzü açıp yukardan bakmaya başladıysanız vay halinize! Bu, işin entelektüel dar boğazı.



Bu farkındalığın üstüne, bir de beyin gücünüzün hem özel sektörde hem devlette sömürüye kurban gittiğini gördüğünüzde, insanın kafasını kaldırıp kütüphanedeki kitaplara bakası bile gelmiyor. Hem baksam ne olacak? Ben beyin çürütüyorum, gözlerimi bozuyorum, ‘belki bu ülkeye bu kafanın bir yararı olur’ diye; ama 1 torba kömür benim 18 yıllık eğitim birikimimden daha değerli olabiliyor. Tutup “Bak teyzecim, o yapılan yardımlar öyle sandığın gibi yardımseverlik, zekât falan değil. Bu zaten senin benim cebimden çıkan vergilerle, sosyal devlet denen yapıda devletin sana sunması gereken asgari imkânlar. Elbette bu dispansere tedavi olmaya gelebileceksin, sağlık hakkından ötesi var mı?” dediğimde, aldığım cevap “Olsun olsun, onlar çok iyilik yaptılar evladım bize.” olduğu sürece ben bu memleketin insanlarına hizmet etme aşkıyla dolup taşamıyorum maalesef.



Maalesef, yok bende o ölçüde 1950 romantizmi. Nâzım sadece komünistleri değil, safıyla, cahiliyle, inatçısıyla, dindarıyla, sağcısıyla her kesimden insanı kucaklarken, kafasında bir gün cehaletin en aza indirileceğinin, eşitliğin her bireye benimsetilebileceğinin umudu vardı.İdam sehpasından kaçarken bunun inancı vardı içerisinde. “Bir gün bu halk kendisi için en doğru yöneticileri seçecek…” 60 yıl geçti çizdiği memleket manzarasından bugüne kadar, o gelecek inanca dair bir umut adımı bile atılmamışken; ama cehaletin ve kaderciliğin daniskası demir ağlarla ana yurdu dört baştan örmüşken, kimse kusura bakmasın ben Avustralya’da Cadılar Bayramı’nda eğlenen arkadaşıma elbette imrenirim!



Bu noktada “Ya sev, ya terk et” lafını edenler “Bir toplumu olduğu gibi sevmek zorunda değilim; yanlış gördüğümü değiştirmek için var gücümle çalışırım” alternatifini düşünemeyecek kadar dar kafalı olduklarından, onlara göre bu satırları ancak bir vatan haini kaleme alabilir. Zaten yazının başında da “hangi damar, hangi asil kan?” demişim; boyumdan büyük laflar etmişim; 70 yıldır katrana batırılıp çıkartılan ülkenin üstüne bir de kaz tüyü dikilmiş, “Ben böyle emaneti almam” demişim ki vay halime! Savcılıktan koruma istesem yeridir.



Ülkedeki bu kadar saçmalığın ortasında yaşanan vurdumduymazlığa karşı bilinç akışıma engel olamıyorum, sürçü lisan ettiysem Allah da benim müstehakımı versin!

7 Kasım 2008 Cuma

Taraf’çılar el ele hep beraber mektebe


Mustafa Kuleli

Doğrulatma ya da “check etme” denilen bir temel kuralı var gazeteciliğin. Her duyduğunu, her okuduğunu doğru kabul edemez gazeteci. Kontrol eder. Hatta mümkünse birkaç kaynaktan yapar bu doğrulatma işini. Olayın taraflarına ulaşır. Daha ne diyelim, budur yani bu işin raconu. Alaylısı da mekteplisi de bilir bunu, zannederdik. Bilmeyeni de varmış, Müjdet Gezen sayesinde öğrendik.

3 Kasım 2008’de Taraf Gazetesi ““Hz. Atatürk kavgası” başlıklı bir haber yaptı. Haberde sanatçı Müjdat Gezen’in Can Dündar’ın “Mustafa” filmiyle ilgili bir televizyonda katıldığı programda boykot çağrısı yaptığı ve “Bugün Can Dündar Türkiye liboşlarının en önde gidenidir. İşine gelir Ergenekon’a komplo der, işine gelir içinden çıktığı dernek ve grupları yerden yere vurur, gün gelir Atatürk’ün sofrasına hakaret eder. Herkese Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda gösterime giren “Mustafa Kemal” oyununu tavsiye ediyorum. Can Dündar gâvurundan iyidir.” dediği iddia edildi.

Bu habere dayanarak, 5 Kasım’da “Kemalizm, Mustafa ve Müjdat Gezen…” başlıklı bir yazı yazan Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ise Müjdat Gezen’e atfedilen sözleri köşesine taşıyıp “Düzeye, zekâya, tepkiye bakın” dedi.

Bunun üzerine önce Ali Bayramoğlu’nu, sonra Taraf Gazetesi yazı işleri müdürü Eray Özer’i arayan Gezen böyle bir açıklamasının olmadığını söyledi ve bu sözlerin kaynağını sordu. Aldığı yanıt ilginçti. Taraf Gazetesi, haberi bir internet forumundan almıştı.

Özür her şeyi affettirir mi?

Taraf’ın haberinde, Müjdat Gezen’in katıldığı bir televizyon programında boykot çağrısı yaptığı ve o sözleri söylediği belirtiliyor. Koca gazetede söz konusu televizyon programını izlemiş bir kişi bile yoksa, insan bir durup düşünmez mi? Yahu haber sitesi değil ki bu, adı üstünde forum. Herkesin kafasına göre bir şeyler yazdığı sanal bir ortam. Ne zamandan beri internet forumlarındaki takma adlı, sanal kişileri haber kaynağı olarak kullanıyoruz?

6 Kasım günü Müjdat Gezen’den, Can Dündar’dan, kendilerini kaynak göstererek konuyu köşesine taşıyan Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu ve okuyucularından özür dilemiş Taraf Gazetesi. E iyi, pek güzel de bu özür çözüyor mu tüm meseleyi? Mesela özürden sonra, yüzlerce irili ufaklı internet sitesindeki “Kemalist Müjdat Gezen fena yakalandı!” haberleri silinecek mi?

Düşene bir tekme de biz atmayalım ama…

Üstelik benim kafamda hala bir soru işareti var: Söz konusu olan gerçekten bir hata mı? Açıkçası öyle olmamasını umuyor, olayda bir tür art niyet bulunmasını temenni ediyorum. Çünkü aksi, gazetecilerin zekâsına hakaret sayılır. Oradan-buradan duyulanları, internet aleminin derinliklerinden gelen fısıltıları doğrulatmadan zart diye gazeteye koymayı, hatta manşet yapmayı başka türlü açıklamak zor. Taraf’taki arkadaşlar gazeteciliğin temel kurallarından gerçekten bihaber olabilir mi?

Ya da şöyle soralım; her gün e-posta adreslerine gelen komplo teorilerine de inanıyorlar mı? “Türkiye’nin altı komple petrolmüş de İngilizler çıkarttırmıyormuş”, “Şu market zinciri PKK’ye para aktarıyormuş, zaten renkleri de benziyormuş”, “Dünyayı Sabetaycılar yönetiyormuş”vs. vs.

Yöntem buysa, Taraf’ın tirajını arttıracak manşetler yolda demektir.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Hamişine mamay pii pii kaydın mı?


Tuğba Maran

Şu sağlık meselesi üzerine yazı dizisi yazasım var. Sağlığın her türlüsü asabatımı oynatıyor. Sadece beden değil ruh sağlığı (ya da akıl sağlığı da diyorlar ki bu bile başlıbaşına yazı konusu) da aynı şiddette sıkıntı yaratıyor bende. İki satır Freud ya da Jung anlatacak hocaya bile zırt pırt müdahele eder mi bi öğrenci bozması? Eder. Ediyor. Etmemeli özünde. Ama olmuyor işte. Tutamıyorum ‘kendim’i, ‘benliğim’i. (Kafam kadar mesaj verdim bir cümlede)

Hakikaten medyanın da sürdürdüğü diskur vs her şeyi “peki peki anladık” da bazen cidden “anlaşılmaz” bir dil konuştukları ya da bu dilin sahnesi olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Şu başlıktaki güzide cümle eski bir Türk filminden (Ateşböceği). Cüzdan aşırmayı kastediyorlardı filmde. Şimdi de çaktırmadan bu şekilde şifreli mi konuşuyorlar anlamıyorum. Son zamanlarda “kıymızı size çok yakışıyee” gibi bir “sosyal reklam” dönüyor. Kardiyovasküler hezeyanlara gark olmuş bir grup insan “Kırmızı giyin! Ölürsünüz. Höyt!” (evet ilk izlediğimde yanlış duyduğum gibi, kırmızı YİYİN de demiyor. Ki likopen, pardon “domates vs yiyin” diye anlayalım) bildiğiniz cart kırmızı giyin diyorlar. Niye kıı? Hani “kırmızı kurdela takın yakanıza” dese anlarız bir nebze. “Bence burada şair sevgiyi anlatmış” deyip susuyorsunuz haliyle reklamı izleyince. Hayır üzerine bir de gazetelerde “kırmızı giden kadın, malı götürür kankü” mealinde sayntifik araştırmalar da çıkıyor. Demek ki kalp çarpıntısı ile “heyacan kasırgası” yaratıp aşık edeceğiz. O zaman kırmızı kalbe zarar değil mi? Cidden içinden çıkılmaz bir mesele. Erkeklere zımnen boğa demeleri beni bağlamaz da (şaka be!) kalpten gidecekler kırmızı giyelim diye. “Koca bulduk ama kendisi ölü”. “Aferim otur 3 aldın”.

Tütünperver Terakki Cemiyeti

Neyse benim derdim sigara meselesi. Uzunca bir süre bu sağlık mevzuu ile hafiften balatayı sıyırmış bir İsveç şehrinden döndüğü vakit ülkesine dönmenin tek sevinç kaynağı, rahatça ve hunharca sigara içmek olacak bu biçarenin, havaalanında “Maykıl! Kaykıl da git şurada iç” gibi bir amerikano kafasıyla karşılaşması makber mi yalep? Okulda da tabii aynı mevzubahis. “Okulun ‘kantinimsi’ mekanının berbat yemekleri yüzünden hem ‘anoreksik’ olmak hem de sigara içirtilmemek ne demektir bre zındıklar” diye çok kez gazladım insanları. Ben ve benim gibi Tütünperver Terakki Cemiyeti mensupları “sigara elden gidiyor” isyanıma eşlik etti ve kantinin eskiden sigara içilen bölümünde bir nevi meşalemiz addettiğimiz cügaramızı yakarak tellendirdik. Uyarmaya gelenler özünde emekçi oldukları için ses etmedik. Şunu dedim ama: “okulda içmek yasaksa satmak da yasak bebük. Patronla görüşelim!” Ve sonuçta “bkz. CevaB veremedi” anlarından biri daha yaşandı. Hakikaten Memo Tembelçizer olmamak elde değil; “ipod al ama illegal mp3 yükleme, silah taşı ama insan öldürme he mi cücük beyin” kafası değil de ne bu şimdi? Evet doğru bildiniz mesele sigaranın “zararlı” olup olmaması da değil. Ama “sağlıklı ol! Hop ki üç! Marş!” gibi bir Body Ekrem hali cidden dimağımızda kalıcı hasar, ciltte pullanma ve gaitada renk değişikliği yapar özünde ya yaa.

Bu konuda yani “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” (sırf bu cümleyi ömrü hayatımda kullanmış olmak için yazdım koca yazıyı ya neyse) entelijansiyayı da yanımıza çekek derim. Ben sigara içen hocalarla gayet sosyolojik altyapıyı kuruyorum. Siz de müsibet (müspet be tamam!) bilimcileri cephemize çekin derim. Sonra da “halk”a inip tuz isteyelim. Hatta “Lan olum sizi de yediler halk malk diye bi’ şey yok” diyelim elimiz değimişken. Neyse “buldun mecrayı, car car et” diye isyan etmekte haklısınız. “Skip intro” diyorsunuz haklı olarak. Peki sorum şudur vatandaş: Şöyle sigaranın yanında içtiğimiz mesela normal bir kola (diet de değil) neden aynı trikotaj, fabrikonaj, kamuflaj vs ise neden ve niçün sigaradan daha az zararlı ben bunu cidden bilmiyorum. Niye zeytinyağı mucize ve de oğ ye? “Kalbim benecol?” “Baba ayıpsın; her gün mutlaka” gibi bir “akıllı gıda” kafası daha “zararlı” değil mi? Neden yumurta paketinde nal gibi (müdürüm afedersin) “omega3’” yazması, sigara paketlerinin tehdit savurması, gıdaların üzerinde haram/helal yazması (yazabilitesi) kadar kızdırmaz insanlığı? “Ama o ‘bilim’kine bi kere, din gibi göreceli diil yane” diye cevap verenin kalbini kırarım. Sonra pişman olur üstüne sigara yakarım.

2 Kasım 2008 Pazar

Can Dündar’ın “mustafa”sı



kerem özkurt

Önce yanık bir keman sesi geliyor; geldiği gibi anlıyorsun, Balkan ezgisi başlayacak. Sonra küçük bir çocuk silueti çalı çırpıdan yapılmış kulübenin altında. En sonunda Can Dündar’ın derinden gelen, iç titreten yumuşak sesi…

Uzun süredir heyecanla beklenen Mustafa gösterimde. Yıllar önce Sarı Zeybek ile hüngür hüngür ağlamış herkes Mustafa’ya koşarak gitti; ama sanırım aradıklarını bulamadılar. Mustafa bir hızla anlatılan, anekdotları üzerinde hüzünlenmeye ya da düşünmeye fırsat vermeden, çabuk çabuk geçen iki saate sığdırılmış bir biyografi gibi duruyor daha çok.

Atatürk’ün son yüz gününü izlerken daha az tarihe boğulmuş, daha çok hikâye dinlemiştik. Cenaze evinde merhumla ilgili güzel anıları dinler gibi dinledikçe hüzünlenmiştik.

Sarı Zeybek ilk çıktığı yıllarda okullarda gösteriliyordu. İlkokuldayken en az iki kere Sarı Zeybek’i seyrettiğimizi hatırlıyorum. Hala 10 Kasımlarda izlettiriliyordur herhalde. Mustafa’nın da akıbeti aynı olacak gibi. Tek farkla; alelade bir inkılâp tarihi dersinde, öğrencilerine dersi sevdirmek isteyen hevesli bir öğretmen tarafından da seyrettirilecek.

Mustafa ile Sarı Zeybek’in önemli bir ortak noktası var: ikisi de insan Atatürk’ü anlatıyor. Şu ana kadar kuru-kalıp laflarla tarih kitaplarında övülen, paraların üzerindeki çatık kaşlı devlet adamından, muzaffer komutan, yüce insan, ölümsüz Atatürk’ten başkasını. En başta ona annesinin seslendiği ismiyle Mustafa diyerek başlıyor. Zaaflarını, aşklarını, korkularını ve de hırslarını hayatının içine yedirerek anlatmaya çalışıyor. Karşımızda sadece okumak istediği için değil, aynı zamanda üvey babasının evinden çıkmak için askeri okula yazılmış bir çocuk var. Matematik hocasının isim taktığı öğrenci değil, parasızlıktan iyi beslenemeyen, hasta olan; İstanbul’a geldiği ilk yıllarda kendini eğlence âlemine kaptırmış biri. Kısaca içimizden biri var Mustafa’da. Tam da Can Dündar’ın anlatmak istediği gibi.

Birçok hali içinden en çok “yalnız” Mustafa’yı görüyoruz. Kararlı, zorluklara göğüs geren, aklına koyduğunu yapan; ama yaparken de mecburen yalnız kalan Mustafa’yı. Bir nevi kendi ağlarını kendi ören; en sonunda o ağlara takılıp kalan Mustafa’yı. Filmin afişinde olduğu gibi. Elleri cebinde, başı öne eğik, arkasında uçsuz bucaksız ekilmesine rağmen çorak görünen topraklar. İktidar mücadeleleri içinde yalnızlaşan ve bundan duyduğu acı ile kıvranan bir insanı ne kadar güzel anlatan bir resim.

Birçok yeni görüntü, yeni fotoğrafı gün yüzüne çıkarmasına rağmen Mustafa bildiğimiz hikâyeyi yumuşatarak, belki biraz daha yanımıza sokulmaya çalışarak anlatmaktan fazlasını yapamıyor ne yazık ki. Arada kısa kısa cümlelerle kafamızı kurcalasa da resmi tarihin anlattıklarından farklı bir şey söyleyemiyor. Zaten söylemesini beklemek ne kadar doğru olur, ondan da çok emin değilim. Cumhuriyet tarihimize damgasını vurmuş birini “insan” olarak görmeye bile yeni yeni alışıyoruz.

Sonuçta Mustafa’nın onuncu yıl nutkundan arkadaşlarının ikazı ile çıkardığı temenninin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. “Beni Hatırlayınız”.


29 Ekim 2008 Çarşamba

“Alamanya, umduğunu bulaman ya”

Elif İnal

Frankfurt an der Oder, İstanbul'da olanların olmadığı, olmayanların da olduğu bir şehir. Kargaşa, trafik, insanların rahatsız edici bakışları yok ama farklılık, çeşitlilik, her köşede bir olay durumu da yok. İlk geldiğim günden beri Kant Strasse, Kleist Park durakları arasında, Doğu Almanya'nın yarısı döküntü yarısı yenilenmiş binalarına baktıkça kendimi hiç de yabancı bir yerde gibi hissetmiyordum. Küçücük bir şehir burası, sonbaharın her anlamıyla en güzel zamanlarını yaşıyor. Sapsarı yapraklar betonu görülmeyecek şekilde kapatmış, ayağımı aralarına sokup yaprakları havaya kaldıra kaldıra yürüyorum. Bunları yapmak huzur veriyor çünkü ne yaprakları çiğneyerek yetişmem gereken bir yer, ne de uyuyakalıp durağımı kaçırma korkum var.
Yine de bir şehir ne kadar güzel olursa olsun, fırsatlarından yararlanamadıktan sonra hiçbir şey ifade etmeyebilir. Bu küçücük şehrimizde bile markete girdiğimde, alışverişe değil de gezmeye gitmiş gibi oluyorum. Binlerce çeşidin arasında o ya da bu salamı almam arasında çok az bir fark var aslında ama sunulanların çeşitliliği bir o kadar da kendini hissettiriyor aynı zamanda. Oya Baydar'ın Elveda Alyoşa kitabında Batı’nın sunduklarına koşan Doğuluların sahte mutlulukları için kısacık ama çok etkili bir soru geçiyor:

“Muzla özgürlüğün ne alakası var?”

Küçücük şehrimizin küçücük merkezinin pasaj/alışveriş merkezi karşımı yerine girerken, biraz da bağıra bağıra Türkçe konuşurken, Türkçe konuştuğumuzu duyan, pusetiyle bebeğini gezdiren, başını hafifçe örtmüş bir kadınla göz göze geldim. Donuk masmavi gözleri öyle bir ışıldadı, öyle sıcak bir gülümseme ile bana baktı ki yüzümde acı bir tebessümle kalakaldım. O zamana kadar kendimi yabancı gibi hissetmiyordum, daha henüz düşmanca bir tepkiyle karşılaşmış da değilim. Ama kadınla aramızda gizli bir bağ varmışçasına gülümsememiz kendi İstanbul'umda yaşayamayacağım bir şey yaşamama sebep oldu. Ben ki buraya kendi isteğimle geldim, şehrin bana sunacaklarına erişimim var ve sunulan bir sürü şeyin elde edememenin verdiği engellenme hissi yok. Bir de eğer bunlar olsaydı, burada memleket özlemiyle yanıp tutuşacak, evimi kendi kültürümü anımsatan şeylerle dolduracak mıydım?

Öyle ki insan alışık olmadığı bir tepkiyle karşılaşınca sinirleniyor ve kendi ait olduğu değerlere daha çok önem vermeye başlıyor. Bir iki hafta önce, yeni geldiğim zamanlarda tren garında yanlışlıkla eksik para verince, pizzamı veren adam parayı tezgâha vurmaya başladı. Kendi dillerini konuşmadığım için geri zekâlı olduğumu düşünmüş olmalı ki beni çağırmanın yolunu cama vurmakta buldu. Bu ve bunun gibi olaylarda, en ufak hatada (biz insanlık hali demeye çok mu alıştık?), kâğıdı yanlış çöpe attığımda göz devirmeler insanda ufak tefek tepkilere yol açıyor. Düşünmeden edemiyorum, bir dükkâna girdiğimde, alışveriş yaptığımda müthiş sevimlilikleriyle 'Hallo' diyen insanların güler yüzlülükleri, sevecenlikleri çok mu sahte? Tamam, kuralları işlesin, devam etsin istiyorlardır ama bunu öğretmenin daha 'insancıl' bir yolu olamaz mı? Belki de bu içeriden gelen kurallar sayesinde her şey bu kadar 'tıkırında' işliyordur. Kurallar dışarıdan bir otoriteden gelmediği, insanların birbirine kuralları sertçe 'hatırlattığı' için, birbirine karşı duyulan sorumluluk yüzünden belki kurallara uyuluyordur. Eğer bu kurallar ve göz devirmeler silsilesi içine doğmadıysanız 'Bu Almanlar da çok kaba' demeniz çok doğaldır. Mesele sinirlenip 'Alman yaşam biçimi'ni reddedip etmeyeceğimizde.

Gülmeyi bilmeyen dükkân açmıyor burada

İstanbul'da her şey aksadığında, hiçbir şey doğru işlemediğinde herkes susar ama otobüste bir grup turist sesli güldüğü, 'mutluluk saçtığı' için ayıplanır, 'Biri şunları sustursun' denir. Bu yüzden de ben Almanya'da trende çok sesli güldüğümde kendi kendimi tutmaya çalışıp ağzımı kapattığımda yanımdaki Alman'ın bana Almanca söyleneceğini düşünmüştüm ama tam aksine gülümseyip güzel güldüğümü söylemiş. Bu yüzden de sabahın köründe dükkânı açan kadının güler yüzle beni içeri buyur etmesiyle, yanlış yaptığım bir şeye verilen tepki arasında kalıyorum, ne zaman nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı kestiremiyorum. Herhalde gündelik yaşam rutine girdiğinde ben de insanlara, tepkilere alışmış olacağım, hatta belki ben de aynı şekilde düşünmeye başlayacağım.

Fakat yine de bu rutine girebilmemi sağlayan diğerleriyle aynı imkânlara ve erişimlere sahip olmam olacak. Eğer 'muz'a sahip olma imkânım olmasaydı, onun benim için hiçbir özgürlük veya seçenek değeri de olmayacaktı, sunulan seçenekler daha da itici gelecek, insanların güler yüzlülükleri ve sevimlilikleri daha da yapay gelecekti.

Markete gittiğimde on yerine yüz çeşit peynir bulduğumda daha mı özgür oluyorum, birbirine benzeyen bloklarda kaldığımda yattığım yatak daha rahatsız, evim bunaltıcı mı oluyor, bu kadar bolluk içinde yaşayıp da hiç birine sahip olamasaydım sonunda isyan eder miydim?

18 Ekim 2008 Cumartesi

Daha önceleri nerelerdeydiniz?


Mustafa Kuleli

“Misyon gazeteciliği” diye bir laf duyardım da hep, ne menem bir şey olduğunu tam çıkartamazdım. Sağ olsun Fatih Altaylı sayesinde meseleyi tam olarak anladım. Haberturk.com’un kendisiyle yaptığı söyleşide demiş ki Altaylı: “Vakit'i, gazetecilik anlayışı açısından beğeniyorum. Çok akıllılar. Bir misyon gazeteciliği yapıyorlar ve bunu çok başarı ile yapıyorlar. Düşünün Deniz Feneri davası görülüyor, Deniz Feneri davasında bir sürü mahkûmiyet çıkmış, Vakit gazetesi başlık atıyor, 'Deniz Feneri'nde 2 tahliye' diye.”

Okur okumaz “misyon gazeteciliği” nedir kavradım böylece. Söyleşinin üzerine, bir de o günün (15 Ekim) gazetelerine bakınca bu teorik bilgiyi pekiştirmek için, pratik ile sınama imkânımızın olduğunu fark ettim.

Manşetler bugün pek bir demokrat

Yeni Şafak Gazetesi mesela, “Devlet işkence için özür diledi” manşetini atmıştı sekiz sütuna. Başlık altı şöyle idi: “Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Metris Cezaevi’nde işkence görerek ölen Engin Ceber’in yakınlarından devlet ve hükümet adına özür diledi” Hemen yanda ise Bakan Şahin’in büyük bir fotoğrafı ve “Bakan Şahin’den tarihi açıklama” yazılı bir kutucuk vardı.

Ha keza, Zaman Gazetesi de “Devlet özür diledi” manşetinin altına, “Türkiye'de dün tarihî bir olay yaşandı. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, cezaevinde işkenceyi kabul ederek, ölen tutuklunun yakınlarından özür diledi. İhmali görülen 19 kişiyi görevden alan Adalet Bakanı'na, insan hakları örgütlerinden de destek geldi” diye yazmıştı.

Star’ın manşeti ise “Devlet ilk kez özür diledi” idi. Manşetin sağında Şahin’in mütebessim bir fotoğrafı ve “işkenceye sıfır tolerans” damgası vardı.

Sizi geçen günkü sohbette görememiştik

Buraya kadar tamam. Ortada gerçekten tarihi bir olay var ve manşete çıkması doğal. Peki bu gazeteler neden altı gün önce de işkenceye karşı böylesine duyarlılık göstermemişti? İddialar kesinleşmediği için mi yoksa hükümetin nasıl davranacağı kestirilemediği için mi? Bakın diğer gazeteler o günlerde ne yapmış:

9 Ekim’de “Engin’in tek suçu dergi dağıtmaktı” manşetini atan BirGün Gazetesi , “Yürüyüş dergisi dağıttığı için tutuklanan Engin Ceber, Emniyet’teki darp ve hapishanedeki dayak yüzünden ‘beyin ölümü gerçekleşince’ hastaneye kaldırıldı” diyor; avukatların tanıklığını ve doktorların kafaya darp sonucu ölüm teşhisini haberde belirtiyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nin birinci sayfadan verdiği spotun başlığı “‘Cezaevinde dayak’ öldürdü” şeklindeydi. Milliyet de birinci sayfadan “Cezaevinde ölümüne işkence” başlıklı bir spot girmişti.

10 Ekim’de Radikal gazetesi birinci sayfasından “Metris’te tutukluyken komaya giren Engin Ceber’in işkence gördüğü iddiası darp ve travma raporlarıyla desteklendi” diyor, Evrensel ise “Gözaltındayken ve cezaevinde gördüğü işkenceler sonucu beyin ölümü gerçekleşen Ceber”in tahliye edilmesindeki ironiyi geniş bir haberle sayfalarına taşıyordu.

Gerçekler zamanla anlaşılır

Zaman Gazetesi 11 Ekim’de “Metris cezaevinde şüpheli ölüm”, Yeni Şafak Gazetesi 12 Ekim’de “Metris’te dayaktan ölüme soruşturma” ve Star Gazetesi yine 12 Ekim’de “Suçu dergi satmaktı, bildiğimiz kadar” başlıklı haberleri birinci sayfalarına taşımıştı. Yeni Şafak ve Star, bu olayı haberleştirmek için soruşturma açılana dek beklemeyi uygun bulmuştu.

14 Ekim’e gelindiğinde Mehmet Altan, Star’daki başyazısında “İşkence Ankara Kriteri mi? diye sormuş, Anca 15 Ekim’de, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in özrü vesilesiyle bu olay kendine Zaman, Yeni Şafak ve Star’ın manşetlerinde yer bulabilmişti.

10-11 Ekim tarihlerinde iç sayfalarından “şüpheli ölüm” diyerek, olayı kısa haberlerle veren bu gazetelerin, 15 Ekim’de koca koca manşetler atmaları size de biraz “şüpheli” gelmedi mi?

Zaman Gazetesi’nin Mehmet Ali Şahin’in açılmalarını verirken, haberin sonuna “İşkence olaylarının sayısı her yıl azalıyor” ara başlığını uygun görmesi ve Başbakanlığa bağlı Türkiye İnsan Hakları Kurulu Başkanlığı’nın istatistikî verileriyle bunu kanıtlamaya çalışması, yalnızca okuru bilgilendirmek için mi?

Ve son bir soru daha soralım; Acaba Doğan Grubu’nun hükümetle gerilimli ilişkileri olmasa, bu grubun gazeteleri (Hürriyet, Milliyet, Radikal vs.) böyle bir işkence haberine ne kadar yer verirdi? Geçmişte mesela, ne kadar duyarlıydılar? Arşivler internette, isteyen baksın.

5 Ekim 2008 Pazar

Kalkınmanın ve adaletin krizi


kerem özkurt

En bilmişinden en cahiline kadar herkes haberdar: tüm dünya ekonomik krizle çalkalanıyor. Bizimki gibi kriz lafına aşina, hele de yakın zamanda depresyon atlatmış(?) bir ülkenin çocukları için yeni bir şey yok ortada. “Düşmez kalkmaz bir Allah” tevekkülü ile istiareye yatarız; zaten elde avuçta ne kaldı değil mi? Ancak vaziyet bundan bir parça karışık.



Her on-on beş senede bir döngüsel gelen ekonomik krizlerden farklı olarak bu kriz tüm dünyayı pençesine almakla kalmadı, bir yerlerde hata yapıldığını acı bir şekilde öğretti ekonomistlere. Kökü 1980’lere uzanan, paradan para kazanma temelli bir sistemin çöküşüne tanık olduğumuzu yazacak ilerde kitaplar. Üretimin nerdeyse yok olduğu; ama sanki varmışçasına pazarlandığı bir sistem.



Ayakları yere daha sağlam basan bir ekonomiye geçilir mi? Sosyal adaleti tekrar devletlerin gündemine taşıyacak bir ekonomi? Bizi 18 yüzyıl Liverpool’unda yaşıyormuşuz hissinden kurtaracak bir anlayış yerleşir mi? Konuşmak için erken; öyle olmasını ümit edelim.



Türkiye’ye gelince; endişelenecek bir şey yok. Küresel ekonomi sadece ve sadece kriz sırasında adaletli davranır. Kim ne kadar bulaşmışsa globalizme, o kadar zarar görür krizlerden. O yüzden birçok ekonomistimiz ilk defa Türkiye’nin küreselleşememesine seviniyor bu aralar. Gene de kaçarı yok; kriz Türkiye’yi de vuracak. Adaletsizlik de tam bu noktada başlayacak…



Birçok yorumcu vatan millet edebiyatına çoktan başladı: “Ülkemiz dar bir boğazdan geçiyor ve herkesin fedakârlık yapması gereken günler yaklaşıyor.” İşte nedense bu fedakârlık kısmına takılıyorum bu aralar. Tüm bu küreselleşme tantanasında en çok zarar gören kesim; hadi korkmayalım ismini koyalım; beyaz ve mavi yakalılar, ücretli kesim ve emekli ordusu; zaten bir “fedakârlık” içinde değiller miydi? Milli gelir yükselirken; (herhalde milli olmadıkları için) gelirden pay alamayanlar neden bu işin faturası kesildiğinde hesabı ödemek zorunda bırakılıyorlar? Kimsenin bu insanların karşısına kaypakça geçip “bugüne kadar küresel ekonominin tüm nimetlerinden faydalandın ama bak krize girdik hadi bakalım üzerine düşeni yap şimdi” demeye hakkı yok. Ekmeği kim yediyse parasını da o ödesin. Hem böyle değil miydi sabık ekonominin desturu…



Sonuç olarak korkulacak bir şey yok efendim; dibi görmüş olanın dipten öte düşecek yeri yoktur; batmakta olanlar düşünsün…

22 Eylül 2008 Pazartesi

Tecavüzcüler içeri, kadınlar dışarı!

Elif İnal

“Tacize ve Tecavüze Son İnisiyatifi”nden haberiniz vardır, taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar ve bunun üzeriden politika yapmak isteyenleri bir araya getiriyor. Bir de “Bu e-mail grubuna yalnızca taciz ve tecavüze uğrayan ve buna yönelik politika üretmek isteyen kadınlar üye olabilir” denmiş ki tacizin tanımını biraz genişlettik mi hemen hemen tüm kadınlar bu gruba dâhil oluyor. Bu İnisiyatifin çağrı metninde muhtemelen bütün feministlerin katılacağı bir cümle geçiyor: “Unutma, bedenimiz bize ait. Tecavüzcüler ne pişmanlar ne de pişman olacaklar, hatta buna devem edecekler. Cezalandırılmaları gerekli. Fakat biz susarsak bu asla olmaz, hatta daha fazla kişinin incitilmesine izin vermiş oluruz. Ve bu vahşet asla bitmez.” Tecavüzcüler belki pişmandır belki de değillerdir fakat emin olduğum bir şey var ki cezalandırılsalar akılları bir anda başlarına gelip 'Biz ne yaptık böyle' demeyecekleridir. Amacım tabii ki tecavüz ve taciz insanların yanına kalsın, hiç bir bedeli olmayacağını bilerek etrafa saldırsınlar demek değil, fakat meselenin hukukun işlemesi ve cezanın yaptırımının olmasından çok daha derin olduğu da kesin.

En ufak bir sözle ya da hareketle taciz edilen her kadın bilir ki, kadının o esnada düşürüldüğü durum yalnızlık ve çaresizliktir. Her zaman “Beni otobüsüme bırakmayın canım, ben kendim giderim” gururu içinde olmuşumdur ama çoğu zaman bunu kendimi koruyabileceğimden emin olduğumdan değil, öyle olması gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum. Akşam 9 gibi bir saatte, en güvendiğim yer olan Taksim’deki Beşiktaş dolmuşlarının orada, tinerci bir çocuk -ki yaşı da benden küçüktü- kolumdan tutup bırakmadığında tek yapabildiğim şey çocuğa bağırmak olmuştu. Eğer çocuk bağırmamla bırakmasaydı ve devam etseydi eminim ki etraftan ne bir karışan olacak, ne de ben kendi gücümü kullanabilecektim. Fiziksel olarak ne kadar güçlü olduğumu bilemiyorum çünkü erkekler gibi en ufak olay karşısında gücümü kullanmaya kalkmadım, dolayısıyla evet “bedenim bana ait” ama bedenimin ve gücümün sınırlarından haberdar değilim. Bu çaresizlik hissi yüzünden de acayip sinirlenmiş, epey bir küfretmiştim. Fakat yine de ben şu an tinerci çocuğa bireysel olarak kin duyamıyorum, onun kendisine değil, var eden koşullara kin duyuyorum. Bu yüzden de taciz eden erkeğin birey olarak cezalandırılmasının tacizin önüne geçeceğine inanmıyorum. “Biz erkek değiliz, erkeklik buysa” Taciz veya tecavüz eden erkeği haklı çıkarmaya çalışan “Ama karşısındaki de onu tahrik etmiş” türünden her türlü mazeret palavradır. Her türlü harekete uygun bir kılıf bulunur da, “O zaten böyleymiş, hak etmiş” diyen kadar onaylanan da herhalde zor bulunur. “Biz Erkek Değiliz” grubunun eylemlerini duyunca çok heyecanlanmıştım. Öyle erkekler varmış ki erkekliği sorgulayıp “erkeklik buysa biz erkek değiliz” diyebilecek kadar cesaretlilermiş diye düşünüp, çok takdir etmiştim. Fakat sonra eylemlerine gidince ne lafın etraftan doğru anlaşıldığını ne de kalabalık bir grubun erkekliği sorguladığını gördüm. Heteroseksüel bir adam “ben erkek değilim, erkeklik buysa” diyebilme cesaretini gösterdiği zaman işte bir şeyler değişmeye başlamış diyebilirim ancak. Yoksa zaten ‘erkeklik’ten çok çekmiş olan insanlar bu gruba dâhil oluyorsa, grubun pek de dönüştürücü etkisi olamaz. Zaten gittiğim eylemde de Taksim'de bulunan insanların gruba verdiği tepki görülmeye değerdi. Dağıttıkları bildirileri alıp okumaktan bile çoğu 'erkek' çekinmişti. Etraftan ne olduğunu anlamaya çalışan iki adamın arasında şuna benzer bir konuşma geçti: “Ne oluyor burada?”, “Eşcinseller derneği eylem yapıyormuş”. Bu konuşmada aşağılayıcı bir yan yoktu belki ama “Zaten ibneymişler” diyenlerden, vardığı sonuç itibariyle çok da farklı değil. Yani eğer zaten “ibne” olanlar bir eşcinselin öldürülmesini protesto ediyorlarsa bu durumda üzerine düşünülecek bir şey yoktur, cinayetin arkasındaki sebepleri de sorgulamaya gerek yoktur. “Zaten hak etti” Laf atma meselesinde de taciz ve tecavüzde olduğu gibi erkeğin kendini üstün gördüğü ve her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşündüğü açıktır. Gece bir saatten sonra sokakta öyle bir erkek hâkimiyeti oluyor ki, eğer 'kız başınıza'ysanız sanki dünyadaki son kadın siz kalmışınız gibi hissedersiniz. Bu yüzden de o kadar göze çarparsınız ki, erkek bakışının tam ortasından geçiyor gibi olursunuz ve öyle ya da böyle birinden bir laf geleceğini sezersiniz. Zaten çoğu zaman laf atanın ne dediği bile anlaşılmaz, bir homurtu şeklinde geçip gider. Laf atanın arkadaşı duyduysa zaten iş bitmiştir, onlar kendi aralarında güler, kızın ne dediğini duymasına, tepki vermesine bile gerek yoktur. Kız orada laf atmanın üzerinde uygulandığı bir araçtır sadece. İşte bu yüzden, yazının başına dönecek olursak, en ufak bir laf atmadan tecavüze kadar hepsi erkek davranışındaki “zaten hak etti” düşüncesinin ve kendisinde her şeyi yapma yetkisini bulmanın tezahürü olarak görülürse, bu davranışların tek tek erkeklerin cezalandırılmasıyla biteceği pek muhtemel görünmüyor.

Hapse giren tecavüzcülerin hapishanede tecavüze uğradıklarını duyunca yüreğimize su mu serpiliyor? Ceza çekiyor olmaları bizi rahatlatıyor, bir daha olmayacağına dair teselli mi veriyor? Cezasını çeken bir tecavüzcünün bunu bir daha yapmayacağına dair garanti var mı, ya da içeride gördüğü muameleden sonra kadına bakışı tamamıyla değişiyor mu?

12 Eylül 2008 Cuma

İstemekle başlar


kerem özkurt

Ne dünyanın bir yerinden ilk başlangıcın taklidi deney, ne yurdum medyasının yurdum başbakanı ile kavgası. Ne ekonomik kriz ne düşen çıkan rakamlar. İftar saati yaklaştıkça sinir katsayısı yükselen, bitkin, bıkkın belediye otobüsü yolcuları; bir türlü ilerlemeyen trafik akşam vakitleri. Sabah vakitleri uyku mahmuru, rahatsız yüzler görmek; kiminin kulağında, kulağa vaaz edilmiş de nedense hala bangır bangır çınlayan bol baterili bir müzik. İtişmeler kakışmalar. Elbette kallavisini yaşayanlar da vardır tüm bu dertlerin; ama beni birkaç gündür ucundan tuttuğum kadarıyla bile yordu gerçekten.



Bu akşam ama; hepsini koyuverdik gitti. Karnıma ağrılar girene kadar güldüm. Basit bir arkadaş toplantısında; öylesine buluşmuşken. Öylesine konuşuyorken. Okul anılarını birbirimize tekrarlarken; aramıza henüz katılmışlara da yeni bir şey anlatıyor gibi heyecanla anlatırken. Her iki durumda da tekrar tekrar aynı keyifle gülerken. Gülmek ne kelime, nefesimiz tutulmuş karnımıza kramplar girerken.



Hoş bir sedaymış havada asılı kalan bizden sonra; hakikaten öyleymiş. Sokaktan çıkarken bile az önce attığımız kahkahalarımızın hala çınladığını duyar gibiydim. Sonra arabada hepimiz aynı şeyi düşünmüşüz; ne güldük bu akşam. Öyle bir zaman dilimi vardı her günümüz böyle geçiyordu. Böyle gülüyorduk dedik. Oysa şimdi herkesin başında iş güç belası. Hayat gailesi işte.



Düşündüm de gülüyorduk o zamanlar da katıla katıla. Sonunda eve dönüyorduk. Kendi kendimize düşünüyorduk ne yapacağız okul bitince. Bir yerde staj yapmalı. Nerden ek bir sertifika alıp da diğerlerinden daha albenisi olan bir adaya dönüşmeli. Nerden nasıl iş bulacağız. Şimdi işimiz var ama sıkıntılar geçmiş değil.



Böyle bir hayat var mı? Geçim kaygısının adamın en keyifli anında bile kafasının bir köşesinde durup aklını kurcalamadığı? Nasıl olsa doyarım, nasıl olsa insan kabilinden değerimi bilen biri çıkar diye hiçbir şeyi kafana takmadığın? Kahkahayı yüreğinden söker gibi koyuverdiğin bir hayat?



İki kişi dikiliyor karşıma. Biri çekip gitmekten bahsediyor. Uzakta bir sahil kasabasında çıplak ayaklarını iskeleden aşağı sarkıtmış balık tutuyor; ya da sevimli küçük bir pastane açmış en yakın arkadaşıyla, kendileri yapıp kendileri satıyorlar; tayyörleri ceketleri çıkartıp uzun etekler giymişler ve Fransız kadınları kadar alımlılar.



Diğeri kendini geliştirmek lazım diyor; kendini geliştirmeye yarayan kitaplardan bir cümle okuyor; küçük şeylerde aramak lazım mutluluğu. Hep pozitif düşünmeli, bardağın dolu tarafını görmeli. Çalışma masana çiçek koymalı mesela; tabağındaki makarnaya ketçaptan surat çizmeli.



Birincisine kaçmayacağım diyorum. Mutluluksa burada da olmalı; burada benim durduğum yerde; hemen şimdi. Kasabada emekli falan olunca değil. İşime giderek de, alıştığım gezdiğim şehirde yaşarken de insanca yaşabilmeliyim. Hem de diyorum ikincisine dönüp, küçük şeylere ihtiyaç duymadan, çünkü hayatımın kenar süsü olmaktan çıkacak mutluluk, temeline oturacak. Makarnadaki suratı bırak, benim suratıma bak; çoktan bir gülümse yerleşmiş ortasına baksana.



Çok mu şey istiyoruz. Hani istemekle başlardı sevmek…

26 Ağustos 2008 Salı

Memleketin hali, ahvali



Duygu Kocabaylıoğlu

Başbakanı olduğu ülkenin resmi dilinde kullandığı kelimelerin sözlük anlamlarından bi’haber başbakanlardan, fani halkın cebinden uhrevi nedenlerle çaldığı altınları geri isteyen hocalara; insani(!) gövde gösterisiyle boğaz sularından geçen savaş gemilerinden, Osmanlı’nın zayıflayıp dağılmasından da bizzat suçlu olan ‘ergenek düğümlerine’ kadar gene rengârenk, gene türban-cumhurbaşkanlığı-anayasa tartışmalarını aratmayan nur topu gibi gündemlerimiz var. Kafkasya’da, fillerin enerji savaşı yüzünden çimenlerin nasıl ezildiğini görünce insanlığımdan utanıyorum. Irak’tan, Afganistan’dan, lanetli topraklar Orta Doğu’dan geriye ne kadar utancım kaldıysa onla utanıyorum işte.

Hükümetlerin eli hep cebimizdeydi zaten; 30-40 yıldır alışkanız memur-işçi ücretlerinin açlık seviyesinde olmasına, artık uçan kuşa bile seve seve vergi vermeye. Misal, Aylık 7ytl’lik telefon görüşmesi yapıp, bunun 3 katını ülkenin en çok para kazanan komedyenin reklam filmlerine vermeye. Devlet babanın aldığı KDV üstünden, şimdi İsrail’e özel özel iletişim vergisi hediye ediyoruz.

Fakat, artık yöneticilerimizin gözü başka ceplerimizde. Hiçbir zaman ‘ayıp’ yaftasından kurtulamayan cinselliği, nasıl yaşamamız gerektiği 1 yıl boyunca birilerinin uykusunu kaçırabiliyor çalışma masalarında. Gençleri yasakla, günahla, çarşafla ‘korumayı’ akıl eden zihniyetler, bu akıllarıyla övünüyorlar. 1970 gazetelerindeki haberler diyor ki, “Milli Selamet Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı etkinliklerinde stadyumda dans eden öğrencilerin etek boylarını kısa bularak, genel ahlaka aykırı olduğunu söyledi.”

Ve mayıs ayının her yerde sıcak geçtiği bu memlekette, uzun kollu, jarse kıyafetlerle işkenceye çevrildi bayramları gençlerin. Gençlerin ahlakını korumak için! Ne korunmaz şeymiş şu ahlakımız; mini etekle, topuklu ayakkabıyla, sadece İzmirli olmakla bile kaçıp gidiyor. Şimdi de dergi-CD alanlar en modern yöntemlerle fişlensin, hatta bence herhangi bir korunma yöntemini satın almak isteyen gençlerin nüfusunda ki evli-bekâr hanesine bakılsın. “Korunma öyle değil, böyle olur” densin. Erbakan’ın ektiği tohumlar hala parlak meyveler veriyor. Belli ki organik yetiştirmiş; hiçbir katkı maddesi kullanmamış ekerken. Hasadı da üç nesil sürdü hayırlısıyla.

Alelacele geri çekilen yasa tasarısı müsveddesinde yer alan internetle ilgili maddelere hiç değinmiyorum bile; zira internetin dörtte biri ülkemizde hali hazırda normalde kapalı! Siz Çin’i eleştiredurun, “Google’da şu kelimeler aratılamıyormuş, yok bilmem neye sansür varmış” diye, kınama cümlelerine devam edin. Ya da devam etmeden önce dönüp kendi erişimlerinize bakın. Acaba Youtube yetkilileri yasağın çevresinden dolaşmakta usta olan Türklerin bu yeteneğini keşfetti de, “nasıl olsa giren giriyor” mantığı ile mi sitesinin dört aydır bu ülkede yasaklı kalmasına ses çıkartmıyor, anlayamıyorum. Öte yandan da, bu site kapatma konusunda yargı mercilerimizin hızı benim gözlerimi yaşartıyor. Suçu her şeyiyle sabit, pişkin katiller “Bir Ermeni’yi daha öldürmüş olmanın” gururuyla sırıtarak kameralara poz veriyor ve nedense davaları bir takım gerekçelerle ileri tarihlere erteleniyor. Onları savunan ‘avukatları’ var zira.

Bir de bu yana bakıyoruz, Türk Telekom’un büyük(!) hizmeti, şikâyet formu sayfasını 10.000 küsur vatandaşımız kendine görev bilip doldurmuş. 10.000 küsur site zararlı; efendime söyleyeyim hakaret, pornografik içerik vs. ihtiva ediyor demek ki. Bu sitelerin yüzde kaçı yargıda bir avukat tarafından korunup, savunulabiliyor peki? Suçları, neye göre, kime göre sabit? Savcının hakkınızda dava açması, sitenizin kapatılması için fazlasıyla yeterli. Adaletin hızına hayran olmamak elde değil. Sağlık Bakanlığı’na açılan tazminat davalarının sonuçlanmasının, davacının ömrüne bedel olduğu bir memlekette, yargının sansür hızı Stalin Rusya’sını aratmıyor.

Velhasıl can sıkan sorun o kadar çok ki, çomakla deş deş bitmiyor. Ülkenin neresini tutsam elimde kalıyor sanki. Spordan sadece futbolun anlaşıldığı topraklarda, olimpiyatlarda elenen sporcular ayıplanıyor; hayran olduğumuz Avrupa’nın çöpe attığı nükleer santraller bağrımıza dikiliyor; başkentliler kendilerine zehir içiren sevgili başkanlarını 6 ay sonra tekrar seçmek için hazırlanıyor…

Bu ülkede düşünen, gören, sorgulayan insan olmak gerçekten sabır ve sağlam bir sinir sistemi gerektiriyor…

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Olimpik rüya, olimpik riya




Kendini solcu olarak tanımlayan biri için endüstriyel spor öcüsüyle baş etmek hakikaten zor iş. Hele ki spor hakkında haber yapan ya da yazı yazan biriyseniz işiniz oyuncakçı dükkânında kitap satmaya benzeyebiliyor. Sporun siyasi enstrümanlarla olan girift ilişkileri karşısında romantik bir bakış açısı takınmak çoğu zaman kendi içinizde çelişkilere düşmenize ve nihayetinde çuvallamanıza sebebiyet verebilir. Olimpiyatlar bu ikilemlerin en yoğun olduğu spor organizasyonu. Politikanın, milliyetçiliğin, güç oyunlarının ve beden sömürüsünün bu kadar aleni yaşandığı bir ortamda “Vay be Shawn Johnson jimnastikte gümüşte kaldı” diyerek hayıflandığınız anda resmin geri kalan koskocaman ve tozlu parçalarını da kendi seçiminizle kaçırmış oluyorsunuz.

1976 yılında Montreal’de düzenlenen olimpiyatların en unutulmaz sahnesi 5 altın madalya ve 10.0’lık final derecesiyle dünyayı kendine hayran bırakan Rumen jimnastikçi Nadia Comaneci’nin madalya seremonisindeki haliydi. O sırada 14 yaşında olan Comaneci kürsüye çıktığında yanında oyuncak bebeği vardı çünkü o her ne kadar 5 tane altın madalya kazanmış da olsa halen küçücük bir çocuktu. Minik bedenlerin jimnastikteki avantajının anlaşılmasının ardından yaş sınırı 16’ya çekildi çekilmesine ama ne sömürü ne de tartışmalar sona erdi.

Günümüz sporlarında beden sömürüsü ve çocuk işçiliğinin en acımasız şekilde yaşandığı alan jimnastik. Her biri maksimum 17 yaşında olan olimpik sporcularda aranan ilk koşul elastik olmalarıysa ikincisi de anoreksik (anoreksiya nervoza hastası) olmaları. Zaten değilseler de hırs küpü hocaları tarafından zorla anoreksik hale getiriliyorlar. Beijing’de Çin adına altın kazanan kızların görüntüsü yürek burkuyordu. Süt dişlerini yeni dökmüş 12-13 yaşında kızlardı yarışanlar. Zaten Çin’in eski Sovyet sisteminden ilham alınarak kurulan spor merkezlerinde senelerdir altına güdümlü makineler üretildiği bilinen bir şey. Gestapo nizamında birer robot gibi yetiştirilen çocukların manipüle edilen, sömürülen bedenleri ve gasp edilen çocuklukları hep siyasiler adına altın madalya kazanma üzerine kurulmuş. Kuşkusuz bu sadece Çin için geçerli değil. Olimpik ruh palavralarının altında dünyanın en büyük spor ülkelerinin ne çirkefliklere karıştığını her zaman izliyoruz. ABD’nin 1 tane fazla bronz madalya için Hollanda Antilleri’nin gururlu sprinteri Churandy Martina’yı çizgiye bastı diye ihbar etmesi ve diskalifiye ettirmesi olimpiyat ruhu kitabının neresinde yazılı olabilir?

Her altın madalyanın siyasi bir zafer olarak algılandığı bir ortamda spora ve sporcuya saygı, ikiyüzlülükten başka bir şey değil. ABD jimnastik koçu Martha Karolyi’nin Çinli çocukları “yarım insan” olarak tanımlaması da mide bulandırıcı değil mi? Üstelik Karolyi’nin şu anda yasaklı olan kocası Bela Karolyi’nin zamanında başka bir “yarım insan” Nadia Comaneci’nin sırtından milyonlar kazandığı düşünülünce ikiyüzlülük kelimesi bu adamlar için ne ifade ediyor olabilir diye düşünmek zorunda kalıyor insan. Çin’in altın madalya kazanan çocuklarının 16 yaşın altında olduğu iddialarını haklı bir şekilde dillendiren Amerikan medyası, Nike ve benzeri birçok Amerikan firmasının Uzakdoğu’da 2 dolara çalıştırdığı çocuk işçiler konusunda niye ağzını açamıyor? Acaba sebebi çocuk işçiliği sorunun umurlarında bile olmaması ve tek önem verdikleri şeyin altın madalya olması mı? İnanılmaz “şok edici”, flaş bir haber değil mi bu? Hiç aklımıza gelmemişti.

En iyisi spor medyası-oyuncakçı dükkânı benzetmesi konusunda biraz daha düşünelim. Çünkü tepedekilerin çıkarı için rüya olarak pazarlanan bir Olimpik riya dünyasında spor gazeteciliği, dünyanın en ciddi işi kimliğine bürünmek zorunda kalıyor. Tabii başını kumdan çıkarabilen ve kafa tutabilenler için. Diğerleri içinse “Tüh Shawn Johnson gümüşte kaldı, hâlbuki kompozisyonu kusursuzdu.”

5 Ağustos 2008 Salı

Solcular Ergenekon’da taraf oldu, Taraf sansür koydu!


Mustafa Kuleli

Bu aralar öyle şeyler oluyor ki memlekette, insan kime ne diyeceğini, nerede duracağını, kime inanacağını şaşırıyor. Ortalık böylesine toz duman iken, servis edilen sahte/gerçek belgeler havada uçuşur, iddia ve ithamdan geçilmezken, birileri “ölümüne demokrat” edasıyla ortalarda salınıp, herkese demokrasi ve özgürlük “ayarı” verirken, bir de bakıyorsun ufacık bir detay ezberleri bozuveriyor. Hem de hiç beklenmeyen bir anda, beklenmeyen bir biçimde…

2 Ağustos Cumartesi gününden beri Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP), Taraf ve BirGün gazetelerine ilan veriyor. Bu ilanlarda, 6-7 Eylül olaylarından Hrant Dink cinayetine, Gazi Mahallesi’nden Şemdinli’ye, 1 Mayıs 1977’den Güngören bombalamasına kadar pek çok olayın kontrgerilla tarafından gerçekleştirildiği belirtilip, farklı isimlerle (İttihat ve Terakki, JİTEM, Özel Harp Dairesi ve TİT) anılan bu organizasyonun “sistematik bir suç imparatorluğu” olduğu ifade ediliyor.

İlanın üst kısmında, metni tamamlayan bir fotoğraf kolajı dikkat çekiyor. En önde Kenan Evren, Mehmet Ağar, Hurşit Tolon, Tansu Çiller gibi isimlerin yer aldığı, Şevket Kazan, Yaşar Büyükanıt, Korkut Eken, Veli Küçük, Yeşil gibi portrelerle tamamlanan bu kolajın üstünde “Bize güç verin, onlara diz çöktürelim” ve altında “Savaş suçluları mahkemesi kurulsun, kirli savaş baronları yargılansın” yazıyor. Ne kadar çarpıcı değil mi? Ama maalesef Taraf Gazetesi’nden birileri bizim gibi düşünmüyor, okurların ilanı bu şekilde görmesini sakıncalı buluyor.

Taraf’ta yayınlanan ilanda, kolajın olduğu yere, Susurluk’ta kaza yapan Mercedes marka otomobilin ve Şemdinli olayının fotoğrafı konmuş. Başlıklar ve metin ise aynen duruyor. Bunun üzerine işkillenip, bir ESP temsilcisi ile telefonda görüştüm. “Maalesef Taraf orijinal ilanı basmak istemedi” dedi.

Şimdi insan “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demez mi. Bu durumu açıklayabilmek mümkün mü? “Ergenekoncular”ın fotoğraflarını her gün koca koca basan Taraf, bu ilandan neden rahatsız olur? Kenan Evren üzülmesin diye mi? Yaşar Büyükanıt görevde olduğu için mi? Tansu Çiller ya da Mehmet Ağar’a duyulan derin saygıdan mı?

Madem ilan hoşunuza gitmiyor, niye eğip bükmek pahasına yayınlıyorsunuz? Bu tutumun, hem Arçelik’i bir reklamveren olarak kaybetmek istemeyen hem de Anneler Günü reklamında photoshop ile temsili annelerin etek boylarını, bluz kollarını uzatan Milli Gazete anlayışından farkı var mı?

Solculara, “Ergenekon meselesinde taraf olmayı” öğütlerken mangalda kül bırakmayan arkadaşlar, ortaya Kenan Paşa’nın resmi gelince “bizim okuyucu henüz buna hazır değil” mi diyorlar acaba? Yoksa Taraf okuyucularını ESP’nin “yıkıcı bölücü” faaliyetlerinden mi koruyor? Yoksa… Yoksa… “Demokratlık da bir yere kadar mı?..”



Not: ESP temsilcisi ile konuşmamın ardından elbette Taraf Gazetesi’ni de aradım. Taraf’ın ilan servisinde cevap verecek “yetkili” bir kişi yoktu. Bana döneceklerini söylediler. Telefonumu aldılar, henüz ses seda yok.


Taraf: “Sansür yok, hukuki inceleme var”


Dün, Medyakronik’te “Solcular Ergenekon’da taraf oldu, Taraf sansür koydu!” başlıklı bir haber yayınlamış ve haberin sonunda Taraf Gazetesi’nden açıklama beklediğimizi belirtmiştik. Beklenen açıklama geldi. Gazete’nin Yazı İşleri Müdürü Eray Özer, telefon ederek neden ilana müdahale ettiklerini anlattı.

Taraf’ın doğrudan görsel malzemeye yönelik bir müdahalesinin olmadığını belirten Özer, gönderilen ilanı incelediklerini, suç sayılabilecek unsurlar olduğu için, ya görsel malzemenin ya da “Savaş suçluları mahkemesi kurulsun, kirli savaş baronları yargılansın” ifadesinin değiştirilmesini istediklerini söyledi. Fotoğraf kolajında Yaşar Büyükanıt gibi, hala görevde olan ve haklarında kesinleşmiş bir suç bulunmayan insanlara da yer verildiğini söyleyen Özer, “Suç unsurunun tarafı olmak istemedik” dedi. (6 Ağustos 2008)

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir yazdan hatırımda kalanlar...


Melike Geçgel

Bir yazdan hatırımda kalanlar, geçmiş yazdan hatırda kalanlardır benim için. Yine yaz tatili başlıyor ve ben yaklaşan bu tatilde geçmiş yazımı düşünüyorum. Ne yapmıştım, ne yapmıştık, ne yapacağız…

Bugünü değil de dünü ve yarını düşünme konusunda Can Dündar’a hak veriyorum sanırım. Bir yandan da haksız buluyorum yazısını. Haksızlık ettiğini düşünüyorum düne ve yarına. Evet, bugünü düşünmektir belki doğru olan, belki haksızlığa uğrayan da bugündür hiç hatırlanmadığı ve istediği gibi yaşanmadığı için. Belki de bugün, yarının hayalini kurarak ve dünden kalan pişmanlıkların yarasını örtmek için vardır. Belki onun da isteği budur, bunu yapabildiğimiz ana kadar bugün var olmaya devam edecektir. Dünden arındığımız, pişmanlıkların izinden kurtulup onları da hatırlanmaya değer birer anı haline getirdiğimiz anda, yarınla ilgili hayallerimize ulaşıp bir başka hayalin peşinden gitmeye karar verdiğimiz anda anlam kazanıyordur bugün.

Her kış soğuğa, yorgunluğa, beklentilere dayanmamı sağlar yazla ilgili hayallerim. Neden yazdır bu hayallerin sahibi? Neden ona yüklenmiştir bu görev? Sıcak olması mıdır onun bu ayrıcalık sahip olmasının nedeni? Kış neden haksızlığa uğramış hisseder kendisini? Neden hep kışın yoruluruz, kışın üşürüz ve memnun değilizdir üşümekten, hep kışın hasta oluruz, ısınmak için para öderiz, cebimiz için de felaket tellallığı yapar kış?

Yaz ise kışın sefaletinin üstüne kurmuştur krallığını. Kış olmasa bir anlamı olur muydu insanoğlu için yazın. Benim için olurdu sanırım. Güneşi tepemde görmeyi, mavi gökyüzünü aydınlatmasını, belki de sadece sevdiklerimi görmemi sağladığı için seviyorum yazı. Herkes daha samimi geliyor bana, tüm dertlerinden arınmış, sakin ve rehavetle gelen gülümsemeler… Kışın telaşına kapılmış insanların saat aralarına sıkıştırılmak hoşuma gitmiyor. Belki de kış bana yalnızlığımı hatırlatıyor.

***

Kışa bu kadar yüklendiğim yeter değil mi. Aranızda kışı sevenler vardır mutlaka, yalnız olmayı sevenler. Ben yalnız kalmayı severim, ama yalnızlık hissi acıtır beni. Bu kendi kendine sorulan soruların anlamı nedir? İçimizdeki cevaplayıcı uyandırmaktır amacımız. Biliriz, yanıtları yine biz vermek zorundayızdır. Ama soru somak isteriz kafamız karışınca. Belki de belli bir sistemin işaretleridir bunlar. İnsan beyninin çalışma yöntemidir. Nedenler, nasıllar, niyeler… Cevap aradığımız konular, beklentilerimizi oluşturan çizgilerin parçasıdır aslında. Kişiliğimizin ilk oluşum yıllarında ailelerimizi çileden çıkaran sorularımızın da amacı budur zaten. Öğrenmek, irdelemek, kurcalamak… Adının ne olduğu önemli değildir. Önemli olan kendimize bir amaç belirlemektir. Sorarız ve yetinmeyiz cevaplarımızla, daha fazlasını elde etmektir amacımız. Belki de varlığımızın nedenini öğrenme dürtümüzdür sorularımızın altında yatan sebep.

İşte bu yazının gidişi de bu sanırım. Her şeye bir görev yüklememizin nedeni de “var olma” amacımızı arıyor olmamız. Sadece var olduğumuzu kabul edemeyişimiz. Belki de var değiliz. Bu cümle korkutucudur benim için. Var olmamak… Sorun ne yazda ne de kışta aslında. Sorun içimizdeki hesaplaşmaya cevap verecek bir şeyler arıyor olmamız. Dünün de yarının da suçu yok.

***

Bir yazdan hatırda kalanlar değil bunlar, yeni bir yaza girerken aklımda dönen ve bir sonuca ulaşamayan düşünceler. Hatırımda kalanlar ve kalacaklar mı? Buyurun…

İzmir… Kordon boyunca sere serpe uzatmış ayaklarını, ellerinde içkileri, yanında en sevdikleri, en yalın, en çıplak dostları, hafif bir yaz akşamı esintisi ve Esin’in güzel sesi. Koro şefi Mute, derin sözleriyle Tuna, Sevdam, gizli duygusal Fırat, her daim gülmeye hazır Eda, bonus mu rasta mı kıvırcık mı sfenks mi belli olmayan saçlarıyla Kerem, yanımızda olamasa da yüreğimizde olan ve hep ne yaptığı merak edilen Pınar. Lise muhabbeti, hiç usanmadan çekiştirilenler, bin defa dinlenmiş olsa da haylazlıklar… Karaburun, Bodrum Koyu… Sakin ama patlamaya hazır olan aydın sahil kasabası, öğretmen evi… Annemle içilen kahveler ve her defasında bakılmak üzere kapatılmış fincanlar. Ablamla (bekâr olarak) son kez paylaştığımız odamız. Babamın bir kısırdöngü içerisinde gidip geldiği Antalya, Bodrum, Çeşme, Fethiye.

Hatırımda yer eden ve hiç çıkmayacak olan; nasıl bir insan olursam olayım beni bu halimle kabul edebilmiş, beni ben olduğum için sorgulamayan, yaptıklarım ve yapacaklarımda destek bulduğum ailem ve aileme katılmış olan, yürekleri de dostlukları ve sözleri gibi mert olan insanlardır.

29 Temmuz 2008 Salı

Bir hiç olmak pahasına

Elif İnal

Baştan söyleyeyim, Ergenekon iddianamesi doğrudur ya da saçmalıktır demeyeceğim. Çünkü o kadar keskin bir ‘taraf’ olma ki bu, ileriki yıllarda (bu 20 yıl sonra da olabilir) kayıtlara geçen herhangi bir sözden utanacak duruma gelinebilir. Ama yine de üzerine konuşmak ne haddime diyemeyeceğim çünkü bütün bu tartışmaların arasında bir şeyler hissetmemek, tartışmaların dışında kalmak imkânsız. Öyle ki bir seneliğine yurt dışında olsaydım, Türkiye’ye geldiğimde uzaydan gelmiş saftirik bir yaratıkmışım gibi bakarlardı bana.

Ergenekon meselesi çok uzun zamandır tartışılıyor ama bütün detaylardan bağımsız olarak ilk Yalçın Küçük’ün bir lafıyla düşünmeye başladım. Yalçın Küçük ne zaman televizyona çıksa, diğer konuşmacıların suratında bir yana doğru hafifçe kayan, alaycı bir tebessüm oluşuyor. Doğrudur, Yalçın Küçük’ün bağırmaları, kitaplara vurmaları, kısık sesle dünyanın son gününü açıklıyormuş gibi dinlettirdikleri biraz garip görünebilir. Fakat Ergenekon soruşturması 32. Gün’de (10 Temmuz) tartışılırken söylediği ‘karanlıklar ile aydınlığa çıkılmaz’ lafı da düşünülmeye değerdir. Çünkü gerçek ne kadar acı verici olursa olsun, her koşulda insanlara bildirilmelidir. Ben maalesef bütün bu karmaşanın içinde gerçekliğin tüm çıplaklığıyla insanlara sunulduğuna inanamıyorum. Yalçın Küçük’ün ‘karşısı’ndakiler de (Önder Aytaç başta olmaz üzere) inatla ‘Bu ülke çok daha iyi günlere gidecek, pırıl pırıl bir gelecek bekliyor bizi’ diye savundular. Eğer hakikaten öyleyse, bir çıkar sağlamadığı sürece kim neden bunun aksini istesin ki? Hatta daha da ‘temiz’, daha ‘insanca’ yaşanılan günler görmek isteriz, ama şimdilik o kısıma girmeyelim.

Araf ne taraf?

Her fırsatta karşılarındakini demokrasiyi savunmamakla suçlayanların da, ‘halkın’ her şeyi anlamasına gerek yok, ‘kafaları nasıl olsa basmaz, biz en basit şekliyle anlatıyoruz, darbeye karşı çıkın’ demediğini umuyorum. Eğer olayı dışarıdan izleyen bizler için neyin iyi olduğuna kendimiz karar vereceksek neden Ergenekon’a şüpheyle yaklaşınca hemen en ağır ithamlarla suçlanmamalıyız. Tabii ki ‘Bizim için en iyisi darbedir’ diyen insanla tartışılmalıdır fakat bizi ‘pırıl pırıl’ bir geleceğin beklediğine gönülden inanamıyorsak da ‘bir şeyden anlamayan gözü köreltilmiş’ insanlar suçlamasını da kabul edemeyiz. Ahmet Altan’ın Taraf’ta yazdığı yazılar öyle basite indirgenmiş durumda ki, biraz salak yerine konduğumu hissediyorum. (ya öyle ya da söyleyecek fazla sözü yok) Çünkü Ahmet Altan’ı bir süre okumayın, tekrar okuduğunuzda sanki aynı yazının devamını, aynı cümlelerle okuyor gibi hissedersiniz. Pembe diziler nerede bırakılırsa hiçbir şey değişmemiş gibi izlenmeye devam edilir ya, işte aynen öyle. Taraf’ta yayınlanan belgelere güvenerek yazıyordur, dedikleri doğru çıkacak da olabilir ama karşı karşıya getirdikleri de sakattır. Öyle genellemelerle zıtlıklar oluşturuluyor ki (laik ve müslüman) sadece gerçek hayatın bu kadar basit tezahürleri olmadığını söylemekle yetineceğim.

Tarihin elinde oyuncak olmak

Oral Çalışlar ve birçok insan başka ülkelerde (İspanya gibi) olduğu gibi Türkiye’nin de temizlendiğini söylüyor. Ama ben Arjantin’deki darbecilerin yargılanma sürecinde olduğu gibi ne mahkemeden çıkacak sonucu sevinç çığlıklarıyla karşılayabileceğime ne de açıklama yapan başbakanı gözyaşlarıyla alkışlayabileceğime inanıyorum. Bu yüzden de maalesef ‘taraf’ olamıyorum. Ama Taraf gazetesi yazarları (Gökhan Özgün’ün de 10 Temmuzda yazdığı gibi) ısrarla bu meselede taraf olmayanların gelecekte çok utanacağını, bu davanın tarihte dönüm noktası olurken ‘tarafsız’ların tarihte bir hiç olacağını söylüyorlar. Peki, her şeyin bu kadar içine gömülmüşken, tartışmalara dışarıdan bir gözle bakamıyorken karanlık olmayan yolun hangisi olduğunu nasıl bileceğiz? 12 Eylül döneminde olayları ‘dışarıdan izleyen’ insanlara hayretle bakıyoruz bugün, yargı süreçlerini ve işkenceleri, olayların gerçek yüzünü nasıl fark edemediler, nasıl bu kadar kör olabildiler diye. Onlar da bize ‘Bizim bunlardan haberimiz yoktu ki, yeni yeni çıkıyor bunlar ortaya’ diyor. Peki, bundan 20 sene sonra biz de savunduklarımız karşısında ‘Nasıl bu kadar kör olabildik?’ demek zorunda kalırsak ne olacak? Bütün bu olayları medyadan takip etmek zorunda olduğumuz için de ‘gerçekler’in farkına varıp aydınlanıyor muyuz pek emin olamıyorum. Ünlü, ‘Bir Giritli der ki: Bütün Giritliler yalancıdır’ paradoksuna ‘modern’ bir yorum getirdim; bir medyacı der ki: bütün medya dezenformasyona boğulmuş durumda. Eğer öyleyse, kendi de o dezenformasyonun bir parçası olduğuna göre, onun dediğine nasıl güveneceğiz? Bu nasıl bir dezenformasyondur ki iki gazeteyi (Cumhuriyet ve Taraf olabilir bunlar mesela) arka arkaya okuduğumuzda tamamen iki farklı ülkede bu olaylar yaşanıyormuş gibi hissediyoruz? Durduğumuz yerden okuduklarımıza göre bütün görüşümüz tamamen diğerine zıt bir şekilde oluştuğuna göre, ‘gerçek ne kadar acı olursa olsun bize iletiliyor’ duygusuna nasıl sahip olabiliriz? Eğer ortada bir gerçek varsa, bu herkes için aynı netlikte ve ‘alkışlanabilir’ nitelikte olmalı.

20 Temmuz 2008 Pazar

Anestezik farkındalık: “Feryada gücüm yok, feryatsız duy beni”



Tuğba Maran


‘Farkındayım’ durumu eşitleyen hatta çoğu zaman sizi 1-0 öne geçiren ya da en azından durumu 1-1’e getiren bir kelimedir. Zımnen de olsa yeni bir şey duymadığınızı, uyanık olduğunuzu, iz sürdüğünüzü ve kontrolün sizde olduğunu söyler. Güç bir şekilde sizin de elinizdedir. Ya da başka bir türden hayatınız var diyelim.‘Su akar yatağını bulur’ diyerek kendinizi koyuvermişsiniz, gelişine vole yaşıyor, bir puronun sadece bir puro olduğunu düşünüyorsunuz. Ancak hepimiz ‘farkındayız’ ki bu devrin insanı ikincisinden hazzetmez. Satır aralarını okumada ordinaryüs olmak nihai hedefimizken üstelik. Neyse biz bir ifrat ve tefrit dengesi kurup konu başlığımızı daha fazla bekletmeyelim.

Ameliyat masasındasınız ancak bilinciniz açık ve yapılan her şeyi hissediyorsunuz dolayısıyla da acı içindesiniz. Fakat anestezi nedeniyle bedeninizi hareket ettirmeniz mümkün değil. Kısacası ‘anestezik farkındalık’ denen tıbbi kâbusun içine düşmüş durumdasınız. Bu hakiki karanlık tabloyu fazlaca uzatmadan metaforik olarak kullanmaya devam edelim. Hayat akıp giderken, siz anestezik farkındalık içinde ancak bir o kadar da kontrolünüz dışında bir yaşam sürüyorsunuz. Sorunun farkındasınız. Ne yapmalı? Acaba herkes sizin kadar acı mı çekiyor? Siz ‘hayır sonuna kadar acıyı hissettim’ derseniz size deli mi derler? Ya başkaları da biliyor ve susuyorsa? Onlar gerçekten uyutulabilmeyi başarılanlardan mı? Böyle bir şey mümkün mü?

Siz sistemin münferit bir komplikasyonu musunuz?

Anı yaşa! Bu bir emirdir !

Sizin kafanızda türlü düşünceler dönerken (algıda seçicilik denen şeyden fırsat ve mecal kalıyorsa; otobüste uyuya kalmıyorsanız, günlük ekmeğinizin derdine düşmediyseniz gibi sonsuzluğa uzanan örnekler düşünelim) aynı zamanda etrafa bakıyorsunuz. Kulağınıza “Carpe Diem (anı yaşa)” diye bir şeyler çalınıyor. Kitaplar, filmler, müzikler, hatta reklam sloganları bunu salık verip duruyor. Sizin tam da muzdarip olduğunuz şeyden övgüyle bahsediyorlar. Hangisi gerçek? Sizinki mi yoksa onların bas bas bağırdıkları mı yaşanması istenen o ‘meşum’ an? Siz “öyle sarhoş olsam ki bir an seni (hayata sen deyiniz, çekinmeyiniz) unutsam”ı terennüm etmektesiniz oysaki. Dalga geçer gibi ‘Anı yaşa! Bu bir emirdir. Etrafın sarıldı.” diyorlar. Siz de aynı şeyden bahsediyorsunuz. Nasıl olur da bu kadar farklı olabilirsiniz?

Ameliyat anına tekrar döndünüz, acıyı çeken ben miydim onlar mıydı? Ben kâbus mu gördüm? Sizi kendinizden şüpheye düşürecek tüm soruları sordunuz. Sonra bir açıklarını yakaladınız. Evet, madem bu kadar anı yaşamalıyız neden herkes antidepresanlara hücum ediyor? Bir psikiyatrın röportajında okumuştum, yaşlıca bir kadın hastası “Doktor Bey yalnızca tahammül hapı istiyorum” demiş. Ne de dürüstçe tanımlamış. Kısacası anı yaşamaya mahkûmsunuz ve şifayı aynı ellerde bulmak zorundasınız. Pembe gözlüklerimiz pembe haplarıyla muadil midir acaba?

Velhasıl kelam, tikeli tümelden ayırabilmek de zaten ne ölçüde mümkündür? Ne zaman gerçekten mutlu, mutsuz, âşık, deli, salak vs. olduğumuzu zaman içinde anlamaz mıyız? Bağlam bir önem arz etmez mi? Ha güzel ya da kötü bir his zaten o an hissedilir. Seviştikten 3 saat sonra orgazm olan gördünüz mü? Bunun neyi için kendimi zorlayayım. Ya da anı yaşamaktan gerçek kasıt harekete geçmek mi? Eğer eliniz kolunuz bağlanmadıysa, “öğrenilmiş çaresizlik” denen şeyi yaşamıyorsanız zaten o şeyi ‘anında’ yapmaz mıyız? O an hep geçmişle örülmemiş midir? ‘Kelebek etkisi’nden, âşık olunca karnımızda o kişinin adıyla kanat çırpan sevimli kelebek dostlarımızı mı anlıyoruz o zaman? Hmm.


19 Temmuz 2008 Cumartesi

Cinsel tercih mi? Asla!


Elif İnal

‘Rica ederim, bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi?’ demiş Erasmus bundan 500 yıl önce. Şimdi ise biz kendi varlığından canı ‘sıkkın’-iç veya dış ‘düşmanlar’ yüzünden- insanların, LGBTT’lerin (lezbiyen, gey, biseksüel, travesti, transseksüel) topluluğa nasıl ‘hoşsuzluk’ getirebileceğini tartışıyoruz. Lambda’da bir araya gelenler, örgütlenenler aslında ‘kimlik’leri yüzünden değil, talep edecekleri haklar yüzünden susturulmak isteniyor. Seks işçiliği ‘ahlaka aykırı’ bulunup, ona karşı herhangi bir işlem yapılmıyor çünkü onlar öyle ya da böyle emek sömürüsüne dâhil olmuş durumdalar. Ama gey ve lezbiyenler gürbüz çocuklar yapıp çarkın içine girecek, topluma faydalı bireyler yetiştiremiyorlar. (Hâlbuki belki onlar da evlenip evlatlık edinebilseler, normalleşip ‘Türk aile yapısı’nın karikatürümsü haline dönüşecekler)

Lambda’nın neden kapatılmaması gerektiğine dair birçok yazı bulabilirsiniz. Çoğu da iyi gerekçelendirilmiştir. Ben daha çok Lambda gibi derneklerdeki insanların, teoriyle haşır neşir olmalarına, terminolojiyi yerinde kullanmalarına ve kimlik meseleleri üzerine kafa patlatmalarına rağmen kendi kimliklerini kurarken çıkan bir iki pürüzden bahsedeceğim.

Kimlik öyle bir kelime ki sadece çokluğu ve çeşitliliği göz ardı etmez, aynı zamanda hayatın değişkenliği içinde sabitliği de varsayar. Nasıl bir kitabın ismi kısaldıkça kendi kalınlaşıyorsa ama hiçbir zaman her boyutuna değinemiyorsa, ‘kimlik’ de ne kadar çok laf üretirse üretsin hiçbir zaman gerçek hayatı tüm boyutlarıyla kapsayamaz. Bu yüzden de eğer meselemiz temsil meselesiyse, illa ki ‘kimliği’mizin çoklu boyutundan feragat edip acil çözüm bekleyeni öne alacağız. ‘Ben buyum, bu yüzden eziliyorum ve hak talep ediyorum’ demek için ne olduğumu sabitlemem, her zaman böyle olacağımı söylemem ve sırf bu yüzden ezildiğimi belirtmem gerekiyor. Fakat bu sorun, politik düzlemde temsil beklemeyen kişilerde de olunca iş daha temel bir yere dayanıyor: Her zaman güvenli olacağını bildiğimiz ‘ev’de kalmak istemeyiz; yola çıkmak, keşfetmek isteriz, değişiklik ararız ama her zaman döneceğimiz bir evin olması da bizi rahatlatır, aklımızın bir köşesinde ‘sabit’imizi oluşturur. Cinsel kimliğin muğlâk olduğunu söylemek ‘evi’ yakıp yıkmak, yok etmektir. Bu yüzden de Butler’ın ‘cinsiyetsiz doğuyoruz’ lafını kabul etmemiz, elimizden ‘ev’imizi alacağı için pek de kolay değildir.

Tercih mi, yönelim mi?

Bütün bu sorunlar yüzünden tek bir soru bile üzerinde saatlerce tartışılacak öneme sahip oluyor. Cinsel yönelim mi, cinsel tercih mi diyeceğiz? Hangi eşcinsele sorarsanız sorun, ister teorik düzeyde ister gündelik konuşmayla tartışın, size bunun bir tercih meselesi olmadığını, her zaman ‘ne olduğunun’ belli olduğunu ve ‘içten içe’ her zaman bunu fark ettiğini söyleyecektir. Tabii ki onların, heteroseksüel kalıplara uymuyorlar diye, bir şeyleri sorguluyor olmaları gerekmez ama kendinden çok emin şekilde ‘Bu bir tercih meselesi değildir’ diye haykıranların da neden bu kadar muğlâklık kaygısı çektiklerini sormamız gerekir. ‘Politik olarak’ doğru olanın ‘yönelim’ olarak yerleştirilmek istenmesi de bunun tartışılmasının bile artık söz konusu olamayacağını gösteriyor. Çünkü eğer ‘tercih’ denirse, bu sabit olduğu iddia edilen ‘kimliği’ temellerinden sarsacaktır. Burada tabii ki niyetim heteroseksüeller doğuştan ‘normal’dir, olmayanlar heteroseksüel olmamayı ‘bilinçli olarak tercih etmişlerdir’ demek değil. Aksine her türlü sabit kategorinin- ‘erkek’ ve ‘kadın’ kategorileri da dâhil olmak üzere- sorgulanması gerektiğidir.

‘Ya tercih edecek bir şey yoksa’

Hermafrodizm (iki cinslilik) üzerine düşünmek, düşünmemizi sıkıştıran kalıpları sarsabilir çünkü kişinin her iki cinsiyeti de barındırıyor olması bir ‘fazlalıktan’ ibaret değildir. ‘6. parmak’ gibi, kesip atılınca kurtulunacak bir şey ya da Türkiye’de olduğu gibi erkek çocuk isteyen ailelerin bir yara gibi ‘diktiriverdiği’ bir şey de değildir. ‘Hermafroditler, toplumsal cinsiyete ve kadın-erkek rollerine dair ne biliyorsak altüst eder çünkü ‘doğuştan gelen bir ‘yönelim’i yoktur. (ne kendi kimliği ne de kiminle beraber olacağı kesin sınırlarla çizilmiştir) ‘XXY’ diye çok güzel bir film var mesela, hermafrodit olan başkahramanın babası, ‘kız’ uyurken başında bekler. ‘Kız’, gözlerini aralayınca sorar: ‘Beni korumaya daha ne kadar devam edeceksin?’. Babası ‘Sen tercihini yapınca’ diye cevap verince de ‘kız’ şöyle der: ‘Ya tercih edecek bir şey yoksa’

Bedenimizden çıkan arzunun, üzerine kurduğumuz kimliğin sabit ve ‘doğuştan gelen’ olduğunu savunmaya devam ettikçe, her zaman sabitliği bozacak sinyaller veren bedeni, içerideki ‘şeytan’ı hiçbir zaman alt edemeyeceğiz.


13 Temmuz 2008 Pazar

Fotoğraflarla GünlükHayat zirvesi


“Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?” – Elif İnal

Bir avuç GH yazarından oluşacak toplantımız öncesinde gurul gurul guruldayan midemi bastırmam, rakıyı ‘adabıyla’ içmem ve ‘ağzınızla için şu içkiyi’ eleştirilerine maruz kalmamam için elzemdi. Bu yüzden her ne kadar diğer yazarların dakik olacağına dair inancım az da olsa (daha sonra bu düşünce beni fena halde bozacaktı çünkü Kerem ve Mithat dakikten de öteydiler), buluşma saatimize geç kalmamak için en hızlısından bir ‘Anıt büfe ziyareti’ gerçekleştirdik. Büfede yıllardır düşündüğüm, geçerliliği olmasa da çocukluğumdan kalan anılar bunu desteklediği için doğruluğuna canı gönülden inandığım bir ‘gözlem’imi aktardım (tabii ki Mustafa ‘Ne alakası var’ dedi, Tuğba ise her zamanki temkinli tavrıyla ‘Bir düşünelim’ dedi). Gözlemim de şu: Planlanmış bir aktivitenin öncesinde geçirilen vakit, çoğu zaman aktivitenin kendisinden daha eğlenceli, daha anlamlı, daha derin ve daha samimidir. Çoğu zaman yolculuğun varılacak yerden daha önemli hale gelmesi gibi, yemek hazırlama aşamasında mutfakta yapılan sohbet asıl yemek sofrasındakinden çok daha samimi olur ve öyle içten konuşmalar bir daha sofranın kendisinde yapılmaz. Toplantıyı Anıt Büfe’de yapsak daha mı derin konuşmalara imza atardık diye düşünmeme ramak kalsa da, sofranın kendisi de (rakı sofrasının ayrı bir samimiliği de var tabii) aynı derecede doğal, eğlenceli ve ‘Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?’ dedirtecek kadar hoştu. Gözlemden bozma teorim varsın GH toplantısıyla çöksün; ‘sofra’nın kendisi, etrafındaki insanlarla samimi olduğu sürece, biraz ‘mutfağı’ anımsatıyor.


“İyilik güzellik” – Kerem Özkurt

Bir lokal düşünün; büyük bir aile toplantısına gelmiş gibi her masa, birbiriyle alakasız ama aile reisinin kocaman evinin bahçesinde eğleniyormuş kadar rahat ve içten. En önce kendilerini keyiflendirmek sonra birazını bize de ikram etmek için kenarda çalan bir kanun, bir keman, bir darbuka. O masalardan birini düşünün ki beş kişi oturuyor: biri tüm gece masadaki mezeleri tırtıklıyor ve çok konuşuyor; bir tanesi, en köşede sessiz sedasız demlenip ancak en kritik pozisyonlarda müdahale ediyor; bir tanesi, sakalı olmasa gözüm bir yerden ısıracak, tüm masanın editörlüğünü yapıp her bulduğu tabağın üzerine zeytinyağını boca ediyor; masanın iki sevimli kızından bir tanesi karşısındakilerin toplumsal hareketler bilgisini ateşle imtihan ediyor, öyle ki her sigara yakışında bu sefer yakacak çıramızı diyoruz; beriki ise belli ki Barthes’ı kullanacağı bir yazı yazacak onu hesaplıyor, az konuşup bolca tekme atıyor. Sonrasında Erkin Koray çalıyor fasıl heyeti... Sonrası iyilik güzellik…


“Rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi” – Tuğba Maran

“Her (minik komünal ya da bireysel) aktivitenin hazırlık süreci o aktivitenin kendisinden daha eğlenceli geçer” (Elif İnal in Anıt Büfe, 2008) Bu anonim bilgi, bu yerel Murphy kanunu 1. Geleneksel(!) GH Zirvesi’ni, bu teori altında istisna kılan şeydir. Neydi bu gecenin öncesi? (You think you know the story, but you only know how it ends. To get to the heart of the story, you have to go back to the beginning, The Tudors’un tagline’ı in various dvd/divx) Dokumantarist’te izlenen iç burkan, yürek rendesi iki belgesel (‘Limanların Uğultusu’ ve ‘Kimim Ben?’) en azından beni ağlatmanın kıyılarında dolaştırdı ve inancımızı yine canımızı acıtarak tazeledi. Bu kıvama gelmiş Mustafa, Elif ve bu fakirin ‘felekten bir gece çaldılar’ ‘manşet’inin üç atlısını oluşturması çelişkili görülebilir. Ama ne derler medya için “kiri varsa sabunu da kendisi”. İşte biz de acısını da sevincini de kendi içinde bulan, kekremsi bir hüzünle, duygulanımlarımızın pekiştiği (ay devam edemiyeceğim, zira edebi yönüm tasvire imkân ve şerait tanımıyor kuzum). Ne diyorduk? Evet, acı başladı, neşeli bitti. Kerem yeterince güzel yazmış gecenin detaylarını. (Detay derken Elif’in ve benim boy ölçülerimizden bahsediyorum tabii :) Elbette rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi ve biz Voltran’ı oluşturup ‘Türk Solu’nu kurtaracakken fasıl başladı ve dış mihraklar sesimizi kesti. ‘Tanju Okan bilmiyoruz’ demelerinden ben anlamıştım zaten ajan olduklarını…


“Maziye bir bakıver neler neler bıraktık” – Mustafa Kuleli

Bu yazıyı, geçen cumaki “dostluk ve dayanışma gecemiz” üzerine yapılan tüm yorumları okumanın verdiği gönül rahatlığı ile yazıyorum. Kerem, Elif ve Tuğba kendi meşreplerince vaziyeti anlatmışlar. Ama izninizle ben de, enformatif futbol anlayışımla, bir gireyim topa:

Bolca siteden konuştuk önce, sonra körler ile sağırlar birbirini ağırlar misali birbirimizi övdük. Sonra Tuna gibi, Duygu gibi, Kuzey gibi arkadaşlarımızı yâd(!) ettik, herkes herkesi cismen tanımasa da. Bir an önce geri dönseler dedik. Çoook uzun zamandır yazmayan ‘konuk yazar’ları hatırlamaya çalıştık, falan filan. Sonra hayata dair başkaca meseleler, okul durumları, televizyon, Kanat Atkaya ve Yılmaz Özdil çekiştirmeleri; Ufuk Uras, çatı partisi ve sol ne yapmalı tartışmaları; zeytinyağı, kanser, Akdeniz mutfağı; deterjan reklamları ve hatta Adanalılar ve tonla başka şey...

Bu arada hiç kimse yazmamış tabi, bir ara oynadık bile. Bayağı, şıkır şıkır oynadık! Gecenin sonunda ise Kerem beklenmedik bir çıkış yapıp, “Maziye bir bakıver!” dedi durduk yerde. Bana diyor sandım, tam ona doğru dönecekken Mithat ters köşeden “Ömrümüzün son demi!” diye açıklama getirdi saz ekibine. By-pass olmuştum, kederlenip, mecbur şarkıya katıldım:

Ömrümüzün son demi son baharıdır artık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık
Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık

(İlk dize pek uygun değilmiş bize ama olsun)

(Ayrica bkz. Kerem Özkurt ve Mithat Fabian Sözmen'in konu ile ilgili yazıları)

Çeki-Yorum #4
Beyoğlu / İstanbul

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Birinci ve geleneksel olmaya aday günlükhayat yazarları toplantısı

kerem özkurt

Sonunda toplandık. Geçen cuma akşamı Taksim'de birinci ve geleneksel olmaya aday günlükhayat yazarları toplantısını yaptık. Yazarların hepsini toparlayamadık çeşitli nedenlerle ama onları da tanımak için heveslendik açıkçası. Dışarıdan bakınca sanki her hafta kafede toplanıyor da ne yazacağımıza karar veriyormuşuz gibi görünebilir; ben bazı dergilerin hala öyle çıktığına inanıyorum. Halbuki biz günlükhayat yazarları olarak; ayrı yerlerde birbirimizden çok da haberdar olmadan yaşarken asgari düşünce senkronunu tutturmuş; buna güvenip aynı sitede sessiz bir mukaveleye imza atmış gibi yazıyoruz. Hadi gerçeği söyleyeyim ben öyle yazıyormuşum; çünkü kalan dört kişi az çok birbirini tanıyordu. O sebeple bu toplantı günlükhayat’la ilgili irili ufaklı kararların konuşulduğu bir buluşuma olmasının yanında benim açımdan bir diğer önemi, kalan yazarları tanıma bahtiyarlığı oldu.



Okurla yazar arasında, yazdıklarından öte tuhaf bir hayal ilişkisi vardır. Yazar, varsaydığı bir okuyucuya yazar; kafasında az çok şekillendirdiği bir kişiye hitap etmeye çalışır. Okuyucu da, okuduklarının kurdurduğu hayaller dışında, yazarın tipini, şeklini şemalini gözünde canlandırır. Ona bir eda yakıştırır, bir konuşma tarzı bir ses tonu, bir bakış bir kavrayış; ama bunlar yazarın gerçek kişiliğine ne kadar uyar? Çok sevdiğiniz bir yazarla karşılaşınca kafanızdaki ile karşınızdaki ne kadar birbirini tutar? Ben çok arkadaşımı biliyorum sevdikleri yazarları imza günlerinden sonra değiştirdiler. Kısacası tanışma işi biraz radyodan televizyona geçiş gibidir. Yıllarca radyoda Beşiktaş’ın denize bakan kaleye atak yaptığını heyecanla dinlediğinizi spikeri evinize o gün getirilmiş siyah beyaz televizyonda görmek gibi; hem de sesinden beklenmeyecek bir biçimde genç ve düzgün görünüşüyle…



Ben de buluşma yerine on dakika önce gidip hangisi kim olabilir diye etraftakileri kesmeye başladım. Kolu sargılı, iri yapılı birine Mithat’ı yakıştırdım; halı sahada maç yaparken sakatlanmıştır diyerekten. Sonra kitapçıyı gezerken inatla her gittiğim rafa peşimden gelen pembe tişörtlü birinden şüphelendim ama ona isim kondurmadım. Birde buluşma yerinde (muhtemelen başka birini bekleyen) kumral uzun boylu bir kıza da olsa olsa ya Elif’tir ya Tuğba dedim. Tabi ki hiç biri tutmadı. Tam buluşma saatinde tekrar kitapçın önüne çıktığımda Mustafa hepimizi tanıştırdı.



Ey okuyucu. Sözüm sana. Artık senin okuyup de kafanda kurduğun imajların gerçek şekillerini biliyorum. Tabi ki burada gördüklerimi ifşa edip büyüyü bozmak niyetinde değilim. Bu, okuyucuya yapıp yapabileceğim en büyük kötülük olur. Yine de cin okuyucunun anladığı gibi Mithat’ın kolunda sargı yok ve Tuğba ile Elif o kadar uzun boylu değil. (ve sanırım bu yazıdan sonra ikinci toplantıya çağırılmayacağım…)



Ben severek okuduğum yazarlarla konuşmaktan hep kaçınırım; yine de her tanıştığımda, geçen cuma gecesinde olduğu gibi; o yazarların okuma zevkimi haklı çıkaran konuşmalarını şaşırarak dinlerim. Bu işin en keyifli yanı ise o yazarın, okuduklarınızdan daha fazlasını, ilerde yazıp yazmayacağı binlerce yazıyı karşınızda kurup kurup bozması. En az okumak kadar heyecanlı, hatta bir metnin hazzından daha fazlası...


Bu sazlı sözlü toplantıda günlükhayat hakkında güzel fikirler çıkardık. Daha canlı, daha özgün; ama bir o kadar tanıdık ve yine günlükhayat olarak yolumuza devam edeceğiz. Kim bilir belki bir sonraki toplantıyı, müptela günlükhayat okuyucuları ile yaparız…

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Olmalı mı olmamalı mı?


kerem özkurt

Konserin verildiği alana yaklaşırken hala müzik sesi gelmiyordu kulağıma; konserin ben yetişemeden bittiğini düşünüp üzüldüm bir ara. Sonra Bülent Ortaçgil’in kelimeleri küçülten sesini duydum. Yine oyunun dışında kalmış bir çocuğun mızmızlanması gibi söylüyordu şarkısını. İç buran, düşündüren, alay eden ama hep oyun oynayan tavrıyla. Kalabalığı yarıp en öne çömeldim. Altı üstü bir avuç insandık. Küçük, yarım ay bir amfi tiyatronun ortasında beyaz gömlek keten pantolon; sakalı, şapkası, her şeyiyle yaz gecesi sahilde gitar çalar gibiydi Ortaçgil.



Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda her yaz ücretsiz etkinlikler düzenleniyor. Film gösterileri, tiyatrolar ve konserler. Tatile gidememiş Beşiktaş hane halkı için bir avuntu, bir eğlence. Belediye; yazlık yerlerin o gürültülü, şenlikli akşamlarını İstanbul’un göbeğinde, işlek caddenin bir üst sokağında yaşatmayı başarıyor. Akşam işten dönmüş anne-baba, çocuklarını da alıp nefeslenmek, biraz kendilerini eğlendirmek, biraz da çocukların gönlünü etmek için geliyorlar parka. Konser, gecenin cilası. Yoksa zaten aileler parkın içinde bir tur attıktan sonra, oluruna gelirse bir banka çöküp çekirdek çıtlatacak, önemli önemsiz birçok şeyden konuşacaklar, geçe kalmadan da evlerine döneceklerdi. Yeni yetme genç kızlarla oğlanlar, onlardan daha geç saate kadar oturacaklar parkta; ilk aşk, ilk heyecan, belki, birbirlerine el altından kur yapacaklar. Yaz akşamı dediğin böyle olmaz mı zaten.



Bülent Ortaçgil tam sahnenin ortasında söylüyordu şarkısını. Tam bu yaz akşamının ortasında. Her şarkı arasında da alın şu çocukları sahnenin önünden diye serzenişte bulunuyor. Cicili bicili giydirilmiş, belli ki akşam önemli bir yere çıkılıyor diye giydirilmiş, esmeri sarısı, hınzırı uysalı bir sürü çocuk koşuşup duruyor sahnenin önünde. Şarkı aralarında, belli ki birinin kulağına fısıldadığı şarkı ismini gidip soruyor. Ortaçgil her defasında isyan ediyor: “Benim öyle bir şarkım yok, uyduruyorsun.” Kalabalığın içinden bağıranlara da aynı şekilde yanıt veriyor: “Hayır efendim, Barış Manço’nun o şarkı”. Sahnenin önüne gençten bir kız geliyor koşarak, ısrarla bir şarkıyı istiyor, ısrarla tersliyor Ortaçgil; adamın öyle bir şarkısı yok işte…



Eşini kocasını, çoluğunu çocuğunu alıp gelmiş bu dinleyici, Bülent Ortaçgil dinleyicisi değil. Tesadüfen oraya oturmuşu da vardır, parkta dolaşırken denk gelmiş, bir konser dinlemek isteyeni de; sadece meraktan izleyeni de. Gerçekte Ortaçgil konserini duyup gelen de vardır. Gene de Ortaçgil’in beklediği topluluk değil bu. O yüzden sıkıntılı söylüyor şarkılarını. Bir saatte de bitiriyor konserini, “Bir daha bir daha” tezahüratlarına aldırmadan, arkasını dönüp uzaklaşıyor oradan.



Yine toplum tarafından anlaşılamamış bir entelektüel vakası. “Sen hayatında hiç müzik dinledin mi” diye soruyor konser sırasında kendisinden şarkı isteyen, yerden bitme bir velede. Sonra bir türlü kıymeti bilinmeyen her sanatçı gibi yüzünde küskün mü sinirli mi anlaşılmayan bir ifadeyle sahne ışıklarından karanlığa yürüyor. İçinden bir kez daha yemin etmiştir herhalde bir daha böyle bir yerde çıkmayacağım sahneye diye. Seyirciler arasında da, ne kibirli adam diyen olmuştur, “şarkıları da bir şeye benzese”. Sanatçı/entelektüel ile toplum birbirini böyle itiyor. Oysa basit bir kan uyuşmazlığını hemen buraya yormak ne kadar doğru? Ortaçgil yirmi yıl sonra da sahneye çıksa Abbasağa Parkı’nda kendisini dinlemeye bu kadar insan gelecek; Ortaçgil dinleyeni bellidir. Çok kaliteli, çok kültürlü bir kitle için müzik yapıyor anlamında kullanıyor değilim bunu; kendi kendine oyun oynar gibidir şarkıları. Oyununa herkesi almak istemeyen bir çocuk kadar da mızmızdır. O yüzden hiç halk konserine yakışan bir tip değildir. Çıkmaya çalışırsa tersler de terslenir de. Yoksa bu “sanat toplum için mi yoksa sanat için midir” tartışmalarında kanıt gösterilecek türden bir karşılaşma değildir bence. Çünkü müzik, hangi ölçütle iyi-kötü, kaliteli-kalitesiz diye ayrılıyor bilmiyorum ama, her şekliyle bir ıslık, bir mırıldanma ya da kafanın içinde yankılanan bir sesse, dinlenmeye de söylenmeye değerdir gibime geliyor.



Özdemir Erdoğan’ın “İbo Show”a konuk olduğunda söylediği gibi; iyi müzik kötü müzik yoktur; iyi yorumcu kötü yorumcu vardır.

19 Haziran 2008 Perşembe

Post-ezikler Quasimodo’ya karşı

Tuğba Maran

Bazen öyle spesifik şeyler kafanızda dönmeye başlar ki ve öyle birbirleriyle alakalıdırlar ki, bunları bir bağlama oturtabildiğiniz zaman “Evreka Evreka!” diye sokağa fırlayasınız gelir. Tamam, böyle bir girizgah insanda biraz sonra hayatın sırrını söyleyeceğim hissiyatı yaratmış olabilir ama konuyu dağıtmayın lütfen ayrıca. Neyse evde denemenizde hiçbir sakınca olmayan bir testle dilerseniz Amerika’yı beraberce keşfedelim. Oynatalım Uğurcum: “Demet Akalın şarkıları, Küçük Emrah, Nuri Alço, Tecavüzcü Çoşkun, “benim olacak fıstık; vurucam kırbacı vurucam kırbacı”, “tikiler” “anti-tikiler”...En önemlisini sona bırakıyorum tabii; “EZİK” Farkındaysanız hepimiz yıllarca içten içe Nuri Alço gazozumuza ilaç atsın, tecavüzcü Çoşkun ile tercihan ormanda karşılaşalım, eşeği (nam ı diğer fıstık) kamçılayan çocukla gelecekle çeşitli iş münasebetlerine girelim, her “kirli” sevişmeden sonra halı yıkar gibi banyo yapan Ahu Tuğba’yı Nuri Alço kadar hunharca tokatlayalım, Küçük Emrah’ın (annesiyle bilahare ilgilenmek üzere) amcası olalım istedik. Evet evet geç itiraf ettik ama olsun.

Yoksa böyle değil mi? Aslında tam tersi miydi? Biz şu anda retrospektif bir bakışla geçmişimizi yeniden mi inşa ediyoruz?

Yıllarca narkotik bastı basacak, kötü yola düştük düşücez (örnekler çoğaltılabilir) korkusu zerk edilmiş bünyeler olarak bu retrospektif kusuşumuz/bakışımız pek de rastlantısal olmasa gerek. İnsanlara (hele ki ergen ve küçük çocukları ‘eğitmeye’ yönelik) bu türden pek çok ‘masal’ öylesine sakil ve beceriksizce aşılandı ki fazlaca alınan alkol gibi şişede durduğu gibi durmadı; beklenildiği gibi istifadeyle değil istifra ile sonuçlandı.

Sezerciğin agu diyemeden çalışmaya başlaması, boyundan büyük laflar etmesi o yaşta “evin erkeği” olması (aynı şeyler “Ayşecik” “Güllüşah” gibi dişi örneklerinden de gözlemlenebilir) bir yandan özcü kadınlık ve erkeklikleri “kanıtlarken” bir yandan da ‘iyilikleri ile izlekleri ezim ezim ezmelerine’ yol açtılar. Tüm mağdurların yarattığı travmalar beynelmilel alanlara da sıçradı izlediğimiz çizgi filmleri bile bu kategorilere sokarak değerlendirmemize yol açtı. (Gerçi Tweety’nin pek çok antipatik hayranı vardı; hmm bir daha düşünmeliyim galiba.)

Tam bu bakış açısıyla geçmişten özenle seçtiğimiz kurbanlar üzerinden, değilleme metodu ile kimliğimizi kurduk. “Ezik misin yaaa?” sorusu ile sanki insan en büyük korkusunu deşifre eder gibi oldu. Hani yükseklik korkusunun temelinde içten içe oradan atlama isteğinin, dürtüsünün olduğundan bahsedilir ya, eziklik korkusu ile de bu korkunun dalga geçme vasıtası ile sık sık dile getirilmesi de çok ilişkili görünüyor bence. Son zamanların çok tartışılan filmi Recep İvedik’de neye güldüğümüze dair bu bağlamda bir şeyler söylemiyor mu sizce?

Aşk da bu paradigmalardan paçasını kurtaramıyor elbette. Hepimiz ya ‘ezik’ Quasimodo gibi “bana su verdi bana su verdi” diye ortalıkta dolanmakla suçlanıyor ya da ‘post-ezik’ gibi “İsim neydiiii? Hatırlamadımmm” şarkısını söylüyoruz.

Sonuç olarak, ezik olmak ya da olmamak ya da neyse o dalga geçme ikonumuz, hâkim ideolojiden muaf değildir. Ve bu zaman içinde çeşitli şekillerde değişse de biz bunu icra ediyoruz, muhakkak görünür kılıyoruz ne olup olmadığımızı. Lost afişine kondurulan küçük Emrah aynadaki iki halimiz gibi. “Hey gidi eski ben heey, nerede “si-en-bi-si-e” nerede ‘Yeşilçam’ın acıların çocuğu’ ” diye haykırmıyor mu tüm bu şeyler?

İşin daha ilginç yanı tam eski masalarla dalga geçenlerle de (bunlar post-ezik tabirini uydurduğum grup olur) dalga geçen başka insanların kabaca anti-tikilerin ortaya çıkması. Bir yalanın (simulakra daha doğrusu aslında) sonsuza giden simulasyon süreci böyle mi oluyor acaba?