2 Kasım 2008 Pazar

Can Dündar’ın “mustafa”sı



kerem özkurt

Önce yanık bir keman sesi geliyor; geldiği gibi anlıyorsun, Balkan ezgisi başlayacak. Sonra küçük bir çocuk silueti çalı çırpıdan yapılmış kulübenin altında. En sonunda Can Dündar’ın derinden gelen, iç titreten yumuşak sesi…

Uzun süredir heyecanla beklenen Mustafa gösterimde. Yıllar önce Sarı Zeybek ile hüngür hüngür ağlamış herkes Mustafa’ya koşarak gitti; ama sanırım aradıklarını bulamadılar. Mustafa bir hızla anlatılan, anekdotları üzerinde hüzünlenmeye ya da düşünmeye fırsat vermeden, çabuk çabuk geçen iki saate sığdırılmış bir biyografi gibi duruyor daha çok.

Atatürk’ün son yüz gününü izlerken daha az tarihe boğulmuş, daha çok hikâye dinlemiştik. Cenaze evinde merhumla ilgili güzel anıları dinler gibi dinledikçe hüzünlenmiştik.

Sarı Zeybek ilk çıktığı yıllarda okullarda gösteriliyordu. İlkokuldayken en az iki kere Sarı Zeybek’i seyrettiğimizi hatırlıyorum. Hala 10 Kasımlarda izlettiriliyordur herhalde. Mustafa’nın da akıbeti aynı olacak gibi. Tek farkla; alelade bir inkılâp tarihi dersinde, öğrencilerine dersi sevdirmek isteyen hevesli bir öğretmen tarafından da seyrettirilecek.

Mustafa ile Sarı Zeybek’in önemli bir ortak noktası var: ikisi de insan Atatürk’ü anlatıyor. Şu ana kadar kuru-kalıp laflarla tarih kitaplarında övülen, paraların üzerindeki çatık kaşlı devlet adamından, muzaffer komutan, yüce insan, ölümsüz Atatürk’ten başkasını. En başta ona annesinin seslendiği ismiyle Mustafa diyerek başlıyor. Zaaflarını, aşklarını, korkularını ve de hırslarını hayatının içine yedirerek anlatmaya çalışıyor. Karşımızda sadece okumak istediği için değil, aynı zamanda üvey babasının evinden çıkmak için askeri okula yazılmış bir çocuk var. Matematik hocasının isim taktığı öğrenci değil, parasızlıktan iyi beslenemeyen, hasta olan; İstanbul’a geldiği ilk yıllarda kendini eğlence âlemine kaptırmış biri. Kısaca içimizden biri var Mustafa’da. Tam da Can Dündar’ın anlatmak istediği gibi.

Birçok hali içinden en çok “yalnız” Mustafa’yı görüyoruz. Kararlı, zorluklara göğüs geren, aklına koyduğunu yapan; ama yaparken de mecburen yalnız kalan Mustafa’yı. Bir nevi kendi ağlarını kendi ören; en sonunda o ağlara takılıp kalan Mustafa’yı. Filmin afişinde olduğu gibi. Elleri cebinde, başı öne eğik, arkasında uçsuz bucaksız ekilmesine rağmen çorak görünen topraklar. İktidar mücadeleleri içinde yalnızlaşan ve bundan duyduğu acı ile kıvranan bir insanı ne kadar güzel anlatan bir resim.

Birçok yeni görüntü, yeni fotoğrafı gün yüzüne çıkarmasına rağmen Mustafa bildiğimiz hikâyeyi yumuşatarak, belki biraz daha yanımıza sokulmaya çalışarak anlatmaktan fazlasını yapamıyor ne yazık ki. Arada kısa kısa cümlelerle kafamızı kurcalasa da resmi tarihin anlattıklarından farklı bir şey söyleyemiyor. Zaten söylemesini beklemek ne kadar doğru olur, ondan da çok emin değilim. Cumhuriyet tarihimize damgasını vurmuş birini “insan” olarak görmeye bile yeni yeni alışıyoruz.

Sonuçta Mustafa’nın onuncu yıl nutkundan arkadaşlarının ikazı ile çıkardığı temenninin gerçekleştiğini söyleyebiliriz. “Beni Hatırlayınız”.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder