29 Ekim 2008 Çarşamba

“Alamanya, umduğunu bulaman ya”

Elif İnal

Frankfurt an der Oder, İstanbul'da olanların olmadığı, olmayanların da olduğu bir şehir. Kargaşa, trafik, insanların rahatsız edici bakışları yok ama farklılık, çeşitlilik, her köşede bir olay durumu da yok. İlk geldiğim günden beri Kant Strasse, Kleist Park durakları arasında, Doğu Almanya'nın yarısı döküntü yarısı yenilenmiş binalarına baktıkça kendimi hiç de yabancı bir yerde gibi hissetmiyordum. Küçücük bir şehir burası, sonbaharın her anlamıyla en güzel zamanlarını yaşıyor. Sapsarı yapraklar betonu görülmeyecek şekilde kapatmış, ayağımı aralarına sokup yaprakları havaya kaldıra kaldıra yürüyorum. Bunları yapmak huzur veriyor çünkü ne yaprakları çiğneyerek yetişmem gereken bir yer, ne de uyuyakalıp durağımı kaçırma korkum var.
Yine de bir şehir ne kadar güzel olursa olsun, fırsatlarından yararlanamadıktan sonra hiçbir şey ifade etmeyebilir. Bu küçücük şehrimizde bile markete girdiğimde, alışverişe değil de gezmeye gitmiş gibi oluyorum. Binlerce çeşidin arasında o ya da bu salamı almam arasında çok az bir fark var aslında ama sunulanların çeşitliliği bir o kadar da kendini hissettiriyor aynı zamanda. Oya Baydar'ın Elveda Alyoşa kitabında Batı’nın sunduklarına koşan Doğuluların sahte mutlulukları için kısacık ama çok etkili bir soru geçiyor:

“Muzla özgürlüğün ne alakası var?”

Küçücük şehrimizin küçücük merkezinin pasaj/alışveriş merkezi karşımı yerine girerken, biraz da bağıra bağıra Türkçe konuşurken, Türkçe konuştuğumuzu duyan, pusetiyle bebeğini gezdiren, başını hafifçe örtmüş bir kadınla göz göze geldim. Donuk masmavi gözleri öyle bir ışıldadı, öyle sıcak bir gülümseme ile bana baktı ki yüzümde acı bir tebessümle kalakaldım. O zamana kadar kendimi yabancı gibi hissetmiyordum, daha henüz düşmanca bir tepkiyle karşılaşmış da değilim. Ama kadınla aramızda gizli bir bağ varmışçasına gülümsememiz kendi İstanbul'umda yaşayamayacağım bir şey yaşamama sebep oldu. Ben ki buraya kendi isteğimle geldim, şehrin bana sunacaklarına erişimim var ve sunulan bir sürü şeyin elde edememenin verdiği engellenme hissi yok. Bir de eğer bunlar olsaydı, burada memleket özlemiyle yanıp tutuşacak, evimi kendi kültürümü anımsatan şeylerle dolduracak mıydım?

Öyle ki insan alışık olmadığı bir tepkiyle karşılaşınca sinirleniyor ve kendi ait olduğu değerlere daha çok önem vermeye başlıyor. Bir iki hafta önce, yeni geldiğim zamanlarda tren garında yanlışlıkla eksik para verince, pizzamı veren adam parayı tezgâha vurmaya başladı. Kendi dillerini konuşmadığım için geri zekâlı olduğumu düşünmüş olmalı ki beni çağırmanın yolunu cama vurmakta buldu. Bu ve bunun gibi olaylarda, en ufak hatada (biz insanlık hali demeye çok mu alıştık?), kâğıdı yanlış çöpe attığımda göz devirmeler insanda ufak tefek tepkilere yol açıyor. Düşünmeden edemiyorum, bir dükkâna girdiğimde, alışveriş yaptığımda müthiş sevimlilikleriyle 'Hallo' diyen insanların güler yüzlülükleri, sevecenlikleri çok mu sahte? Tamam, kuralları işlesin, devam etsin istiyorlardır ama bunu öğretmenin daha 'insancıl' bir yolu olamaz mı? Belki de bu içeriden gelen kurallar sayesinde her şey bu kadar 'tıkırında' işliyordur. Kurallar dışarıdan bir otoriteden gelmediği, insanların birbirine kuralları sertçe 'hatırlattığı' için, birbirine karşı duyulan sorumluluk yüzünden belki kurallara uyuluyordur. Eğer bu kurallar ve göz devirmeler silsilesi içine doğmadıysanız 'Bu Almanlar da çok kaba' demeniz çok doğaldır. Mesele sinirlenip 'Alman yaşam biçimi'ni reddedip etmeyeceğimizde.

Gülmeyi bilmeyen dükkân açmıyor burada

İstanbul'da her şey aksadığında, hiçbir şey doğru işlemediğinde herkes susar ama otobüste bir grup turist sesli güldüğü, 'mutluluk saçtığı' için ayıplanır, 'Biri şunları sustursun' denir. Bu yüzden de ben Almanya'da trende çok sesli güldüğümde kendi kendimi tutmaya çalışıp ağzımı kapattığımda yanımdaki Alman'ın bana Almanca söyleneceğini düşünmüştüm ama tam aksine gülümseyip güzel güldüğümü söylemiş. Bu yüzden de sabahın köründe dükkânı açan kadının güler yüzle beni içeri buyur etmesiyle, yanlış yaptığım bir şeye verilen tepki arasında kalıyorum, ne zaman nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımı kestiremiyorum. Herhalde gündelik yaşam rutine girdiğinde ben de insanlara, tepkilere alışmış olacağım, hatta belki ben de aynı şekilde düşünmeye başlayacağım.

Fakat yine de bu rutine girebilmemi sağlayan diğerleriyle aynı imkânlara ve erişimlere sahip olmam olacak. Eğer 'muz'a sahip olma imkânım olmasaydı, onun benim için hiçbir özgürlük veya seçenek değeri de olmayacaktı, sunulan seçenekler daha da itici gelecek, insanların güler yüzlülükleri ve sevimlilikleri daha da yapay gelecekti.

Markete gittiğimde on yerine yüz çeşit peynir bulduğumda daha mı özgür oluyorum, birbirine benzeyen bloklarda kaldığımda yattığım yatak daha rahatsız, evim bunaltıcı mı oluyor, bu kadar bolluk içinde yaşayıp da hiç birine sahip olamasaydım sonunda isyan eder miydim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder