22 Temmuz 2009 Çarşamba

Var mısın Y.Ö.K. müsün?



Duygu Kocabaylıoğlu

6 Kasım 96
bu hep aklımda kaldı
Y.Ö.K yani YÖK!
YÖK'ün yıl dönümüydü*


“Y.Ö.K YOK OLSUN” afişini alkışlayalı ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, ama o günden bu zamana, yok olmak bir yana, iktidarın tuttuğu hamur mayasıyla gittikçe güçlenen YÖK’ün, her nesil gençlikte bıraktığı derin travmalar mevcut bu topraklarda. İçinden eğitim geçmeyen deneysel sınav sisteminin travmaları bunlar. Laboratuar faresinden bir farkımızın kalıp, kalmadığını sorgulatan eğitimsiz-öğretimsiz sınav sisteminin son şahanesi, katsayı uygulamasının kaldırılması ve artık “ÖSS Sınavı” olarak bellediğimiz baş belasının tekrar ve tekrar –bilmem kaçıncı kez- ters yüz edilmesi. Ve maalesef gençlerin gelecekleriyle ve hatta kişilikleriyle oynayan tüm bu uygulamaların işlevini ve işlevsizliğini tartışacağımıza, mesele gene imam-hatiplilerin önünün açılmasıyla, laik ve karşıt görüşler arasındaki absürd tartışmada kilitleniyor.

Bravo doğrusu! “Yahu (Bknz: RTE’den alıntıdır.) hasta mısınız siz?”, diye sorası geliyor insanın. Yap-boz tahtası bile sizden daha tutarlıdır! En azından ortaya nasıl bir resmin çıkacağını az-çok kestirebilirsiniz. Yok olmasını umduğumuz YÖK’ün, ki burada kast edilen kapısında YÖK tabelası olan bir bina ve kurum değil bu kafa yapısıdır, kuruluşundan, yani 6 Kasım 1981 tarihinden bugüne kadar, 28 senedir üniversite kapılarına dayanan şanlı Türk gençliği ordusunu ne hale getirdiğine bakın.

2002 senesinde ÖSS’ye girerek ve tamamen kişisel becerilerimle bu saçma sapan sistemden en az mağduriyetle kurtulan bir lise öğrencisiydim. Tabii bunda seçtiğim alanın Yabancı Dil olması da etkiliydi. Pek çok arkadaşım gibi 2-3 yıl değil, sadece son sene dershaneye gittim, o da ayıptır söylemesi test çözmem hızlansın diyeydi. Bugünlerde tercih yapan genç arkadaşları kıskandırmak gibi olmasın ama 'ot' olmaktan çok uzakta, İzmir'in Kordonboyu'nda sevgilimle gezip, tozduğum, arkadaşlarımla içtiğim, pikniğe gittiğim, eğlendiğim, hatta internet cafelere bir miktar servet bıraktığım yıllardı lise sıraları. Sonuçta, olması gerektiği gibi gençliğimi yaşamama rağmen(!), oldukça iyi bir puanla da mezun olduğum bölüme yerleştim. (Şu kısa hayatta övünecek bir zekam var, bırakın da onu kullanayım:)

Öte yandan 1,5 sene İngilizce özel ders aldığımı da belirtmeliyim. Fakat asla salt sınavı geçme amacıyla değil, yabancı dilimin bana ‘ilerde’ meslek olması amacıyla çalıştım o derslerde. (O güne kadar 1 senesi hazırlık olmak kaydıyla 5 sene İngilizce eğitim almama rağmen, sanki sıfırdan, tense'lerden ve clause'lardan çalışmaya başlamam bunun göstergesidir.)


İşte lise öğreniminde gözden kaçan o kocamaaaaaaaaaaaan problem de tam bu : MESLEK! Siz 14-18 yaş yelpazesindeki gençleri yeteneği olduğu ve yönelebileceği meslek grupları olarak ele almaz da, onları 5 şıklı, yüzbilmem kaç küsür ezber sorusuna hapsederseniz; koca lise hayatı boyunca iki satır kompozisyon, ne bileyim bir dilekçe örneği bile yazmayı öğretemezseniz, internet menşe-i olmayan iki satır araştırma, kitap karıştırmaya sevk etmezseniz… Sonra da bu genç, 3 sene boyunca özel bir üniversitenin 1 senelik öğrenim ücreti kadar dershane parası döküp, kapağı bi şekilde üniversiteye attığında önüne gelen ilk boş sınav kağıdına ne yazacağını şaşırır ve “mesaj Türkçesiyle” 'felsfe yararlı 1 blmdr. Sokrts ve Arsto gbi önmli filozoflr vrdr.'** şeklinde cümleler karalar.


Takip eden her yeni nesilde bir adım daha kötüye gidiyoruz. 12 Eylül’ün yarattığı içi bomboş -fakat en azından kısmen meraklı- kafalardan sonra sıra, içi hem bomboş hem de bundan gurur ve mutluluk duyan kafaların üniversite amfilerini doldurduğu günlere geldik. Asıl tartışılması gereken bu içi boşlukken, gene ve gene saplanıp kaldığımız açmaza bir bakın.
YÖK’ü dün aldığı kararlar doğrultusunda şapka çıkartıp, ayakta alkışlıyorum ve biran önce berbat ettiği bu eğitim sistemiyle yok olmasını umuyorum, diliyorum.

* Bulutsuzluk Özlemi - YÖK'ün Yıldönümü
** “Felsefe yararlı bir bilimdir. Sokrates ve Aristo gibi önemli filozoflar vardır.” Maalesef bu sınav kağıdı ve benzerleri gerçektir.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Şincan katliamından ne öğrendik?

Mustafa Kuleli

Çin’in Şincan özerk bölgesindeki etnik çatışma ve Çin devlet güçlerinin gerçekleştirdiği katliam, medya dünyamızın kodlarını bir kere daha gösterdi. Olaylar elbette üzücü ve siyasal anlamda söyleyecek çok şey var. Ama benim derdim yine medyayla:

1- Aaaa soykırım
Normal şartlarda ‘soykırım’ kavramını -herhangi bir bağlamda- ele almaktan kaçınan ve hatta ‘soykırım’ ve ‘Ermeni’ kelimelerini kullanması gerekiyorsa başına ille de bir ‘sözde’ sıfatı koymayı görev sayan medyamız, nedense Şincan’daki olayları hemen ‘soykırım’ olarak niteleyiverdi. Bu ‘soykırım’ denen insanlık suçu, failine ya da hedefine göre değişiyor mu acep?

2- Türkistan tamam ya Kürdistan?
Şincan ne? Özerk bölge. Diğer adı? Doğu Türkistan. E peki Kürdistan ne? O da özerk bölge. Peki, bizim medyamız ne diyor oraya? Kuzey Irak! Hatta Irak’ın kuzeyi(!) Peki, buna ne derler? İki yüzlülük. Etti mi size iki?

3-Akraba?
Uygurlar akrabamızmış. Bu vesileyle bunu da öğrendik. Ancak bu nasıl akrabalık-soydaşlık anlamadım ben. Bu zamana kadar hiç muhabbetimiz yoktu mesela... Tamam, diyelim ki Türkler Uzak Asya’dan geldi ve Anadolu’ya yerleşti. İyi de bizim o Türkler ile ne kadar alakamız kaldı ki? Bu güzel köprüde, bu mühim geçiş bölgesinde diğer milletlere karışmadık mı? Evinizde ayna yok mu? Bir kendinize bakın, bir Uygurlara yahu.

4- Çifte standart
“Türklere insan hakkı yok mu?” “Batı neden sessiz?” Geçen hafta hep bunları duyduk değil mi? Şimdi bu meselenin emperyalist çıkar hesaplarıyla ilgili siyasi boyutuna girmeden, ben bu ‘çifte standart’ feryatçısı arkadaşlara başka bir çifte standart örneği göstereyim: Yahu Türkiye’de Kürtlerin, Alevilerin, Lazların, Rumların hakları ihlal edilirken sesinizi çıkarttınız mı siz? Aynı evde yaşadığınız insanların hakkına, hukukuna tecavüz edip, başka ülkedeki tecavüzcülere kızmak size mi düştü? ‘İnsanlığınız’ sadece Türk ırkına mı?

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Diri diri yaktılar ulan!


Mustafa Kuleli

Geçen hafta Sivas’ta Madımak Oteli’nde katledilen aydınları bir kere daha andık ve elbette bir kere daha, devletin halka karşı işlediği suçları gündeme taşıdık. Demokrasi için mücadele çağrısı yaptık.

Özellikle Sivas’taki anmaya medya yoğun ilgi gösterdi, yapılan özel yayınlarda Alevi-Bektaşi kesimin talepleri dile getirildi. Gazete ve TV’ler bu yıl sanki biraz daha hassasiyet gösterdi Sivas katliamına.

Ancak olayı ve anma etkinliklerini haberleştiren gazeteler arasında biri vardı ki, hayatını kaybeden aydınların yakınlarıyla, sevenleriyle hatta demokrasi isteyen tüm insanlarla adeta alay ediyordu.

Tahmin etmek zor değil, yine Zaman gazetesinden bahsediyoruz. Hocaefendi cemaatinin ılımlı İslamcı, özgürlükçü(!), hoşgörülü(!), yaftalamayan(!) gazetesi…
Bakın nasıl başlıyor haber:

“Sivas'ta 37 kişinin hayatını kaybettiği Madımak Oteli faciasında hayatını kaybedenler karanfillerle anıldı. Güvenlik önlemlerinin üst seviyede tutulduğu kentte, çevre illerden gelen çok sayıda polis de görev aldı. 2 Temmuz 1993'te gerçekleştirilen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nde yangın çıkmış, aralarında otel görevlilerinin de bulunduğu 37 kişi ölmüştü.”

Bu nasıl bir tarafgirlik? Bu nasıl bir suçluluk psikolojisi? Gerçek bu kadar eğilip bükülebilir mi? Gazetecinin birincil görevi yazdığı haberin “doğru” olması değil mi?

Neymiş? Katliam değil, facia imiş.

Neymiş? Birileri insanları yakmamış, yangın çıkmış.

Bütün milletin gözü önünde, tamı tamına 12 saat süren bir katliamdan bahsediyoruz. Devletin müdahale etmediği, hatta denilebilir ki devlet içindeki kontra güçler tarafından tertiplendiği kuvvetle muhtemel bir olay bu… Kabul edin artık şunu. İlla Çarşı grubu gibi “Diri diri yaktılar ulan!” diye bağırmamız mı lazım?

4 Temmuz 2009 Cumartesi

"Hala maaşımızı alamadık!"



Mithat Fabian Sözmen

“Denizlerimiz var güneş içinde;
Ağaçlarımız var yaprak içinde;
Sabah akşam gider geliriz
Denizlerimizle ağaçlarımızın arasında,
Yokluk içinde” *

-Eskiden böyle değildi ya, 10 sene önce böyle değildi. Maaşlar 1 ay aksasa “haydi greve” diye ayağa kalkardık. Şimdi olmuyor ama…

Bu sözler bir otobüs şoförüne ait ve işiteli nerden baksanız 3 ay olmuştur. Aylardır yatmayan ya da düzensiz yatan maaşlarından şikayet ediyordu bir İETT emekçisi.

Her gün işine otobüsle gidip gelen bir insan olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki otobüsler, sınıfın nabzını tutmak açısından bulunmaz mekânlar. Gündelikçisi, şoförü, fabrika işçisi, ofisboyu, beyaz yakalısı… Hepsi, ailesine yahut arkadaşlarına dökemediği işsel dertlerini, dışarıda hiç tanımadığı ama her gün otobüste karşılaştığı “yoldaşlarına” döküverir. Neyse, konumuzdan sapmayalım, her gün sınıfın nabzını tutacağız diye yârüağyara kulak kabartmaktan şoförün söylediklerini unutmuştum. Ta ki bugün otobüse binene ve şoförün omzundaki “Hala Maaşımızı Alamadık” yazılı kartı görene kadar…

Otomatik sürüşe uygun yol olmadığı halde kendi kendine gidebilen metrobüslere sırf kullanamadığınız ve kullanamayacağınız bu özelliği sebebiyle milyonlarca dolar para bayılıyorsunuz ve bu geri zekalılığınızın, oy tüccarlığınızın bedelini “kriz faturası” adı altında emekçilerinize ödetiyorsunuz. Adama okkalı bir küfür ederler Kadir Topbaş, merak etme ediyorlar da! Daha bu sabah duydum!

Kriz, Tayyip Erdoğan ve onun hizmet ettiği çevreleri teğet geçmiş olabilir ama sayenizde emekçileri ezdi geçti. Hayrını görün!

* İçinde(Orhan Veli)