29 Aralık 2007 Cumartesi

Pinhani’de bir şey yok

Mustafa Kuleli

Pinhani ile tanışmam ani olmadı. “Ben nasıl büyük adam olucam” ve “İstanbul’da” şarkıları, ara ara kulağıma çalınıyordu ilk zamanlar. Bir gün dedim ki, yahu git şu adamların albümünü* al da doğru dürüst dinle. Gittim aldım, iyi ki de öyle yapmışım…

“İstanbul’da” ile açıldı albüm: “Kaçamayıp da saklanan kedicikler gibi / sığındım senin sıcaklığına”

Dakika bir, gol bir! Böylesine ‘gerçek’ sözler, eşsiz bir vokal, insanın içine işleyen gitar soloları ve toplamda müthiş bir ahenk ve duygu yükü…

Şarkı iki, şarkı üç, dört, beş derken, "Allah Allah, yahu bu şarkıların hepsi güzel!" Bir de favorim olan altıncı şarkı var. Diyorlar ki: “Herkes köşesini kapmış, iyi ama ben nasıl büyük adam olucam” Bizler gibi, kapılmış köşelere karşı yazı yazmaya, varolmaya çalışan insanlar için marş niteliğinde bir eser!

Başlarda; zamanla geçer, bu şarkılar da unutulur, hele biraz bekle, hemen yazılar döşenip de sonra madara olma diyordum kendi kendime. Ama yok, gerçekten çok güzel yaptıkları müzik.

Daha sonra ufak bir araştırma yaptım haklarında. Solist Sinan Kaynakçı ve Bas gitarist Zeynep Eylül Üçer kuzen imişler. Bulutsuzluk Özlemi’nin efsanevi gitaristi Akın Eldes ve Davul ustası Cem Aksel de onlara destek verince işte bu albüm çıkmış ortaya.

Peki bu mu meselemiz? Sadece güzel müzik yaptıkları için mi konu ediyoruz Pinhani’yi? Evet diyemeyeceğim. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Bu arkadaşlarda başka bir şey var. Ya da bir şey yok. “İmaj” yok mesela. Sinan’ın kafasında jöle, Zeynep’in yüzünde makyaj yok. Web sitelerinde (www.pinhani.com) “afili rock’cu” fotoğrafları yok. Sarf ettikleri sözlerde “Dizi müziği de yaptık, biz artık olduk” havası yok. Hala üniversite kampüsünde, çimenler üstünde ya da sahilde gitar çalar gibiler. Biz de etraflarına toplanmış, halimizden memnun, dinliyoruz.

Daha da önemlisi bu kardeşler de bizler gibi 80 sonrası kuşaktan. Bizlerle aynı çağın, aynı iklimin çocukları. Muhtemeldir onlar da “Süper Baba” izlediler mesela, onlar da 90’ların o baş döndürücü dönüşüme tanık oldular, onlar da Anadolu Lisesi/Kolej sınavı stresini yaşadılar.

İşte belki de bu yüzden müzikleri bu denli içimize işliyor, sözleri bu denli sarıyor bizi.

Aynı dili konuşuyoruz çünkü…

* * *

Pinhani ile hala tanışmamış birileri vardır belki diye yazıldı bu yazı. Yoksa haklarında söyleyebileceğim daha fazla bir şey yok. Ürün ortada. Hala dinlemediyseniz, dinleyiniz. Tavsiyemizdir.


* Pinhani, İnandığın Masallar, 2006 Piccatura

-Frankfurt/O-

İki yıl için bir yazı


kerem özkurt

İki yıl. 365 çarpı 2. artı 12 saat. 48 ay, 104 hafta, milyonlarca saat ve onun 60 katı dakika. Nasıl söylersek söyleyelim bir çırpıda çıkıyor ağızdan. Sonra durup derinlemesine düşününce ne kadar uzun bir zamanı geride bıraktığını anlıyorsun. Ne kadar çok anı, ne kadar çok olay, konuşmalar, yazılar, güldüğün, ağladığın, gülsen mi ağlasan mı şaşırdığın anlar, sıkıntılar, mutluluklar, sen fark edemeden birden boy atıp büyüyen çocuklar, birkaç ayda dikiliveren apartmanlar ve belediyenin durmadan suratına yumruk atar gibi değiştirdiği şehrin biçimi, hadi onu bırak, senin bazen yumruk yemiş gibi yere serildiğin ama çoğunlukla tekdüze sürükleyip durduğun yaşamın.

Hepsini birden hatırlamaya çalışmak gerçekten zorluyor düşüncemi. Zaten Mustafa’nın mail’i bana bunları değil, nedense tek bir anıyı hatırlattı. Sokak ortasındaydık, yanlış hatırlamıyorsam Göztepe’de minibüs caddesinin bir alt sokağında. Gündelik sıkıntıları anlatacağız dedi, öyle yüksek siyaset yapmaya gerek yok. Bizim sözümüz olacak, başkasının değil. Adı Günlük Hayat. Yazar mısın dedi, yazarım dedim elimden geldiğince. O günden beri yazıyorum elimden geldiğince.

GünlükHayat, derdi muradı isminde saklı bir yayın. Masa başında oturulup, oturduğun yerden üretilen, ayağı yere seyrek basan soyutlamalarla pek işi yok. Ama sokağın sözcüsü demeye kadar da götüremeyeceğim işi. Daha çok yazarı, kendi evinden çıktığında, çevresine bakıp ne düşünüyorsa, ne görüp ne duyuyorsa, hatta bazen evinden çıkmadan, penceresinden neyi gözlemliyorsa, gördükleri duydukları ona neyi yazmayı dayatıyorsa, onun yazıldığı bir yer. Onun için yazarı nerede yaşarsa yaşasın, burada yazılan hemen her yazıda aynı kokuyu, aynı sesleri duyuyor insan. “Evet, ben de gördüm onu”, “Benim de aklıma takılmıştı”, ya da “Tam da anlatmak istediğim buydu” diyebiliyor okuyucu. Benim için GünlükHayat’ı hem yazabildiğim hem de okuyabildiğim bir yer yapan tam da bu aslında.

Ama tek başına bu değil tabi. Doğrudan konuşamasam da yazıları dolayısıyla tanıştığım, en az bir kez GünlükHayat’ta yazmış arkadaşlar. Kendi adıma, uzun bir aradan sonra yazılarıyla tekrar karşılaştığım, ya da üretkenliğine şaşırdığım; kimi zaman atladığım bir şeyi gösteren, kimi zaman da bunu ben yazmalıydım dedirten tüm GünlükHayat yazarları. Sonra okuyucular. Yakın yahut uzak çevremizde ayaküstü görüşlerini söyleyen, ya da buradan, siteden yorumlarıyla katkıda bulunan GünlükHayat okurları. Yazdıklarınızın, söylediklerinizin havaya karışmadığını, birisi tarafından okunup yoruma değer görüldüğünü bilmek, yazı yazan -amatör yada profesyonel- biri için ne kadar sevindirici anlatamam. Ve tabi ki en önemlisi bu kadroyu bir araya getiren (nasıl yapabildiği hakkında hakikaten bir fikrim yok), bu siteyi deyim yerindeyse ayakta tutan editörümüz Mustafa. Nereye gitse, ne yapsa, GünlükHayat Mustafa’nın ajandasında kendine hep bir zaman buldu. Umarım bundan sonra da bulur.

Bu kadar laftan sonra herkese ve GünlükHayat’a iyi seneler dilemekten başka bir şey kalmadı sanırım…

24 Aralık 2007 Pazartesi

GünlükHayat 2 yaşında!


Üçüncü yılımıza giriyoruz vesselam!
İki yıldır yazı, yorum, öneri ve eleştirileriyle GünlükHayat’ı var eden yazar ve okurlarımıza sonsuz teşekkürler!
GünlükHayat.com, sizlerin ilgisi ve desteğiyle tam da istediğiniz gibi olacak...
Herkese mutlu yıllar :))

1 Aralık 2007 Cumartesi

Köpek ve tüfek ile dolaşmak yasaktır


Tedbir – Mustafa Kuleli

Bir Karaburunlu olarak önce ben söz alayım:

2007 Haziran’ında yine Karaburun tepelerini tavaf eder, gövdemi bir yelken gibi deli rüzgârlara açarken gördüm bu tabelayı. İlk anda şimşek çaktı beynimde: ‘Devlet’ bizim oranın insanının kurnazlığına karşı da önlem almıştı. Muhtemel sahne kafamda canlandı:

(Hemşerim elinde tüfek, yanında köpek iş üstündedir. Derken bir ağacın arkasından Jandarma Eri belirir)

-N’apıyorsun burada, avlanmak yasak bilmiyor musun?
-Ben ağlanmıyom ki!
-Ya ne yapıyorsun?
-Heeeç, dolanıyom öööle bizim Garabaş’nan.
-Lan bu tüfek ne peki elinde?
-Ulen belli mi olur dağ başında, başa ni geeecek, tedbir u tedbir.

* * *

Tabi meselenin aslı böyle değildir muhtemelen. Zira Karaburunlu balıkçılık yapar, öyle tüfekle falan işi olmaz. Demek ki birileri İzmir’den gelip Karaburunlu kuşları, keklikleri öldürüyor, bir de utanmadan yalan söylüyor. Neyse, meselenin bu kısmı pek eğlenceli değil. İyisi mi ben sözü Tuğba’ya devredeyim.


Bu üçlü çok güçlü - Tuğba Maran

Avlanmak ve avcı kılığında dolaşmak yasaktır; misal tüfekle dolaşmak bunun bir tezahürü olabilir. Bir de köpek varsa el pençe divan, e bir de sen, biz anlarız ki bu üçlü çok güçlü. Normalde bizler tüfek ve kopeksiz sokağa çıkmazmışızcasına, bu istisnai bir durum degilmişcesine uyarmış devlet baba.

Çok hislendim bir şarkı armağan edeceğim:

Kopek ve tüfek sordular seni, neredesin?
Nasıl derim devlet fark etti
Uyarıp beni gitti
Anladılar ki av sezonu bitti

Alay ettiler benle hep
Sen oldun bunlara bak sebep
Karga dedi "gördüm ah onu", burası devlet yoluuu...


Çeki-Yorum #3
Fotoğraf: Mustafa Kuleli
Karaburun / İzmir

14 Kasım 2007 Çarşamba

Doğu Almanya'da bir şehir merkezinden


Tam ZAMAN’lık – Abdullah Uysal

Evvela cümleten selamlar,
bu fotoya verebileceğim, katabileceğim ve sokabileceğim cümleler ya da cümlemsi gibi duran duygusal tepkimeler şöyledir:

1- Oralarda bir yerde -Mustafa'nın göremediği- her iki sokak için "sola dönmek yassahtır!" levhası vardır. Böylelikle kolektif bilinçaltına ve üstüne sola dönülmemesi gerektiği hatta soldan dönülmesi gerektiği ve bunun sonucunda karşıdaki WcDonald's a varılabileceği mesajı adaleye zerk edilmektedir.

2- Marx ve Rosa'nın mülkiyetlerinde sokakları olduğu ve hatta Marx'ın kiracılarından birinin WcDonald's olduğu ortadadır. Bu konuda Marx'ı özeleştiriye çağırmaktan başka çare yoktur. Hatta Rosa ve Marx'ın yollarının ayrıldığı, bunun sebebinin de ikisin de ortak kullandığı direk olabilme olasılığı kuvvetle muhtemeldir.

3- Uzun yıllardır Avrupa'da dolaş(a)mayan hayalet acaba sadece bu iki sokakta mı dolaşıyor? Acıkınca yemeğini nerede yiyor peki?

4- Zaman Gazetesi’ne haber versin biri. Tam onların reklamlarına uygun bir foto. Hani yazmışlar ya; "Karşıt görüşler çatışır ... diye bilirdik. Meğer aynı köşeyi paylaşabiliyorlarmış." ahanda tam böyle bir şey. Hatta yüz yüze bile bakabiliyorlarmış değil mi sevgili Zaman.
"aman liberalim canım liberalim" bu şarkı benden tüm ZAMANlara gelsin...


Anlık küfürler, anlık kazançlar - Tuğba Maran


İlk göze çarpan yerdeki BUS(H) yazısı; zira halkın otobüsle eze eze geçmesi amacıyla, "altyapı" ve "üstyapı" konularında becerikli ve müstehzi bir üstadın elinden çıktığı anlaşıyor.

Diğer dikkat çeken şey ise Mc.Donald's önünde atmaca gibi konuşlanmış, (kırmızı olduğu dikkatli okurun hissi kabl el vuku'sundan kaçmayacak) ışığın yeşile dönmesini bekleyen araçlar. O sırada, ya yine yetişemedikleri "çok ivedi ama" işin hıncını ışıktan çıkarmaktalar, anlık küfürlere ve anlık kazançlara biat etmekteler ya da neden otobüse binen insanların Karl Marx ve Rosa Luxemburg'la muhatap olurken, arabadakilerin hep aynı "McDonalds"ı "pass by" ettiklerini "düşünuyorlarcaklarken düşüneyazdıyazacaklarken" işte yeşil yanıyor.

Hayat devam ediyor.

Ezik kalın.

Foto-Yorum #2
Fotoğraf: Mustafa Kuleli
Frankfurt (O) / Almanya

29 Ekim 2007 Pazartesi

Yuvarlağın köşeleri ve Abdüllatif Şener


kerem özkurt

Cuma günü eski devlet bakanı yeni akademisyen Abdüllatif Şener, “Küresel Rekabet” başlıklı bir konuşma yapmak için Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. AKP’nin içinde muhalif bir duruşu olan, yeni hükümette kendi rızası ile yer almak istemeyen Şener’in ne diyeceğini merak ederek birkaç arkadaş dinlemeye gittik. Neden bilmiyorum, muhalif bir şeyler söyleyeceğini sanıyorduk; AKP politikalarını eleştireceğini, en azından özeleştiri yapacağını düşünüyorduk; o değil miydi görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten, çekil[en] izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten?

Ama öyle değilmiş. O gün bize yaklaşık bir saat boyunca anlattığı özet olarak şuydu: Dünya inanılmaz bir hızla küreselleşiyor, bunun önüne geçilemez. Bu yüzden küreselleşmenin dışlında kalmak diye bir şey mümkün değildir. Şayet akıllı davranırsak bundan yararlanabiliriz ve mümkün olduğunca yararlanmalıyız zaten; çok çalışarak, rekabet ederek. Sadece birbirimiz ile değil, tüm dünya ile. Şener Hoca’nın çizdiği tabloda hepimiz küreselleşmenin akan çeşmesinden doldurabildiğimiz kadar doldurmalıyız. Çünkü dünyanın yeni düzeni artık bu.

Şener Hoca analizine “İster beğenelim ister beğenmeyelim neden küreselleşmeye katılmalıyız?” sorusuna cevaben, içinde bulunduğumuz bağlamı tarif ederek başladı. Sonra küreselleşmeyi anlattı. Rekabet edersek, kozlarımızı iyi oynarsak katılabileceğimiz, faydalanabileceğimiz, kazançlı çıkabileceğimiz küreselleşmeyi. Bu arada küreselleşmenin adaletsizliğinden bahsetmedi mi? Elbette değindi ama hemen ardından sömürgeleşeme söylemini eleştirmekten de geri durmadı. Küreselleşmenin bizimki gibi ülkeleri sömürdüğüne dair yaklaşım doğruluk payı taşıyordu ama Şener hocaya göre çözüm üretmiyordu; küreselleşmede bizimki gibi ülkelerin kaçınılmaz kaderi sömürülmektir demek ona göre küreselleşme ile nasıl başa çıkacağımız sorusunu yanıtsız bırakıyordu.

Determinizmi ilk eleştiren Şener değil; ama konuşurken atladığı (bilerek veya bilmeyerek) çok daha açık bir nokta var ki, bu doğrudan Şener Hoca ve ekibinin niyetiyle alakalı:

Küreselleşmeye niçin katılmak istiyoruz? Şener Hoca için cevap basit, başka türlü ayakta duramayacağımız için. Küreselleşmenin dışında kalınamayacağının o salondaki herkes üç aşağı beş yukarı farkındaydı. Kaçılamıyor burası açık; ama neden küreselleşmenin magmasına doğru ilerlemek istiyoruz; sorun burada.

Küresel ekonomi, adı itibariyle yanlış bir metafor kurmamıza neden olur. Küresel ekonomi küresel değildir. Yani içindeki her noktanın merkeze eşit uzaklıkta olduğu, herkesi eşit şartlarda yarıştığı bir düzen değildir. O çok övülen kısmı, “dünyanın öbür ucunda üretilen bir bilgiye ulaşabilme” bile çeşitli kriterlere bağlanmıştır ve ulaşımı zannedildiği gibi herkese açık değildir. Küresel ekonomide her zaman birileri daha avantajlı olacaktır; bu kaçınılmaz; çünkü sistemin işleyişi buna bağlıdır. George Orwell’ın domuzlarının, duvarın üzerine yazılmış tek maddelik anayasaya, “herkes eşittir” cümlesine, yönetime geldikten sonra ekledikleri gibi: “ ama bazıları daha fazla eşittir.”

Küreselleşme için “köşeli yuvarlak” metaforu daha uygun gibime geliyor. Bazı ülkeler köşededir ve merkeze diğerlerinin olduğundan daha uzaktır. Mazlum edebiyatı yapmak istemiyorum, hiç de hazzetmemişimdir, ama madem bir bağlam kurulacak ve kendimizi bu bağlamda bir yere koyacağız doğru hareket edebilmek için, bağlamı doğru kuralım yerimizi tam olarak tespit edelim: Biz bu yuvarlağın köşesindeyiz.

Peki, sırf uzağındayız diye küreselleşme sürecinin dışına mı çıkmamız lazım. Elbette ki hayır, hatırlayın kaçış yoktu ya küreselleşmeden. Şener Hoca’ya göre var gücümüzle merkezine doğru kulaç atmalıyız, kürenin merkezine. Küresel ekonomiden en fazla fayda gören ülkelerin, ABD’nin Almanya’nın, Japonya’nın yanına. Peki ama ne için? Ülkemizi zenginleştirmek ve kalkınmak için. Abdüllatif Şener’in evvelden bakanlık yaptığı hükümet bunun için ciddi adımlar attı ve küreselleşen ekonominin Türkiye’de kurumsallaşması için yoğun çaba harcadı. Ülkenin büyüme hızını arttırdı, GSMH’yı yükseltti ve ismini bile bilmediğimiz nice istatistiksel değeri yükseltti. Ya sosyal güvence? Ya Fakirlik? Ya insanca yaşama hakkı? Şener hocanın yüzmemizi istediği yerde duran ülkelerin insanları ne durumda? Ne tür bir yere doğru yuvarlanıyoruz ve niye tutunamıyoruz bir yere?

Benim anlamadığım bu işte. Derdim küreselleşme değil; ona karşı olmuşsun, olmamışsın fark etmez, o kendi yolunu bulup ilerleyecektir. Ama biz niye onu almaya bu kadar hevesli bu kadar lütufkârız. Bu hengâmenin ezdiği onca insan var benim ülkemde, yaşamak için her gün yeni yollar bulmaya çalışan, sadece yaşayan, sonra ne olduğunu anlayamadan ölen. Küreselleşmenin umursamadığı insanlar; yoksullar. Şener Hoca’nın arkasına takılıp bu deryaya atlayan “girişimci”nin bile hali ne olacak belli değil. Köşeden merkeze yüzmek (eğer ki niyetiniz ve amacınız her şeye rağmen bu ise) ne acılar çektirecek insanlara? Ve kim hesabını verecek, sırf dolar yükseldi diye işyerini kapamak zorunda kalan “girişimci” masasının çekmecesinden silahını (ne tuhaftır ki onu yasal yollardan, tam da arkasından yürüdüğü politikacıların selefleri tarafından çıkarılmış bir yasayla alabilmiştir) şakağına dayadığında?

Bu işaretin anlamı ne olabilir?


Malum Almanya'dayım ya, ille her gün başıma ilginç bir şey gelecek! Geçen yolda yürüyorum, yandaki trafik işaretini gördüm. Doğrusu trafik işaretinden ziyade bir resme benzettim ben. İyisi mi dedim, bizim GH yazarlarına sorayım, onlar hele bir tahmin yürütsün de neşemizi bulalım. Bakalım ne demiş dostlar? (MK)


Hayat ne güzel - Duygu Kocabaylıoğlu

"Hepimizin mutlu bir hayatı vaar, laylay la looom! Çocuğumla ben süper ‘suburbian’ evimizin önünde huzurla futbol antrenmanı yapıyoruz, dokanmayın. "Okul önü levhası da olabilir: "Ey sürücü, sürüp geçeceğin bu yolda çocuklar top koşturmaktadır, ayağının altındaki gaza dikkat et!"


Film şeridi - Tuğba Maran

Bu sistemin ben diyeyim dürüstlüğüne, siz deyin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”ciliğine işaret eden, hasretle beklenen tabela. Artık onu uyar bunu söyle, aman diyeyim buradan geçme, şuradan sadece böyle arabalar geçer, ayı çıkar, taş düşer falan fistan bunlar eskide kaldı. Hızla azalan safdillikten kurtuluşun nişanesi adeta!

Özetle, "Bak annem sana burada bir şey olursa (malum karşıdan karşıya geçmektesin) ömrünün son 30 saniyelik filmi böyle bir şey olur. Ev dedin, araba dedin aldın krediyi, 'at avrat silah' (jip güç hatun da olabilir) dedin, çocuk dedin, erkek evlat dedin, top koştursun dedin hepsi oldu. Budur görüp göreceğin. ‘Action movie’ beklemiyordun değil mi avanak vatandaşım?"


Buraya ev dikmek yasaktır - Kerem Özkurt

"Evinin önündeki yolda top oynayan çocuğun kaçan topunu almaya çalışma, araba çarpar."

Veya:"Dikkat! Evinin önünde top oynayan çocuğun kaçan topunu almak için yola atlayanlar olabilir, yavaş sürün.”

Çocuk için:"Evinin önünde oynarken eline topuna sahip ol, yola kaçırma, kaçarsa arkasından koşma, koşanlara engel ol, onları yoldan araba geçebilir diye uyar, boş yere kazaya sebebiyet verme."

Biraz abartalım:"Çocukların yola top kaçırabilecekleri, bundan ötürü kazaya sebebiyet verebilecekleri yerlere lütfen ev inşa etmeyiniz."


Edip Akbayram'dan geliyor - Mithat Fabian Sözmen

Tabelanın bende yarattığı his “şoför dikkatli git burada çocuklarımız top tepiyor” gibi birşey. Bu yüzden soruya Edip Akbayram'ın Garip adlı şarkısıyla yanıt vereceğim:

hızlı hızlı giden yolcu
bu yolda sübyan beckenbauerler var
bak önüne libero, stoper, kaleci
bu yolda sübyan gerd müllerler var
fussbaall, fussbaalll, fussbaaall

asfalta boyanmış yeşil otları
her daim göz hapsinde oyunları
şoför kendin’ michael schumacher sanma
buralar sübyan toni schumacherlerin yolları
fussbaall, fussbaall, fussbaall,

şüvey şüvey gidesin bu yollarda
sübyan matthaeusları korkutma
ne gezersin bu ovada
bu yolda sübyan klinsmannlar var
fussbaall, fussbaaall, fussbaaall

Çeki-Yorum #1
Fotoğraf: Mustafa Kuleli
Frankfurt (O) / Almanya

24 Ekim 2007 Çarşamba

Sosyalizm gidince geriye ne kalır?


Mustafa Kuleli
(Doğu Almanya günlüğü-2)

Bilim-kurgu yazarı Arthur Charles Clarke, 1951’de yayımlanan “Prelude to Space” romanında, "eskiden dünyanın yörüngesinde sadece bir tek ay vardı" diyordu. Bunun üzerinden yalnızca altı sene geçtikten sonra, 4 Ekim 1957’de, Sovyetler dünyanın yörüngesine gümüşî renkte gerçek bir uydu gönderdi. Sputnik-1 insanlığın ilk uydusu idi. Geceleri çıplak gözle de görülebilen ve gökyüzünde belirgin bir iz bırakan bu uydunun yolladığı sinyaller, amatör radyocular tarafından da dinlenilebiliyordu. Bundan tam elli sene önce gökyüzünde insan yapımı bir yıldız parlıyor ve o yıldız insanlığa, geleceğe olan umudu taze tutuyordu.

Wolfgang Becker’in “Good Bye Lenin” filmini izleyenler hatırlar, o dönemde yetişen çocukların hayali kozmonot olmak idi. Hayalleri olan o çocuklara, duvar yıkıldıktan sonra “Siz hayal gördünüz!” denilerek muz, naylon çorap, ruj, porno film verildi ve çok iyi yetişmiş bir kuşak travma içinde kaybedildi. Fakat onlar aslında nispeten şanslıydı, çünkü onların arkasından gelenler, şimdi daha büyük bir bunalımı yaşıyor…

Neo-naziler neden Doğu Almanya’dan çıkıyor?

Bu soruyu sevgili gazeteci büyüğüm Niyazi Dalyancı sordu, bir önceki yazıma istinaden. Haklı da. Çünkü şu anda, Almanya’daki neo-nazi, ırkçı, milliyetçi parti ve örgütler doğuda görece güçlü. Bu olguyu açıklamak için yapılan araştırmalardan birinde iki sebep öne çıkmış: Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR), ”yabancılara” kapalı olması ve Doğu'da yaşayanların, DDR’in benimsettiği stalinist-milliyetçi dünya görüşünün etkisinde kalması. (“The historical causes of xenophobia in the former East Germany”, Jan C Behrends, Dennis Kuck, Patrice G. Poutrus)

Bu çalışma genel olarak gerçeği yansıtmakla beraber, aslında haksız bir varsayımı da barındırıyor. Araştırmada “başarısı onaylı” kapitalizmin ırkçılık sorunu ile ilişkisine dair pek bir şey yok. Peki, DDR dönemini yaşamamış gençler nasıl oluyor da ‘ülke ile gurur duyma’yı aşılamış DDR rejiminden bu denli etkileniyor? Duvar yıkıldıktan sonra eğitim ve sağlık olanaklarından daha az yararlanan ve iyi bir gelecek tahayyülü ellerinden alınmış bu genç insanlar, sadece doğdukları toprakların sosyalist geçmişi nedeniyle mi bu haldeler?

Kozmonot olmaktan, kasiyer olmaya

Elbette ki gerçek bundan ibaret değil. Birleşme başarısının zafer sarhoşluğu geçip, Doğu Markı’ndan Batı Markı’na eşit kurdan çevrilen para ile alınabilecekler tükendiğinde, gerçek daha iyi görüldü. Doğu Almanya’nın fabrikaları ya Batı’lı sermaye grupları tarafından satın alınıp, büyük işten çıkarmalar yapılmış; ya da “bunlar verimsiz ve geri teknolojili, biz yenilerini kuracağız” denilerek kapatılmıştı. Gelgelelim, geçen zamanda yeni fabrikalar ve işyerleri kurulmadı, gençler için daha iyi sosyal olanaklar sağlanmadı. Bugün doğudaki gençler bundan daha iyisine layık olduklarını düşünüyor ve bu yüzden bir arayış içerisinde. Duvar yıkılana kadar hayatlarında hiç yabancı görmemiş bu insanlar, hâlihazırda iş imkânları zaten kısıtlıyken yabancı ‘rakipler’ istemiyor. Yani aslında mesele çok açık: Sermaye, emeği ucuzlatmak için işsizliği kullanıyor, işsizlikten muzdarip olanlar, yabancıları ülkeden göndererek, işsizliği ‘kendi lehlerine’ azaltmaya çalışıyor(!)

Bu arada faşist örgütlenmeler de boş durmuyor tabi. Sayısı 140'ı bulan ırkçı örgütler kurdukları kafe ve benzeri mekânlar ile gençleri yanlarına çekiyor, düzenledikleri konserler yoluyla ırkçı mesajlar veriyor.

Tam da bu noktada batının ırkçılık ile ilişkisine de bir bakmak gerekirdi ama yerimiz dar. O meseleye de başka bir yazıda değiniriz belki. Çünkü Hitler döneminin yüksek bürokratları, siyasetçileri, avukatları daha sonra Batı Almanya’da önemli mevkilere geldi. Çünkü Almanya’daki pek çok ırkçı organizasyonun merkezi batıda. Çünkü yabancı düşmanlığını kaşıyan, Almanya’nın batılı büyük medyası. Ama dedik ya, yerimiz dar. Belki başka zamana.


N: Bir önceki yazıda, Sol Parti.PDS’e pek çok gencin de oy verdiğini belirtmeyi unutmuşum. Bu önemli olguyu atladığım için tüm okurlardan özür diliyorum.

-Frankfurt/O-

22 Ekim 2007 Pazartesi

Referandum üzerine


kerem özkurt

Bu da bitti. Referandum sonuçlandı. Herkesin az çok tahmin ettiği bir sonuç oldu: Önceki referandumlara oranla katılımı düşük, sandıktan “evet” in çıktığı bir referandum. Ancak son iki haftada yaşanan acı olaylar tüm bu referandum heyecanını gölgeledi. Ne olup bittiğini anlayamadan sandık başında buldu birçok seçmen kendini. Alelacele oyunu kullanıp evlerine döndüler ve televizyonlarını açıp artık sadece birer rakamdan ibaret olan insanlara üzüldüler. Ekrandaki rakamların değişmemesi için dua ettiler. Bunun üzerine konuşmak gerek ama zamanı var. Biz şimdilik tüm bu üzüntülerin gölgede bıraktıklarına, gölgede olup bitmiş olana bakalım.

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi çok öncelerde de konuşulan bir projeydi. AKP’nin somut bir iddiası olarak ortaya çıkması ise, çok uzun zaman değil, birkaç ay evvelki cumhurbaşkanlığı seçimlerine rastlıyor. Bir takım yapısal, görünüşte bürokratik ama üniversitede okuyan bir hukuk öğrencisinin bile sezebileceği, siyasi bir kararla Gül’ün seçilemeyişi tüm bu süreci başlattı. Anayasa mahkemesinin kararının açıklanmasının hemen ardından kurmaylarını toplayan AKP yönetimi çıkışta basitçe şu açıklamayı yaptı: Mademki iktidarımın ve iktidarımı barındıran meclisin meşruiyetini tanımıyorsunuz, buyurun halka gidelim. Çünkü adalet mülkün temeli olsa bile mülkün sahibi son tahlilde halktır. Biricik meşruiyet kaynağı.

Böylece yaz evvelinde ani ve bir o kadar fevri bir atılımla başlatılan bu sürece son nokta bugün konuldu. Türkiye bundan sonra cumhurbaşkanını bizzat seçecek. Ancak iki tarih arasında gelişen birçok olay bence tüm bu sürecin anlamını silip geriye sadece kuru bir inadın gerçekleştirilmesini bıraktı.

Bunun en güzel göstergesi hazırlanan anayasa taslağı. Yeni anayasa parlamentonun etkinliği ve yetkisini arttırırken cumhurbaşkanınınkileri buduyor. Diğer bir deyişle yürütmenin atanmış kısmı kısıtlanırken seçilmiş kısmı daha rahat hareket eder hale geliyor. Rejim açısından incelendiğinde parlamenter demokrasiye bir yöneliş (her ne kadar çoğulcu bir parlamento özelliği taşımasa da belki ileride olur ümidiyle vaatkâr); sevindirici. Ancak öte yana baktığımızda halk tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı, başkanlık sistemine doğru bir evrilme. Peki hangisini beklemeli? Nasıl bir rejim beklemeliyiz? Daha da vahimi, yürütmenin, karşı karşıya gelmesi kuvvetle muhtemel bu iki seçilmişi arasında doğabilecek tartışmalarda meşruiyet sorunun nasıl çözeceğiz.

Eminim bunun hukuki ve tatmin edici bir açıklaması vardır. Yoksa memlekette onca hukukçu varken benim gibi bir cahile düşmez fikir yürütmek. Ben burada kendi küçük senaryomu yazmakla yetineyim o yüzden.

Cumhurbaşkanlığı krizinin AKP’ye getirdikleri malum. AKP’nin git gide kemikleşen oy desteğini göz ardı etmeden, bu olayın onların oylarına epey bir katkı yaptığı söylenebilir kabaca. AKP, haksızlığa uğramış, mazlum haliyle çıktığı meydanlardan tam destek alıp tekrar yoluna koyuldu. Ancak işler, tüm bu kriz öncesinde böyle değildi. AKP’nin oyları muhtemelen hala dişe dokunur bir seviyede idi ancak Kasım 2002’de yakalanan rakamın aşağısına düştüğü de bir gerçek. Yine muhtemelen yaklaşan seçimlerde bu oy AKP’yi tek başına iktidar en azından iktidar ortağı yapabilecekti. Belki ikinci daha kuvvetli bir ihtimal. İşte bu yüzden AKP yürütmenin bir kolunu kendi lehine tutmak istedi ve köşkte direndi. Bu işi mümkün olduğunca seçim sonrasına bırakmamaya çalıştı. Ancak tuhaf bir şekilde, hatta AKP yönetiminin bile ummadığı bir biçimde uğradıkları haksızlık kendilerine oy olarak geri döndü. Artık köşk sembolik bir anlamdan öteye geçmiyordu AKP için. İktidar garantilenmişti ve cumhurbaşkanlığını iktidara gelmenin belki de kefareti olarak geri isteyebilecekleri endişesi ile elindekini, parlamentoyu güçlendirmek istedi anayasa değişikliğiyle. Ama tüm bu sürecin sonuca ermesinde etkili rol üstlenen ekonomik ve politik aktörler beklenen kefareti istemediler. AKP de tüm plansızlığına, programsızlığına, seçim öncesi ile seçim sonrası hesaplarının birbirini tutmamasına aldırmayarak, sırf bir kere söz ağızdan çıktı diye, belki biraz da seçimlerde işini kolaylaştıran bir sürece vefa borcu nedeniyle, bir ekim pazarı sandıkları kurdurttu.

Biz de sol işaret parmaklarımızı boyattırıp geldik. Hepsi bu.

8 Ekim 2007 Pazartesi

Owens'tan Jones'a sporda erdemlilik


Mithat Fabian Sözmen

“Kazanmak, kazanmak, kazanmak. Günün sonunda önemli olan tek şey budur. Eğer kazanamadıysanız tüm emekleriniz koca bir hiçten başka bir şey değildir.” Bu sözü tırnak içine aldım. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama yüzlerce kez duyduğuma ve okuduğuma eminim. Türkçe, İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs. bir şekilde çevirisini yapıp okuyabildiğim tüm dillerde bu cümlelere rastladığımdan hiçbir şüphem yok. O yüzden günümüze ait anonim bir söz olarak tanımlamak en doğrusu olacak. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, düzeneğin tüm dişlileri kullarını sadece tek bir amaca odaklıyor: Kazanmak. Kazanamazsan bir hiçsin. İkincilik nadiren takdir ediliyor, basamağın bir altındaysanız, saygı görmek için muhataplarınızın kibarlığına muhtaçsınız. Sistemin en büyük dayanağı rekabet, türünün en iyisini ortaya çıkarmak adına alabildiğine vahşi. Sadece ekonomik hayattan veya kariyer mücadelesinden bahsetmiyorum, aslına bakarsanız bu yazıyı yazarken aklımda sadece spor dünyası var.


Atletizmin son utancı: Marion Jones

Cuma günü New York idari mahkemesinde, çok değil 6-7 sene öncesinin en büyük kadın atleti Marion Jones’un günah çıkarma töreni vardı. Sydney 2000 Yaz Olimpiyatları’na 3 altın ve 2 bronz madalyayla damgasını vuran Birleşik Amerikalı atlet, başarısını turnuva süresince aldığı doping içeren maddelere borçlu olduğunu gözyaşları içerisinde itiraf etti. Kuşkusuz Jones, üzgün ve pişmandı. Fakat kim bilir kaçıncı gözbebeğinin, hile yaptığını öğrenen atletizm dünyası ondan daha hüzünlüydü. Ben Johnson’lar, Tim Montgomery’ler, Justin Gatlin’ler ve daha niceleri... Nice şampiyon, nice şampiyon olduğu için ayakta alkışlanan ve sevincini gözyaşlarına akıtan sporcu, ruhunu bu en büyük olma bağımlılığı yüzünden şeytana satmıştı.

Rekabet acımasızdı ve bir şekilde kazanmak, ne olursa olsun kazanmak gerekiyordu. Aslına bakarsanız belki de kimse Marion Jones’un bu geç gelen itirafına şaşırmadı ki bu, durumu sadece daha üzücü hale getiren bir detay. Maalesef, özellikle son 20 senede spor dünyasında rekabetin ve kazanmanın önemi o kadar arttı ki, en büyük isimlerin bile doping kullanmasına alışır hale geldik. Doping kelimesini sözcük dağarcığıma ne zaman kattım diye düşünüyorum da, zihnim beni dünya tarihinin en iyi futbolcularından birine ve hayatımda izlediğim ilk dünya kupasına götürüyor. Diego Armando Maradona, 1994 ABD dünya kupası...


Rekabet, kazanmak ve Michael Jordan

Spor dünyasında rekabet ve kazanmak deyince akla ilk gelen isim; Michael Jordan. Hayatı boyunca bu iki unsuru iyi bir sporcu olması adına en mükemmel şekilde kullanan basketbolcu, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi sporcularından biri olarak kabul edilir. Kimse sorarsanız sorun, herkes onun izleyenleri hayran bırakan hava harekâtlarından, geriye çekilerek attığı durdurulamaz şutlardan ve müthiş azminden bahsedecektir. Ama Michael Jordan’ı türünün en iyisi yapan sadece olağanüstü yetenekli bir oyuncu olması değildir. O, Amerikalıların tabiriyle tam bir ‘winner’dır. Hatta ‘winner’ların şahıdır. Bir Amerikalı gazetecinin şu sözünü hatırlıyorum: “Michael Jordan dünyanın en kötü takım arkadaşıdır ama onun takımındaysanız mutlusunuzdur, zira kazanan taraftasınızdır.”

Rekabet etmek ve kazanmak onu tanımlayan en önemli sözcüklerdi ve bugün dünya spor çevrelerinde hangi atletle konuşursanız konuşun sanki Jordan’ı dinler gibi olursunuz. “Rekabet-kazanmak, rekabet-kazanmak...” Jordan tarihin en büyük basketbolcusuydu ama 90’ların o unutulmaz reklâm sloganı “Be Like Mike”, Amerikan gençliği tarafından işine geldiği gibi algılanınca, ortaya dilini çıkararak Jordan gibi smaç yapan ama onun fundamentalinden yoksun ve yine onun gibi kazanmak isteyen ama onun bünyesinde barındırdığı azimden bihaber tonlarca genç çıktı.

Sporun özünden nasibini almamış gençler içinde herkes Mike gibi olmak, hep kazanmak istiyordu. Ama günün sonunda sadece bir tane kazanan çıkar. Amerikan spor gazeteciliğinin yaydığı deyimle ya ‘winner’sınız ya ‘loser’. Ve kaybetmenin zavallılık olarak damgalandığı bir dünyada kaybeden olarak anılmayı kim ister ki! Mutlaka kazanmalısınız! Etrafınızdaki herkesten iyi olmalı ve muzaffer duruşunuzu uzun yıllar muhafaza etmelisiniz. Eğer bunu tek başınıza yapamıyorsanız, kolayı var, Marion Jones ve diğer utanç abideleri gibi steroid kullanın!


Jesse Owens’ın ayak izleri

Her şeyin bu kadar kazanma eksenli döndüğü bir dünyada 1936 Berlin Olimpiyatları’nın efsane ismi Jesse Owens’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Oysa o yüz bini aşkın Alman’ın müthiş tezahüratları eşliğinde birincilik kürsüsüne çıktığında sadece Hitler’in yüzünü kızartmakla kalmamış aynı zamanda sporun özünde tüm önyargıları yıkabilen ne kadar güler yüzlü bir enstrüman olduğunu da kanıtlamıştı. Owens, Berlin olimpiyatları sonrası spora devam edemedi. Hiçbir zaman Beyaz Saray’a davet edilmedi, Golden League’lere katılıp milyon dolarlar da kazanmadı ama yine de tarihin en saygın sporcularından biri olarak anılıyor.

Kanımca Machiavelli’nin fikir tanrısı olduğu modern dünyada kazanmaya programlı atletlerin kovalamaları gereken birincil erdem saygınlık olmalı. Zira dürüstçe kazanılmamış tüm başarılar eninde sonunda sizi bir hilekâr olarak damgalıyor ve inanın bu, bir “kaybeden” olmaktan çok daha kötü bir sıfat. Ne yazık ki vahşi rekabet ve sürekli kazanma zorunluluğu, sporda erdemliliği yavaş yavaş ortadan kaldırırken gerçek sporculara, sağduyulu sporseverlere ve gazetecilere düşen, Okan Yüksel’in de dediği gibi “Kassandra Çaresizliği” içinde çırpınmak belki ama yanlış giden şeyleri değiştirebilmeyi de en azından umut etmek.

6 Ekim 2007 Cumartesi

Duvar kimin üzerine yıkıldı?


Mustafa Kuleli
(Doğu Almanya günlüğü-1)

Demokratik Alman Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik, DDR), nam-ı diğer Doğu Almanya, ikinci dünya savaşının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Soğuk savaşın sonunda, sosyalist ülkeler birer birer çözülürken, DDR de bu kaçınılmaz sonu yaşadı. Doğu’da ve Batı’da Almanlar “Wir sind ein volk” (Biz tek bir halkız) diyerek birleşti ve 41 yıllık hikâye, 3 Ekim 1990’da böylece sona erdi.

Rejim çöktü. Bir anda marketler çeşit çeşit yiyecek, içecek ve giyecek ile doldu. Gelgelelim Doğulu emekçilerin bunları alacak parası hiçbir zaman olmadı. Seyahat özgürlüğü geldi, ama bu kez de çalışmak zorunda olan insanların eskisi gibi kendilerine ayırabilecekleri vakitleri yoktu. Gençler istedikleri branşta eğitim alamadı, işsizlik nedir bilmeyen Doğu Almanlar iş bulamadı. İş bulduklarında ise Batı’dakinden çok daha düşük ücretlerle çalıştırıldılar. Daha da kötüsü, Doğulularla hep alay edildi ve Doğulular kendilerini hep sığıntı gibi hissetti.

“Sosyalizm aslında iyi bir fikirdi”

Tüm bu olanların, sosyal bir yansıması da oldu elbet. “Çok kötü” sosyalizmden 17 yıl sonra bugün, Sol Parti - Demokratik Sosyalizm Partisi (Die Linke.PDS) %9 oy alıyor Almanya’da. Bu oran doğuda %30’ları geçiyor. Daha da önemlisi yapılan pek çok kamuoyu araştırmasında (Report 2006, Schell 2006, Allensbacher 2006, Sachsen-Anhalt-Monitor 2007 gb.) Almanlar, eyaletine göre %78’e varan oranlarla “Sosyalizm aslında iyi bir fikirdi ama kötü uygulandı" diyor. Üstelik bu araştırmalara göre sosyalist fikirler sadece doğuda değil batıda da taraftar buluyor.

Sol Parti - Frankfurt (Oder) örgütünden René Wilke bu durumu şöyle açıklıyor: “Sosyalist dönemde Doğu Almanya’daki marketlerde az çeşit vardı ama ihtiyacımız kadar satın alabiliyorduk. Kimse aç, evsiz, işsiz değildi. Şimdi insanlar çaresiz ve gelecekten yana ümitleri yok. Kapitalizmin ne olduğunu gördüler ve artık, eski hatalardan ders çıkartan partimize; yeni, demokratik sosyalizmi kuracak partimize yöneliyorlar. Çünkü biz mecliste ‘Kapitalizm kötüdür bu yüzden her şeyi protesto ediyoruz!’ demiyoruz. Onların sorunlarına somut çözümler üretmeye çalışıyoruz…”

‘Batı’ alarmda

Batıdaki basın ve siyasetçiler ise bu olguyu açıklayamadıkça agresifleşiyor. Öyle ki Bavyera Başbakanı ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisi eski Başkanı Edmund Stoiber, “Almanya’da kimin başbakan olacağına Doğu Almanların karar vermesini kabullenemiyorum. Umutsuzlar Almanya’nın geleceğine karar vermemeli” diyerek, Doğu Almanların Demokratik Sosyalizm Partisi’ne oy vermesinden ne kadar rahatsız olduğunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde, Almanya’nın ve de tüm Avrupa’nın en çok satan gazetesi Bild de, az önce bahsettiğimiz kamuoyu araştırmalarını “Alarm Araştırması" başlığıyla duyuruyor ve bu sonuçların nasıl da ‘korkutucu’ olduğunu milyonlarca okuruna ilan ediyor.

Birleşmenin faturasını iki tarafın emekçileri ödüyor

Gelelim iki Almanya’nın birleştiği o günün yıldönümüne. DeutschWelle (Almanya’nın Sesi) editörlerinden Bernd Graessler'e göre resmi bir bayram olan ‘birleşme bayramı’ (Tag der Deutschen Einheit), doğulular için gerçekten bir ‘bayram’ olmalı. Çünkü yıllardır aktarılan ‘yardım’lar ile ihya olan Doğu için bu, kutlanması gereken bir şey. Fakat sokaktaki hava hiç de öyle değil. Doğu’da, Berlin’e bir saatlik mesafedeki Frankfurt (Oder) kentinde, bayram günü sokaklar bomboş. Hristiyan Demokratlar’ın (CDU) düzenlediği etkinlik sönük ve ruhsuz. Gazetelere demeç veren Psikologlar, bu durumu, Batı’dan gönderilen milyarlarca Euro’luk yardımın, Doğu Almanları utandırmasıyla açıklıyor.

Batı Almanların da hallerinden pek memnun olduğu söylenemez. Onlar da Doğu eyaletlerinin kalkınması için ödedikleri ‘dayanışma vergisi’nden şikâyetçi. Üstelik birleşme sonrası artan işsizlik, işverenlerin emekçilere gösterdiği bir sopa. Öyle ki, son 20 yılda ücretlere yapılan zam sadece %5.

Velhasıl, yıkık duvarın iki yanından da şen kahkahalar yükselmiyor. ‘Biz tek bir halkız’ diyen Almanlar, 17 yılda bunu başarabilmiş görünmüyor.


-Frankfurt/O-

3 Ekim 2007 Çarşamba

Yeni nesil Arsenal ve bitmeyen senfoni: Endüstriyel futbol öcüsü


Mithat Fabian Sözmen

Arsenal, senelerce İngiltere'nin en çirkin, en düz, en sağlamcı futbolunu oynamakla eleştirildi. Yıldız oyuncuları yoktu, varsa da hiçbiri ne George Best kadar yakışıklı ne Glenn Hoddle kadar zeki, ne Lineker kadar efendi, ne de Keegan kadar havalıydı. (Liam Brady beni affetsin, o hep bambaşkaydı) Taraftarları avamdı, çoğu işçi semtlerinden geliyordu: "Ah o kokuşmuş serseriler ve göçmen zenciler asil İngiliz futbolundan ne anlardı ki!" Hiçbir zaman sevilmediler. Chelsea'nin elitliği, Tottenham'ın senelerce İngiliz futbolunu besleyen yıldız oyuncuları, Manchester United'ın Best-Charlton-Law'lu Bermuda şeytan üçgeni ve tabii ki Liverpool'un tüm Avrupa'yı kendine hayran bırakan asi ve şampiyon geleneği onlarda yoktu. Her nasılsa Londra'nın göbeğine kapağı atmışlardı. Nereden geldiği belli olmayan kocaman pis bir taraftarı, Highbury adında köhne bir stadı ve en kötüsü o sıkıcı 0-0'ları vardı.

Evet, 1990'lara kadar Arsenal'in sözlük karşılığı sadece can sıkıcıydı. George Graham 90'lara doğru takımı devraldığında kulüp yavaş yavaş kıpırdanmaya başladı. 20 sene sonra kazanılan 2 şampiyonluk küskün taraftarı takımıyla barıştırmış, art arda yapılan yıldız oyuncu transferleri ve sağlam altyapı hamleleri kulübün, yeni yeni filizlenen ama henüz adı konmamış endüstriyel futbola adaptasyonunu kolaylaştırmıştı. Yine de, 1996'da Japonya'dan Highbury'ye bir Fransız getirildiğinde kimse o adamın Arsenal'i 21.yüzyılın en renkli takımı yapacağına ihtimal vermiyordu. Peki ya o Fransız? Arsene Wenger? Kuşkusuz o da, tıpkı Prekazi'nin Köln'de Ettori'yi 40 metreden avlayacağını ve bir Türk takımının çıkıp Weah'lı Hoddle'lı Fransa şampiyonu armadasını kupa dışına iteceğini öngöremediği gibi, burada da şansının zayıf olduğunu düşünüyordu. "Arsenal'in beni istediğini duyduğumda çok şaşırdım, Japonya'da erken emekliliği düşünen bir adamı niye istiyorlardı ki?" Ama hayat, hele ki futbol dünyanın en klişe tabiriyle sürprizlerle doludur ve bunu hiçbir sevimsiz klişe değiştiremez. Tabii ki Wenger gibi bir futbol aklına, eğitime ve imkânlara sahip olmak, size inanmayanlara bacak arasından gol atmak için birebirdir. Wenger yönetiminde futbolun belki de en güzel buluşu total futbol, 74 Hollanda'sı, Cruijff Barcelona'sı ve Tele Santana Sao Paulo'su sonrası, adada hayat buldu.

Havadan oynama meraklısı İngilizler, Brian Clough'ın "Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri bulutların tepesine koyardı" deyişi gibi bu yeni tarza ve onun getirdiği güzelliklere kapıldılar ve nihayetinde lejyonerlerle dolu Arsenal 10 senede kazandığı 3 lig şampiyonluğu ama daha da önemlisi oynadığı harika futbolla geçmiş yılların o soğuk, sıkıcı ve sevimsiz imajını silmeyi başardı. Bugün eğer geçmişe ait bir futbol kitabı okumadıysanız Arsenal ve sıkıcı kelimelerini yan yana getirmeyi aklınızın ucundan dahi geçiremezsiniz.

2007 yılındayız, oyunun adı Futbol ama başrolünde futbolculardan ziyade holdingler ve sermaye yer alıyor. Yüzyıllık kulüpler zengin baronların oyuncağı haline gelmiş durumda ve bu adamlar gerekirse parasını bastırıp Jose Mourinho gibi bir dehayı bile kapının önüne koyabiliyor. Bugün dünyanın en çok izlenen ligi Premier Lig'de 20 takımın 9'u yabancı holdinglere ait ve tıpkı Arsene Wenger'in dediği gibi kulüpler, taraftar başkanlar tarafından değil, işadamı başkanlar tarafından yönetiliyor. Statlar gittikçe boşalıyor ve medyanın oyun üzerindeki gücü artıyor. İnsanlar yine kulüp forması satın alıyor ama onları stada giderken değil evde plazma televizyonlarından, 16 kameralı reji eşliğinde maç izlerken giyiyorlar. Yani futbol endüstrisi bir şekilde genişliyor ama futbolun ruhu da zedeleniyor.

Bu ve benzeri sözleri sadece benim gibi basit bir insan söylese önemsemeyebilirsiniz ama Arsene Wenger gibi futbolun çok önemli şeyler borçlu olduğu bir adam da söylüyorsa buna kayıtsız kalmak saygısızlık olur. Peki, bu sakin Fransız'ı aniden böyle demeçler vermeye iten olaylar neydi? Çok basit. Hafta başında kulübün ortaklarından, Özbek asıllı Rus milyarder Alisher Usmanov, başkan Hill-Wood'un tüm muhalefetine rağmen hisselerini %23'e çıkardı ve dün yaptığı açıklamada hedefinin kulübün en büyük hissedarı olmak olduğunu tüm agresif açgözlülüğüyle söyledi. Arsenal, Forbes dergisine göre 600 milyon pound'u aşan piyasa ederiyle dünyanın en değerli üçüncü kulübü ve bu da hayatında kaç kere futbol maçı izlediğini merak ettiğim Usmanov'un Arsenal aşkını açıklıyor.

Son günlerde Arsenal dünya üzerindeki en güzel futbolu oynuyor, Henry'i satmasına rağmen ne kadar başarılı bir sistem takımı olduğunu sağda solda aldığı 5'lik 3'lük 4'lük skorlarla ispat ediyor ama ne kadar acıdır ki İngiliz ve dünya medyasında son 1 haftada çıkan haber ve incelemelerin yüzde 90'ı sahadaki oyunla değil Arsenal'in ne kadar değerli bir mal haline geldiğiyle ilgili...

Kendi kendime bazen “endüstriyel futbol” terimini ne kadar çok kullandığımızı ve artık klişe haline gelen bu sözün ne kadar itici olduğunu düşünüyorum. Fakat gelin görün ki artık yeşil sahalarda atılan her gol, her çalım ve pas parayla ilişkilendiriliyor. Maalesef buna 21.yüzyılın en güzel sanat eserlerinden Wenger Arsenal'i de dâhil. Fransız'ın dediği gibi "belki de artık futbol için kaygılanmanın vakti gelmiştir."

2 Ekim 2007 Salı

22 Temmuz'da ne oldu?


kerem özkurt

AKP'nin % 47 almasında şaşılacak bir şey yok. Bahane aramaya da gerek yok. Belli ki herkes halinden memnun. Kimse insanların kandırıldığını, çeşitli yollarla dağıtılan yardımlarla oyların satın alındığını iddia etmesin. Bu, kendi insanını şapşal yerine koymak, iki somunla kandırılacak kadar kafasız olduğunu söylemek; kişinin içinde yaşadığı topluma; içinde yaşadığı derken gün içinde konuştuğu, otobüste yan yana durduğu, yeri geldiğinde derdini yeri geldiğinde sevincini paylaştığı, tanımadığı halde paylaştığı insanlara haksızlık etmek olur. Siyaset kıymet bilmekle başlar. Senin ortaya attığın fikirleri destekleyecek, uğrunda çalışacağın insanın kıymetini bilmekle. Çünkü kendiden menkuldür insanın kıymeti; çünkü insan olduğu için değerledir en başta.



Bu yüzden kendini dev aynasında görüp, sana ayna tutanlarla karşılıklı iltifatlaşıp, geri kalanların sözlerine kulak tıkamak bir fikir adamının, bir siyasetçinin, bir devlet adamının kendisine zarar vermekle kalmaz, ürettiği gerçekten de faydalı olabilecek politikaların, çözümlerin de kulak ardı edilmesine sebep olur.



AKP gerçekten de yardımlar dağıttı birçok yerde seçim öncesi. Birçok insan da büyük ihtimalle bu sebeple oylarını vermişlerdir AKP’ye. Ama bu insanlar farkında değil miydiler oylarını sattıklarını, “oyuna“ geldiklerinin? Neden bile bile lades desinler? Cahillik deyip işin içinden çıkmak çok kolay. Soruları doğru sormak gerekir. Pek beylik bir lafla söylersek, bu insanlar neden bir ekmek uğruna oylarını veriyorlar. Daha da önemlisi, ey sen aynadaki dev, neden sen değilsin o insana o ekmeği uzatan.



AKP bu seçimden, geçen seçime oranla çok daha düşük bir oyla çıkabilirdi ve bu beni gerçekten şaşırtmazdı. Ülke’de olup bitenlerin, büyük resme bakmaya gerek kalmadan, küçük adamı bile nasıl sınırda yaşamaya ittiği çok açık. Ancak yine aynı hükümet, üstelik hiçbir değişiklik vaat etmeden, yani aynı düzeni sürdürme iddiası ile tekrar ve daha güçlü geldi. AKP yönetimi kazandıkları bu başarı için, muhalefete (ki sadece CHP’yi kast etmiyorum), kendi çalışanlarına borçlu olduklarından daha fazlasını borçlu. AKP’nin tüm hükümeti süresince o kadar bariz duran açıklarına bir türlü atlayamayıp, nedense muhalefeti kendilerini köşeye sıkıştıran bir söylem üzerinden yapıp duran, toplumun ve siyasetin her köşesindeki muhalefete.


Çok basit bir denklemle bütün bu dönem boyunca toplumu dinleyen sadece AKP oldu ve bunun da karşılığını fazlasıyla aldı. Yine de bu sürecin üzerine söylenebilecek birkaç şeyin daha olduğu görüşündeyim.

Özgürlüğe ağıt (a requiem for freedom)




Duygu Kocabaylıoğlu




İnsanoğlu, Platondan beri evrensel doğrunun peşinde, Aristo’dan beri mutlakıyetin dar çemberi içinde. Çünkü sınırları çizilmiş, kurtarılmış alanda eşelenmek her zaman daha rahat, daha zahmetsiz; daha güvenli. Birilerinin sizin yerinize mutlak doğruyu belirlediği ve tek yapmanız gerekenin bu mutlak doğruya göre hareket etmek olduğu sorunsuz ve sorumsuz bir yaşam şekli. Bu yüzden din odaklı yönetimlere, diğerlerinden daha bağlı, daha bağımlı, daha bir kanıksamış insanoğlu var tarih sahnesinde yüz yıllardır. Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Musevi’si fark etmeyecek kadar da uzlaşmış bir içgüdüyle. Tek Tanrı’dan ve iktidar erki olmaktan başka henüz ortak nokta tutturamamış, sürekli savaş hainde 3 büyük din.





Fakat yüzyıllar sonra ha ekonomik mutlakıyet olan kapitalizm geldi dinin yerine, ha daha özgürlükçü ve eşitlikçi olma iddiasındaki mutlak faşizm. Nasıl da mutlu insanoğlu kafasına kafasına dikte edilmesine zaten hali hazırda idrak edebileceklerinin.





Nasıl da rahat o sular, debelenmekten korkan küçük balıklar için. Kullanabileceğim tüm yetkilerimi 1 oy karşılığında sana devrediyorum ki, benim yerime anayasa(k)yı yapabilesin; yapabilesin ki, biz, bir arada duramayan habis insanoğlu tek elden yönetilmek için bak nasıl da feragat ediyoruz birbirimizi boğazlama özgürlüğünden... Sen söyle bize, ‘şunu yap, bunu yapma’ diye. Aman ha, başıboş bırakma, belli olmaz sağımız solumuz...


Ha yarın öbür gün, tamamen bizim iyiliğimizi gözeterek yaptığın yasaları beğenmediğimizi söylersek, olur ha es kaza fikrimizi beyan edersek, sakın kulak asma bu sivrisinek vızıltısına. Anlayana davul zurna az bile, sen kendin çalıp, oynamana bak; zira en baştan söyledik sen bizden daha âlim, daha bilirkişisin mevzuu bizim kişisel özgürlüklerimiz olduğunda...








Sen, ‘bize rağmen ve bizim için’ asıp kesebil ki, bir zamanlar kralların, padişahların güdümündeyken sarıldığımız o rahat mutlakıyetçiliğe zeval gelmesin, sakın ha!


Sen işini bilirsin devlet baba, yüksek iktidar erki; hepimiz 1 oy etrafında eşitiz ama sen bizden daha eşitsin şüphesiz ki. Şüphesiz ki rahatız, başımızda neyin doğru neyin yanlış olduğunu kötekle anlatacak bir "baba" figürü olduğundan dolayı.





Ah insanoğlu, zahmet edip söyler misin bana, mutlak ve evrensel doğruyu arayan Platon’dan başlayıp 2000küsür yıldan bu yana, bir toplumsal sözleşme mavnası koydun ortaya, kuyruğunu peşi sıra yakalamaya çalışan kediden ne farkın var aynı çemberde dönerken, düşünebilme yeteneğinden başka? Farkındalık bile yok, ki öyle içselleştirilmiş güdülme güdüsü, artık her şey müstahak sana, hak ettiğinden de beter yönetilirsin bu ahval ve şeraitle örülmüş rahat duvarların arasında…


30 Temmuz 2007 Pazartesi

Bize nasıl bir parti gerek?


Mustafa Kuleli

Seçim fırtınası dindi. Seçimlerden önce de, sonra da çok konuşulan “bağımsızlar”, her türlü engellemeye rağmen meclise girdi. Baskın Oran’ın, Levent Tüzel’in, Orhan Miroğlu’nun seçilememesi üzerine yazıldı-çizildi; bağımsız adayların belirlenmesi sürecinde ÖDP, DTP ve EMEP’in tutumları ayrı ayrı eleştirildi. Ne mutlu ki, son üç seçimdir ittifak yapan sol, ‘Bin Umut’ deneyiminden de pek çok şey öğrendi. Şimdi bu işbirlikleri üzerinde yükselen, ortak bir yapı kurma zamanı.

Başta, Express dergisinin seçim özel sayısında (Sayı 74), EMEP'in “mecburen eski" Genel Başkanı Levent Tüzel dillendirdi bu düşünceyi. “Hedef, bir çatı partisi” dedi Tüzel. Seçimlerden sonra ise çiçeği burnunda milletvekili Ufuk Uras’tan benzer bir çıkış geldi. DTP de “işbirliğine devam” mesajı gönderince sol çevrelerde heyecan arttı.

Nasıl bir sol, nasıl bir parti?

Peki böyle bir ortaklık mümkün mü? “Yeni sosyal hareketler”, “emekçi kesimlerin ileri unsurları” ve “Kürt siyasi hareketi” -aynı Almanya’daki Sol Parti (Die Linke) örneğindeki gibi- bir araya gelerek bir kitle partisi, bir iktidar alternatifi yaratabilir mi? Bu soruya yanıt vermeden önce, isterseniz nasıl bir sol partinin hedefe ulaşabileceği üzerine düşünelim.

Kurulacak parti (buna “Umut Partisi” diyelim) az önce belirttiğimiz gibi, hem yeni sosyal hareketleri hem de emekçileri temsil etmeli. Yıllardır duymakta olduğumuz sol literatürden ezberlenmiş pasajlar okumak yerine halkın dilini konuşmalı, güler yüzlü muhalefet ve ironiyi bir silah olarak kullanmalı. Birincil önceliğin iş ve aş olmasından hareketle aç insanlara “erdem”, “çelişki bileyici” ya da “devrim” satmaya kalkmamalı; somut politikalar ve uygulanabilir çözüm öneriyle halkın karşısına çıkmalı. Önüne acil bir “demokratikleşme programı” koyup, bunun için mücadele etmeli. Kadınlar, bu parti ile örgütlenmeli ve bu partide temsil edilmeli. Umut Partisi; okullarda, mahallelerde, fabrikalarda, tarlalarda, işyerlerinde ve hatta plazalarda örgütlenmeli, halkla bütünleşmeli. Parti kitlesel bir heyecan yaratmalı, her üye devrimci bir öğe olarak, hayatın her alanına umudu taşımalı.

Hepsinden önemlisi, sol tabanı büyütmek amaçlanmalı ve bu işin uzun yıllar sürecek meşakkatli bir görev olduğu bilinerek yola çıkılmalı. Hedef iktidar olmalı ve bunun için çalışılmalı.

Mümkün! (mü?)

Şimdi az önce sorduğumuz soruya geri dönelim: Sendikaların, kitle örgütlerinin, meslek odalarının ve pek çok siyasi çevrenin destek vereceği böyle bir kitle partisinin kurulması ve başarılı olması mümkün mü? Solun %20’ye düşen toplumsal tabanı, %40’lara çıkabilir mi? Cevabım: Evet. Bir tek ciddi zorluk var, o da Kürt siyasi hareketindeki belirsizlik. Radikal İki’de yazdıklarıyla hepimize umut veren, bir arada yaşamı savunan, “Türkiyeci” Aysel Tuğluk ve onun gibi düşünen DTP’liler ile her tür işbirliğini yapabilecek Türkiye solunun; “Ankara, Türkiye’yi eyaletlere böl ve Kürdistan eyaletini kur” diyen Leyla Zana ve arkadaşları ile ortak hareket etmesi zor.

“Demokrasi cephesi”nin siyaset üretebileceği kritik dönemlerde; bomba, mayın vs. patlatarak, asker ile çatışmaya girerek sivil siyasetin alanını daraltan ve Türkiye solunda da saygınlığını çoktan kaybetmiş olan PKK’ye ve arkasındaki güçlere, “birileri”nin rest çekmesi gerekiyor.

Artık DTP’nin karar vermesi gerekiyor.

-İstanbul-

20 Temmuz 2007 Cuma

Tehlikenin farkındayız, bağımsızların arkasındayız


Mustafa Kuleli

Bu aralar en çok duyduğum soru, ‘Seçimlerde oyunu kime vereceksin?’ sorusu. Hafif bir tebessüm oluşuyor, bu soru üzerine, yüzümde. İlk defa bu seçimde, bu kadar rahat verilebilecek bir yanıt var. ‘Bağımsız sol adaylara’ diyorum büyük bir iç huzuruyla. ‘Ama rejim elden gidiyor. Tehlikenin farkında mısın?’ diyecek oluyor bazıları. Yüzümdeki tebessümü koruyarak, ‘Tehlikenin farkındayım, sabun olmaya hazırım!’ diyorum, %52 grubundaki arkadaşlar gibi.

Şaka maka, bu aralar muhtemel CHP – MHP koalisyonu için felaket telalığı yapmaya başladı bazı gazeteci ağabeylerimiz. ‘Ulusalcılar mı kazanacak, küreselciler mi?’ cümlesiyle seçimi özetlemek mümkün onlara göre. Belki de haklıdırlar, mesele bu kadar basittir. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek bile, hiç üzerine vazife değilken, televizyon kanallarını dolaşıp ‘Aman MHP’li kardeşlerim durun, sol ile ittifak yapacaksa Bahçeli’ye oy vermeyin. Unuttunuz mu şu solcular Milli Eğitim Bakanları ile çocuklarımızı zehirledi, militanlarını hâkim, savcı yaptılar’ diye feryat ediyorsa, hakikaten dikkatle bakılması gereken bir durum vardır.Ben ise ultra-liberal cemaatten farklı olarak CHP-MHP koalisyonunun büyük bir felaket olmayacağını, Baykal’ın da, Bahçeli’nin de ‘devlet adamlığı’ (evet, yine o sihirli laf) kumaşına sahip olduğunu ve iktidara gelirlerse şu an söylediklerinden daha ılımlı olacaklarını öngörüyorum. Ne demişler; ‘Taç giyen baş akıllanır’

AKP – CHP – MHP – DP – GP başkalarının olsun, biz yine kendi adaylarımıza, bağımsızlara dönelim. En çok sorulan soruyu geçtik, gelelim en sık işittiğim şikâyete:

Sevgili dostum Çağdaş’la (Rakalar) konuştum bugün. İzmir 2. bölgede oy kullanacağını bildiğimden, ‘Mehmed Muhdi Aslan’a (o bölgedeki Bin Umut Adayı) vereceksin oyunu değil mi?’ diye sordum. O da, adayı tanımadığını, hakkında internette hiçbir bilgiye ulaşamadığını, sadece ismini ve ‘Bin Umut Adayı’ olduğunu bildiğini söyledi. Vallahi dostum haklı. İnsan; Ufuk Uras, Levent Tüzel ya da Baskın Oran gibi bir adayı olunca, gönül rahatlığı – bahar ferahlığı ile gidiyor sandığa. Ama diğer bölgelerdeki adaylar o kadar tanınır olmayabiliyor. Hele İstanbul 3. bölgedeki Sabahat Tuncel ya da İzmir 2. bölgedeki Mehmed Muhdi Aslan örneklerinde olduğu gibi, cezaevindeyse adayınız, tereddüde düşmemek zor.

Gelgelelim ortakaday.net’teki arkadaşlarımız bu derdimize derman olacak bir e-posta gönderdiler dün. Bağımsız adaylarla seçime girme fikri ortaya atıldığından beri yapıcı tutumlarıyla tüm çevrelerin takdirini kazanan ortakaday’cılar, yine yapacaklarını yapmışlardı. Diyorlardı ki: “Şimdiden bilmeliyiz ki oy vereceğimiz ve haftalardır seçilmesi için kampanya yaptığımız adaylarımızın bir kısmı seçilecek; ama bazıları da seçilemeyecektir. Oy verdiğim aday kazanmadı diye kimse canını sıkmamalı. Çünkü TBMM'ye yolladığımız her adayımız, kazanamayan adaylarımıza oy verenlerin de temsilcisi olacaktır.”

Biz de bu anlayışta buluştuk dostumla. 2004 yerel seçimlerindeki ‘Demokratik Güçbirliği’ deneyiminde de benzer bir durumu yaşamıştık. Bazı seçim çevrelerinde EMEP çatısı altında seçime giriliyordu, bazılarında ÖDP, bazılarında SHP. Önemli olan o ittifakın, o projenin desteklenmesiydi. Bugün de durum budur. Bu birlikteliğin başarıya ulaşması gereklidir. Hem kim bilir, belki yakın bir gelecekte bir çatı partimiz olur; yeni sosyal hareketleri temsilen ÖDP, işçi sınıfını ileri unsurlarını temsilen EMEP ve Kürt siyasi hareketini temsilen DTP bir olur, ortak bir program çerçevesinde, emekçilerin umudu olur. Ne dersiniz? Hoş olmaz mı? (Fazla naifim galiba)

Yani artık bu sorunumuzu da huzurunuzda çözdük. Ben zaten soranlara ‘Bağımsız Sol Adaylar’a oy vereceğim’ diyordum, tüm projeyi kastederek. İzmir’imde kullansaydım oyumu Levent Tüzel’e oy verecektim. Beşiktaş’ımda olduğumdan Baskın Oran’a vereceğim, göğsümü gere gere.



Not: Cem Uzan bugün açıklamasını yaptı. Bu açıklamayı yarın, yani seçimden bir gün önce, hangi gazeteler yayınlayacak göreceğiz. Açıklamanın çok büyük bir etki yaratmaması kuvvetle muhtemel. Özetle şöyle dedi Cem Uzan:

“Başbakan kardeşimi çağırıp ‘Hem siyaset, hem ticaret olmaz. Ailece karar verin. Abin siyaseti bıraksın. Yoksa bedeli ağır olur, gereğini yaparım’ dedi, ardından siyasi linç başladı.”

Not iki:
Birkaç arkadaşımın ısrarla istediği, bağımsız adayların belirlenmesi sürecini ve sol partiler arası ilişkileri, seçim sonrasında yazacağım.

-İstanbul-

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Zoraki bir seçim yazısı ve Uzan sürprizi

Mustafa Kuleli

Günlerdir “iyi fikirler, konular bulup yazayım” diye bekliyorum ama nafile. Rutin bir sıkıntı ve kanıksama hali esir almış beni. Malum, ülkemiz ‘seçim sath-ı maili’ne girdi ya, ille de bir şeyler yazmak lazım. Ama yok! Seçime 4 gün kalmış, insanın iki duble içmeden yazası gelmiyor. Temmuzun bu sıcak günlerinde İstanbul’dayım üstelik. Sizler de bu yazıyı okuduğunuza göre, sahillerde sırtüstü yatmıyorsunuzdur. Anlarsınız halimden…

İstanbul’dan birinin, bir internet sitesi aracılığıyla (laf aramızda çok önemli bir sitedir) seçim havadisleri vermeye kalkması abesle iştigal gibi. Dev televizyon kanalları, gazeteler, ajanslar bu işi layıkıyla yapıyor. Ben size bireysel gözlemlerimi aktaracağım yalnızca. O büyük mecraların atladığı bazı detayları paylaşmaya çalışacağım.

1999’dan beri seçimleri takip ediyorum. 1980 sonrası kuşağından olduğumuz için, övünmek gibi olmasın, ancak o yıllarda aklımız ermeye başladı. 1999’u, 2002’yi gördük, şimdi yine bir genel seçime gidilirken ‘bu sefer bir şeyler söylemezsem çatlarım’ dedim, kendi kendime.

Neyse uzatmayayım; özetle, bu seçim şimdiye kadar gördüğüm en sönük seçim ve aklımda pek çok soru işareti var: Niye seçime gidiyoruz? Cumhurbaşkanı seçemediğimiz için. Peki, seçimden sonra Cumhurbaşkanı seçebilecek miyiz? Meçhul! Partilerin Cumhurbaşkanı adayları belli mi? Değil. Kimle hükümet kurabileceklerini açıklıyorlar mı? Hayır. AKP yine açık ara birinci mi olacak? Evet. CHP yine ikinci mi olacak? Evet. Oyları ne kadar değişir? Vallahi her gün servis edilen araştırmalara bakılırsa en fazla %5’lik bir artış mümkün iki parti için de. Peki ne değişecek? MHP ve DTP de meclise girecek ve belki sosyalistler de. (ki bağımsız adaylar bu seçimin en önemli olayı)

Bu belirlilik yüzünden mi heyecansız geçiyor peki seçimler? Sadece bu yüzden değil galiba. Cumhuriyet mitinglerinin havası geçti, CHP potansiyel tabanından alabileceği maksimim oya ulaştı, merkez sağda bütünleşmenin olmaması AKP’yi tek seçenek haline getirdi ve en önemlisi düzen-içi partilerin farklı şeyler söylemediği artık anlaşıldı. Tartışabilecekleri yapısal bir mesele kalmadı. Merkez’in temsilcisi CHP, küresel sisteme entegre olamamış burjuvazinin desteği arkasında, şeriat ve bölünme korkusu yayıyor; çevrenin temsilcisi AKP küresel sisteme entegre olan ‘yeni burjuvazi’nin desteğiyle, dünyaya daha çok açılma, özgürlük ve refah vaat ediyor. Ama hangisi iktidara gelirse gelsin; MHP, GP veya DP iktidar ortağı dahi olsa, aynı program uygulanacak. Herkes de bunu biliyor ve dolayısıyla sonu belli bir televizyon dizisi izler gibi, sıkıla sıkıla bu diziyi izliyor. Baykal’ın müthiş gayreti ve CHP’nin kusursuz reklâm kampanyası bile heyecan yaratamıyor.

Peki, ne olsaydı farklı olurdu? Seçim barajı %5 olsaydı, elbette her şey çok daha farklı olurdu. Baykal ve Erdoğan bir televizyon kanalında 3-4 saat tartışsalar sonuç yine farklı olurdu. Ama bunlar olmadı. Şimdi tek umudumuz Cem Uzan’ın bugün (çarşamba) ya da yarın, olmadı cuma günü açıklaması beklenen belge. Uzan, Tayyip Erdoğan’ın Mayıs 2003’te, Başbakanlık’ta Hakan Uzan’dan bir şey istediğini, bu olmayınca Haziran’da Çeaş-Kepez’e el konulduğunu ve siyasi linçin başlatıldığını söylüyor. Açıklayacağı belgeyi bugün-yarın göreceğiz. Cem Uzan’ı tanıyanlar böyle konularda asla spekülasyon yapmayacağını ve elinde ya bir ses kaydı, ya bir görüntü ya da bir resmi evrak olduğunu tahmin ederler. Asıl mesele, Uzan’ın açıklayacağı bu belgeye Doğan Holding medyasının yer verip vermeyeceği. Zira Atv-Sabah grubu zaten TMSF’nin elinde ve bu habere yer vermeyecek. Doğan grubu da (Kanal D, Star ve 10 küsur gazeteyle) bu belgeyi yayınlamazsa dört büyüklerden geriye sadece Show TV-Akşam grubu kalacak. Dolayısıyla Uzan, son kozunu da boş yere harcamış olacak.

Bekleyelim, görelim. Bunu bir ön yazı olarak kabul edin. Ne de olsa seçim günü ve gecesi internet sitelerine yayın yasağı yok. GünlükHayat’ta seçim öncesi ve sonrasında, seçim gündemini ve ‘memleket meselelerini’ işlemeye devam edeceğiz.


Önemli Not: İlhan Selçuk'un MHP için yazdığı "Dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum." satırları üzerine, CHP-MHP koalisyonu ve hatta Demirel’in Cumhurbaşkanı olma ihtimali en çok konuşulan senaryolardan biri haline geldi. Sahi, söz konusu vatansa gerisi hakikaten teferruat mı?

24 Mayıs 2007 Perşembe

Bir hayat seç ve bunu içselleştir



Duygu Kocabaylıoğlu

"choose life. choose a job. choose a career.
choose a family. choose a fucking big television. choose washing machines...
choose fixed interest mortgage repayments. choose a starter home. choose your friends.
choose good health, low cholesterol, and dental insurance.

choose a future. choose life...”


dizelerinin koşuşturması ile başlar Trainspotting filmi. Uyuşturucudan başka hiç bir şeye, hiç bir yere ait olmadığını hisseden İrlandalı gencin ağzından dökülür son cümle: “İyi de bunu neden isteyeyim ki?”

Kimlik inşasının kaçınılmazlığını reddetmek özgürlük müdür, yoksa dibe çöküşe giden başka bir yol mu?

Edebiyatta bireyselleşme akımı ile giren ve yüz yıllardır popülerliğini kaybetmeyen bir temadır, insanın kendisine sunulanı ya da dayatılanı reddedip kendi yolunu çizebilme öyküsü. Avrupalı aristokrat genç kızlar babalarının uygun gördüğü erkekle evlenmeye karşı çıkar ve fakir de olsa burjuvanın oğluna kaçarlar; genç burjuva erkekler babalarının mesleğini sürdürmeye karşı çıkıp kendi idealleri peşinden giderler; Katolikliğin baskısındakiler Protestanlara kaçarlar... Daha yakın zamana gelirsek kapitalizmin tek tipleştirme çarkında boğulmayı reddeden karakterler, düzene kendi başlarına meydan okurlar... Velhasıl Avrupa edebiyat tarihi, kendine biçilen rollerden memnun olmayıp, sürekli bir kaçış halindeki kahramanlarla doludur. Kendine yeni bir kimlik seçmenin Don Kişot’tan daha güzel bir örneği olabilir mi?

Peki şimdi ne oluyor? Kendisine ikram edileni beğenmemeyi ayıp sayan kültürümüzde, globalleşmeden nasibimize düşen kimlikleri kendimize uydurup mutlu olma çabasına giriyoruz.
Bir üniversite seç; mümkünse “Top 10”dan olsun.
Öyle bir bölüm seç ki, son 20 yıl boyunca gözde mesleklerden biri olsun.
Ama köşeyi dönmenin yanısıra, işini de sev. Seviyormuş gibi yap.
Bir ev seç, ama içinde ankastre mutfak ve jakuzi olsun.
Sadece büyük ekran televizyon yetmez, yanında ev sinema sistemi ve multimedya kiti de seç.
Mesleğinde saygın bir eş seç. Mümkünse ona âşık ol. İmrenilecek bir çift ol.

Gözü doymaz insanoğlu, hala mutsuzsun değil mi? O zaman bir yoga kulübü seç. Haftasonu için bir SPA merkezi seç. Rahatlamayı seç.

Yani, toplumumuzdaki her bir sosyal olguda olduğu gibi, modern şehirli kimliğinin inşasında da yabancılaşma yaşıyoruz. Bu kredi kartının üstünde yazan isim benim ama bu iğrenç pembe gömleği neden aldım ki? Sevmeden seçip de, severmiş gibi yapmak hayat felsefesine dönüşüyor bir müddet sonra. Çünkü memnuniyetsizlikle şikâyet etmeniz ayıp. Size yabancı bir hayat inşaa ediyorsunuz ama ayıplandığınız konular aynı kalıyor.

Farkında olmadan bu kimlik inşasını içselleştirenlere de ayrı imreniyorum doğrusu. Onlar, iki yüz yıl önceki pozitivizmin en parlak zaferini temsil ediyorlar farkında olmadan. Zira yanıbaşlarındaki patolojik mutsuzlar, onlardan biri olmak istemeyen asiler elek altına düşüveriyor; sen sağ ben selamet, toplum huzurlu ve mutlu...

Bir hayat seç ve bunu içselleştir. Öyle içselleştir ki, senin seçimin olmadığını kendin de unut... Toplumları steril biçimde “gütmek” adına daha parlak bir siyaset stratejisi düşünemiyorum açıkçası.

20 Mayıs 2007 Pazar

Üniversite anfisinden, ofis koltuğuna


Duygu Kocabaylıoğlu


Bu yazı “hayatın asansör boşluğu”nun keşfedildiği bir gece kaleme alınmıştır; bundan mütevellit, savunduğu bir argüman, peşinden gittiği bir ideoloji yoktur. Tam aksine oldukça isyankâr ve bir tutam da nihilisttir.


Günü gününe ancak yetiştirilen yıllık yazısı…
Alelacele fotoğraf çekimleri…
"Ah kep giyme törenin tatil ile çakışmaz inşallah?" kaygısı...
Okulda bir cümbüş, bir koşturmaca…
Ailemde bir sevinç…
Neler oluyor yahu?
Benim dışımda bir şeyler olduğu kesin.

Yarıyıl tatilinden döndükten sonra en çok şu afişe takılmıştı gözlerim:
"2007 Mezunları! Son Yarı Yılınıza Hoş geldiniz!" Yani kaçarı yok, düğün dernekle yolcu ediyorlar bizi.

Peki biz, mezun adayları neresindeyiz bu hengamenin? Bir soru ile binlerce rakibimizi geçmenin hesabını yaptığımız ÖSS kaosundan ne zaman çıktık da, kazandığımız üniversiteye "Hoşçakal!" dediğimiz güne geldik?

Fazla kent romantiği olmanın da alemi yok aslında. Zira "Aman Tanrım, mezuniyet sonrası ne yapacağım ben?!" korkusu henüz 3. sınıftan başladığı için bir çoğumuz yaz tatillerimizi, -diplomalı olduktan sonra bize kapılarını açacağını umduğumuz- "işverenler"emize hediye ettik bile.

Bilenler bilir rock grubu Mavi Sakal'ın "Ne içiiin? Kim içiin?" diye sorduğu bir şarkısı vardır. Ne için girdik üniversiteye? Kim için mezun oluyoruz?

Bazılarına ayrılması oldukça zor gelirken, kimileri özgeçmiş formlarında sadece işaretleyip geçiyor üniversitesini; bir de zorla okuduğu üniversiteden, kaçarcasına mezun olanlar var tabii.

Nasıl mezun olursanız olun, öyle ya da böyle bir olgunlaşma basamağı üniversite; o kadar okuduktan sonra insanların sizden bir verim, bir ürün beklediği basamak.

“Kim için?” sorusunu yönelttik ya, aslında cevabı önce “kendiniz için”, olmalı. Olmadığında, öncellik sırasını kendinizden evvel başka şeylere kaptırırsanız, çok fena. Mesela "o kadar okuduktan" sonra, küçük bir şirkette sekreterlik yapmak, insanın kendisine hakaret etmesi gibi gelebilir.

“O kadar okudum!” Sihirli bir cümle bu. İsyan cümlesi. Neden orda olmamanız gerektiğinin kısa bir özeti. Hem o kadar okudunuz siz; lisede sıra arkadaşınızla 1 net daha fazlası için yarıştınız, üniversitede staj kontenjanları için birbirinize çelme çaktınız; sabahlayıp finale girdiniz, asistanlara yaranmak için kırk takla attınız, mesleki becerilerin yanında sosyal olarak da geliştirdiniz kendinizi; fazladan bir dil daha öğrendiniz, en çok satan kitapları ya da klasikleri devirdiniz öte yandan, (en kötü ihtimalle) yeniden kuracak kadar bilgisayar öğrendiniz. Ve çok daha fazlası. Bunlar sadece şahsen aklıma gelenler. Bir de, başkalarının "CV"lerinde görüp, imrenip, gerçekleştiremediklerim var…

“İnsan kendini en iyi düzeyde gerçekleştirdiği ölçüde mutludur” demiş çok bilgin filozoflardan biri… Keşke bunun sosyolojik ve patolojik yansımalarından da bahsetseymiş. Toplumlar bu biçimde evrilmemiş olsa, eminim ki -şeytanın dürttükleri hariç- birçoğumuz üniversitelerin yollarını bu derece aşındırmazdık. Bize sunulan “kendini gerçekleştirme” kimliklerinin içini doldurmak için bu derece çırpınmazdık. 30 yıl çalışarak Ferrari aldıktan sonra, kaybettiği huzurunu bulmak için o Ferrari’yi satan bilgelerden olmazdık…

Mezun olmakla, olamamak arasında bir aforizma bu. Memnuniyetsizliğin kibirle eşanlamlı olduğu yaşam koşullarında, “Özgür ruhum ben!” demek en hafifinden hayalcilik. Ya da tası tarağı bile toplamadan bir okyanus adasına “düşmeli” insan; Hindistan cevizi sütüyle ve muzla yaşamalı…


27 Mart 2007 Salı

Mavileşen yakalar-3: Yanılsama


kerem özkurt

Her üniversitede bahar şenliklerinden az bir zaman evvel kariyer günleri yapılır. Çeşitli şirketlerin çalışanları hem şirketi tanıtmak, hem öğrencileri heveslendirmek hem de kendine eleman seçmek amacıyla kısa sunumlar yaparlar. Genellikle o üniversiteden mezun olmuş biri sahneye çıkıp, kendisinin hangi evrelerden geçerek, kendini nasıl geliştirerek, hangi basamakları çıkarak, bulunduğu yere nasıl tırmandığını anlatır. Canlı bir başarı öyküsü. Öğrenciye şu mesaj verilir: Neden sıradaki sen olmayasın?

Özel sektörün en çekici yanlarından biri terfiiydi. Evet, ilk başta küçük bir görevle başlatıyordu çalışanını ama çok çalışılırsa, fark yaratabilirse yükselmek işten bile değildi. Böylece “yönetici asistanı” gibi isimde ağır görevde hafif unvanlarla ve cüzi ücretlerle işe girmekte bir sakınca görmüyorduk. Ama aylar geçtikçe, gittikçe belirginleşiyordu: bundan fazlasına ulaşamayacaktık. Daha doğrusu çıkabileceğimiz makamın düzeyi çoktan sınırlandırılmıştı.

İşe girerken “bu departmanda müdür yok gibidir, herkes eşittir, hiyerarşik bir yapılanmadan kaçınırız” vaadi hakikaten doğruydu; ancak bize söylenmeyen bu yatay yapılanmanın kendini en belirgin şekilde terfii mekanizmasında gösterdiğiydi. Terfii, unvanda afili bir değişiklik (belki daha İngilizce bir unvan), ücrette ufak bir oynama, ama sonunda önceden yapılan işten pek farklı olmayan yeni bir görev getiriyordu. Hep aynı düzeyde duruyordu çalışan. Ne uzuyordu ne kısalıyordu. Bu basamakları çıkmaktan çok sahanlıkta ileri geri gitmek gibiydi. Sonunda küçümsediğimiz devletin o dereceli, kıdemli sistemindeki kadar bir ilerleme sağlanabiliyordu. O da devletteki gibi belli süreleri doldurunca otomatik olarak değil, ancak yoğun bir çaba gösterilir ve pozisyon açılırsa…

Yine de içimizdeki ümidi sürdüren bir yanılsamayla avunuyorduk: Bizden çok daha düşük tahsilli ama yaşça ve deneyimce bizden üstün olan kişilerin başımızda bulunması. Departman şefleri, müdürleri, yöneticileri (özel sektör ne kadar çok isim bulabiliyor), bir gün onların bulunduğu konuma bizim de gelebileceğimizi müjdeliyor gibiydiler. Kendimizi kim yönlerden onlardan üstün buluyor, onların işe başladığı zamanki durumlarına kıyasla daha yetkin olduğumuzu görüyorduk. Onlar yapabildiyse biz de yapabilirdik. Canlı bir başarı öyküsü.

Oysa onların o makama ulaştıkları dünya bizimkinden çok farklıydı. Henüz yapılanan bir özel sektördü o; eleman diye her yere saldıran, psikoloji bölümü mezunu birini satış departmanına yerleştirebilecek kadar rahat davranan bir özel sektördü. Sorduğumuzda, onlar da işe en alt kademeden girmişlerdi, doğru ve bu bizde aynı yolları kat ederek aynı yerlere ulaşabileceğimiz yanılgısı yaratıyordu. Oysaki onların zamanında bu yol çok açıktı. Üniversite mezunun çok olmadığı bir zamanda iş bilen kişi, ne olduğuna bakmaksızın yükselebiliyordu. Fikri olan garsonların reklâmdaki gibi yeteneklerini kanıtladıklarında masaya oturtulduğu zamanlardı. Şimdiyse özel sektör herkesi aldığı pozisyonda tutmaktan yana. İşler böyle de gayet iyi işliyor özel sektör için. Nasılsa bir ordu kadar işçi var rezervde.

İşin en hazin yanı, yükselmenin maddi dayanaklarının yok olduğu bir ortamda yükselme hayalinin hala devam etmeseydi. Biz o hayalin peşinden koştuk; bizden sonra da kim bilir kaç nesil aynı hayalin peşinden koşacak.

Olabilirliği çoktan silinmiş ama albenisi her gün tazelenen bir hayalin…

26 Mart 2007 Pazartesi

Ali Nesin'den mektup var


Mustafa Kuleli

-Aziz Nesin'lik bir karalama kampanyası-

Eğitim olanaklarından yoksun çocukları yetiştiren, onlara her şeyin en iyisini vermeye çabalayan Nesin Vakfı, geçtiğimiz aylarda, çirkin bir kampanya ile karalanmaya çalışıldı.Prof. Dr. Ali Nesin de, bir mektup yazarak Nesin Vakfı’na yönelik saldırılara cevap verdi.Ali Hoca süreci anlatmış, iddiaları yanıtlamış, kimilerine sitem etmiş ve dostlardan yardım istemiş. Biz de bu mektubu sizlerle paylaşmamız gerektiğini düşündük:


Sevgili Dostlar,
Dehşetengiz bir karalama kampanyasıyla karşı karşıyayız. Bunun sonunu hiç hayırlı görmüyorum. Sadece Nesin Vakfı açısından değil, Türkiye ve insanlık açısından da.

Eğer bunca özveriyle kurulan ve yaşatılmaya çalışılan bir çocuk kurumuna böylesine alçakça ve acımasızca çamur atılabiliyorsa, gerisi benim hayal gücümü aşıyor.

Sonuçta çocuk bakıyoruz... Yemiyoruz yediriyoruz, ısınmıyoruz ısıtıyoruz.

Nesin Vakfı’na ve kimsesiz çocuklara bakan diğer kurumlara hayâsızca saldıranlar, sokak çocuklarından, tinercilerden, kapkaççılardan, sokakta yaşanan vahşetten yakınma haklarını kaybettiklerini biliyorlar mı acaba?

Çocuk kurumlarında çalışanlar büyük bir özveriyle yokluk ve zorluklarla boğuşurlar. Üç kuruş maaşa... Kimi zaman da gönüllü... Tek mutlulukları yüzleri gülen çocuklardır. Onlar bu toplumun isimsiz kahramanlarındandır, bu toplumu toplum yapan değerleri yaşatan kişilerdir.

Nesin Vakfı’nda bir “anne” dört çocuğa bakar. Geçenlerde TV kanalında izlediğiniz devlet kurumunda çocukları döven “anne” kaç çocuğa bakıyordu? Saydınız mı? 30 muydu? Herhalde. Siz hiç 30 çocuğa baktınız mı? 30 çocuğa bakmanın ne demek olduğunu bilir misiniz? Üstelik hangi çocuklara, hangi ortamda, hangi koşullarda...

O “anne”nin kendisi de dayakla büyümüştür büyük olasılıkla; kendi çocuklarını da dayakla büyütmüştür. Simdi de 30 kimsesiz çocuğun sorumluluğu verilmiş... Bunun ne demek olduğunu tahmin etmeye calisin. Dövmesin de ne yapsın anne? O maaşa ancak böyle bir anne bulunur. O eğitimde ve o düzeyde biri o koşullarda ancak öyle davranabilir.
Düşmanı iyi belirlemek gerekir. Düşman ne o kurum, ne de o annedir.
Düşman, içinde yasadığımız koşullardır.

Bir senaryo kurayım: Nesin Vakfı’nda bir anne dört çocuğa bakar dedim biraz önce. Peki, çok kötü koşulda dört çocuk daha görsek ne yapacağız? Örneğin kömürlükte yasayan, ya da işkence gören, ya da sokaklarda dilendirilen, aç sefil, ölüm tehlikesinde... Almamazlık olur mu? Görmemeye çalışıyoruz ama görürsek alacağız mecburen. Gözle görünce dayanılmıyor.
Peki ya bu yeni çocuklara bakacak annemiz yoksa? O zaman var olan annelerin her biri dört yerine beş çocuğa bakacak... Peki, bağışlar azalır da çalışan sayısını azaltmak zorunda kalırsak ne olacak? O zaman da ya bir anneyi işten çıkaracağız ya da annelerden biri “maaşım ödenmiyor” diye işini bırakacak, ama bu sefer de her anne beş yerine altı çocuğa bakacak. Kolay mı o kadar çocuğa bakmak? Eğer koşullar değişmezse bir annenin sorumlu olduğu çocuk sayısı yediye, sekize çıkacak. Belki de daha az maaşa çalışacak bir anne bulacağız. Annenin sinirleri yıpranacak, yorgun düşecek. Haliyle... İnsan bünyesi bu, bir yere kadar dayanır. Bir ara uykusuna yenilecek. O sırada çocuk pencereden sarkacak, elektrik prizine çivi sokacak, odadan çıkacak... Allah korusun... Allah korusun ama ne olur ne olmaz, biz gene de önlemimizi alalım...

Çocuk bakan kurumlara saldırmak mıdır çözüm?

Nesin Vakfı aleyhine sürdürülen kampanyayı sıcacık evlerinde rahat koltuklarına gömülmüş cıkcıklayarak izleyenler, o sırada bizim ne yaptığımızı düşündüler mi acaba? Ben söyleyeyim ne yaptığımızı: Tuvalet temizlemekten gelecek ayı nasıl çıkaracağımızı hesaplamaya kadar olağan tüm isleri yaptığımız gibi, bir yandan da bakirelik kontrolünden geçen kızlarımızı teselli ediyorduk, yuvalarından alınacaklarını düşünen çocuklarımızı yatıştırıyorduk, olan biteni anlayacakları ve üzülmeyecekleri bir dilde anlatmaya çabalıyorduk, gülümsemeye, güven vermeye çalışıyorduk. En çaresiz kaldığımız zaman da hıçkırıklarımızı hapsedip onlara sarılıp susuyorduk.

Söylemeden geçemeyeceğim. Küçücük kızlarımızdan birine adli tip doktoru olacak kişi, “namaz kılar gibi yap” demiş. Kızımız bilememiş doktorun ne demek istediğini. Bu yüzden de doktordan bir güzel azar işitmiş. (Acaba toplumun hangi kesimi cıkcıklayacak bu satırları okuduğunda?)

Sevgili dostlar, sizlere bize yaşatılan her şeyi anlatamıyorum. Çünkü bu mektuplar maalesef cinsel evrimlerinin evcilik oyunu aşamasında takılıp kalmışların da eline geçiyor.

Gazetelerde çarşaf çarşaf yayımladılar, televizyonlarda bangır bangır bağırdılar: Nesin Vakfı’nda tecavüz! Anüste yırtık var! Üç kıza daha tecavüz edilmiş! Vakıf’ta bakire kalmamış!

Oysa hiçbir şey yok! Adli Tip raporları tertemiz. Ama gene de haber yapıldı ve hakkımızda dava açıldı!

Pes! Diyecek laf bulamıyorum.

Her şey doğru olsa bile, böylesine trajik bir olay böyle mi haber edilir? Toplumsal sorumluluktan vazgeçtim, hiç mi utanma arlanma yok?

Tutuklanan gençlerimiz cezaevinde işkenceden geçtiler, aşağılandılar, korkutuldular, ölüm ve tecavüz tehditleri aldılar. Biri tabanlarına basamaz ve çenesi kenetlendiğinden konuşamaz bir halde ve beş kuruş parasız gecenin bir yarısında sefil bir durumda Bayrampaşa sokaklarının karanlığına terk edildi. 17 yasında bir çocuktan bahsediyoruz! Bu çocuk bir hafta boyuncu kati yemek yiyemedi ve tuvalete gidemedi. İki gün kaldığı cezaevinden çıkıp 36 saat sonra Vakıf’a döndüğünde (önce annesine gitmiş) donuk gözlerle bakıyor ve iki kelimeyi zor yan yana getiriyordu.

İnanıyorum demesine karsın, “seni Allahsız!” diye dövmüşler. Önce jandarmalar, sonra gardiyanlar, daha sonra da mahkûmlar. Aslında dövmek istedikleri Aziz Nesin ve düşünceleri elbet.

Çocuk yurdunda çocukları döven anneye olduğu gibi, düşmanını karıştırıp çocuklarımı döven bu cahillere de acıyorum.

Cahiller neyse de, okumuş yazmışların düşmanını karıştırmaya hakkı yoktur. (Öyle değil mi piyasa gazetelerinin ve TV kanallarının sayın haber müdürleri?)

Çocuklarımız iki günlük cezaevi ziyareti boyunca yaşadıklarını kaleme alıyorlar. İnanın bana, pek kolay olmuyor yazmaları. Bitirdiklerinde kamuoyuna sunacağım.

İşkenceyi şikâyet etmek amacıyla aldığımız adli tip raporları, “o kadar da önemli bir şey yok” gibilerinden bir şey soyluyor. Oysa taban, avuç ve sırtlarındaki dayak izlerini ben gözlerimle gördüm. Birinin dosyası takipsizlik aldı, itiraz ettik, sonucu bekliyoruz. Diğerinin şikâyeti halen soruşturuluyor.
Bilen söylesin: Türkiye’de tecavüz suçlamasıyla tutuklanan kaç kişi iki gün sonra salıverilmiştir? En küçük bir emare ya da delil olsaydı, sonuç böyle mi olurdu?

Biri işkence diğeri tecavüz iki rapor var. İkisi de ayni şeyi soyluyor: Iskence/tecavuz olmamıştır. Birine dava açılmıyor, diğerine açılıyor. Bu da Aziz Nesinlik değilse ne Aziz Nesinliktir?

Suçsuz çocuklarımı ihbar etmedim suçlamasıyla mahkemeye verildim.
1,5 yıl hapsim isteniyormuş. Sanki umrumdaydı! Temsil ettiğim ruha dokunamazlar ki...

Üstelik çocuk baktım diye hapse atacaklarsa, 1,5 yıl ne ki! 150 yıl atsalar ıslah olmam!

Sözlerim öncelikle bize düşman olmaması gereken ama beni çok şaşırtan basına ve medyaya (onlar bilirler kim olduklarını): Çocuk bakan kurumlara saldırmayın, onlara sahip çıkın ve destekleyin.

Dostlar: Toplumun Nesin Vakfı’na ihtiyacı olduğu surece dimdik ayaktayız ve bu vakfı yaşatacağız, ama insanlık ölürse bize yer kalmaz ki! İlla ki insanlığı kurtarmak gerekiyor!

Ali Nesin

26 Şubat 2007 Pazartesi

Mavileşen yakalar-2: İş zamanı


kerem özkurt

Benim sınıfımdan yaklaşık 80 kişi mezun oldu. Bunlardan devletin herhangi bir kademesinde çalışmaya başlayan benim bildiğim iki kişi var. Kalanların birçoğu özel sektörde iş buldu. Bir kısmı da benim gibi yüksek lisansa devam etti. Bunu babama ilk söylediğimde, ne yapacaklar özel sektörde devlete girselerdi ya demişti. Devletin “devlet baba” olduğu yıllar, babamın bir devlet bankasına memur olarak girdiği yıllarda kaldı sanırım. O yüzden babamın sözlerini sadece bir kuşak farkından ibaret saymıştım.

Özel sektörün inanılmaz bir cazibesi vardı. 1980’ler 1990’lar boyunca biz bu cazibenin altında büyüdük. Teoriye göre gelişen her ülkenin deneyimleyeceği gibi Türkiye’de de hizmet sektörü gittikçe şişkinleşiyordu. Buna post-industrialism’in teknoloji yoğun üretim şekli de katılınca, orta sınıfın kendi halinde üyeleri olarak bize düşen, uslu uslu okullarımızda okuyup, zamanı geldiğinde hak etiğimiz makama oturmak olacaktı. Mekânımız şehir, işimiz bol gelirli, yaşamımız vasatın üstü ve modern olacaktı. Çünkü okumuştuk. Çünkü daha iyisini hak ediyorduk.

Ben gerçeğin yüzümde şakladığını bizden bir sene erken mezun olan bir arkadaşımın kurumsal olduğunu zannettiğimiz bir firmada, satış pozisyonunda işe girdiğinde anladım. O neşeli adamın gözleri artık gülmekten değil de yorgunluktan kısılmaya başlayınca anladım. Haftada en az üç gece, eve geç gelip, geldiğinde yorgunluktan oturduğu yerde uyuya kalmasından anladım. Tam bir ay her gün, hiç tatil yapmadan, işe gitmesinden anladım. Yaptığı işin, dört yıllık yüksek tahsil olmadan da rahatlıkla yapılabileceğini gördüğümde anladım. Çalıştığı yerdeki en iyi tahsile sahip olmasına rağmen diğer satıcılarla aynı muameleyi görmesinden, işi kapıp en iyi satış rakamlarını yapmasına rağmen şirketini memnun edememesinden ve tabi şirketi tarafından memnun edilmememsinden anladım.

O arkadaşım hep bir uç örnek olarak kaldı benim için ama diğer arkadaşlarım da hep benzer şikâyetlerle geldiler. Özel sektör bir iş esnekliğine sahipti ama bu esneklik sadece işveren tarafından kullanılabiliyordu. Hafta içi fazla mesailer, eve iş getirmeler ve hafta sonu çalışmalar demekti iş esnekliği. Bunların pek çoğu da ücretlendirilmiyordu. İş/özel hayat ayrımı git gide muğlâklaşıyordu. Öyle ki, tatiller bile şirket tarafından belirlenmeye başlanmıştı; belirli haftalarda zorla izin kullandırılıyordu çalışanlara, ileriki izinleri engellemek amacıyla. İş dışındaki saatlerde bile telefonla aranıp (belki de cep telefonlarının ilk kullanım alanı budur) çalışmak zorunda kalabiliyorlardı.

İşi sahiplenmesi bekleniyordu çalışandan. Bu durumda dükkân sahibi bir esnafa dönüşüyordu çalışan. Dükkândan sorumlu; kârından sorumlu, işleyişinden, imajından sorumlu. Bir dükkân sahibi gibi. Akşam istediği saatte kapatan, çalıştığı kadar para kazanacağını düşünen, bu sebeple gece yarısı müşteri telefonla aradığında bile pijamasıyla inip dükkânı açabilecek; ertesi gün mal gecikirse diye uykusu kaçan bir dükkân sahibi. Tek fark, dükkânın kazancından faydalanamaması. Diğer bir deyişle sıkıntıda ortak -hatta çoğu zaman sıkıntının bizzat sahibi- ama kazançta alelade bir çalışan.

İlk sanayileşme dönemlerinde İngiltere’de büyük saatler konmuştu meydanlara, işçilerin işe geç kalmamasını sağlamak için. Devasa fabrikalarda işin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini göstermek için. Bu hayatın 24’e ayrılmış zamanlara göre düzenlenmesinin ilk şekliydi. İşçilerin ne kadar çalışacaklarını ne kadar serbest zaman kullanacaklarını belirlemenin işverence keşfedilmiş bir yolu.

200 sene sonra, bu sefer, çalışmanın ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini kestiremediğimiz bir iş tanımı koyuyor önümüze işveren. İroni dediğimiz şey bundan fazlası değil.