Duygu Kocabaylıoğlu
Bu yazı “hayatın asansör boşluğu”nun keşfedildiği bir gece kaleme alınmıştır; bundan mütevellit, savunduğu bir argüman, peşinden gittiği bir ideoloji yoktur. Tam aksine oldukça isyankâr ve bir tutam da nihilisttir.
…
Günü gününe ancak yetiştirilen yıllık yazısı…
Alelacele fotoğraf çekimleri…
"Ah kep giyme törenin tatil ile çakışmaz inşallah?" kaygısı...
Okulda bir cümbüş, bir koşturmaca…
Ailemde bir sevinç…
Neler oluyor yahu?
Benim dışımda bir şeyler olduğu kesin.
Yarıyıl tatilinden döndükten sonra en çok şu afişe takılmıştı gözlerim:
"2007 Mezunları! Son Yarı Yılınıza Hoş geldiniz!" Yani kaçarı yok, düğün dernekle yolcu ediyorlar bizi.
Peki biz, mezun adayları neresindeyiz bu hengamenin? Bir soru ile binlerce rakibimizi geçmenin hesabını yaptığımız ÖSS kaosundan ne zaman çıktık da, kazandığımız üniversiteye "Hoşçakal!" dediğimiz güne geldik?
Fazla kent romantiği olmanın da alemi yok aslında. Zira "Aman Tanrım, mezuniyet sonrası ne yapacağım ben?!" korkusu henüz 3. sınıftan başladığı için bir çoğumuz yaz tatillerimizi, -diplomalı olduktan sonra bize kapılarını açacağını umduğumuz- "işverenler"emize hediye ettik bile.
Bilenler bilir rock grubu Mavi Sakal'ın "Ne içiiin? Kim içiin?" diye sorduğu bir şarkısı vardır. Ne için girdik üniversiteye? Kim için mezun oluyoruz?
Bazılarına ayrılması oldukça zor gelirken, kimileri özgeçmiş formlarında sadece işaretleyip geçiyor üniversitesini; bir de zorla okuduğu üniversiteden, kaçarcasına mezun olanlar var tabii.
Nasıl mezun olursanız olun, öyle ya da böyle bir olgunlaşma basamağı üniversite; o kadar okuduktan sonra insanların sizden bir verim, bir ürün beklediği basamak.
“Kim için?” sorusunu yönelttik ya, aslında cevabı önce “kendiniz için”, olmalı. Olmadığında, öncellik sırasını kendinizden evvel başka şeylere kaptırırsanız, çok fena. Mesela "o kadar okuduktan" sonra, küçük bir şirkette sekreterlik yapmak, insanın kendisine hakaret etmesi gibi gelebilir.
“O kadar okudum!” Sihirli bir cümle bu. İsyan cümlesi. Neden orda olmamanız gerektiğinin kısa bir özeti. Hem o kadar okudunuz siz; lisede sıra arkadaşınızla 1 net daha fazlası için yarıştınız, üniversitede staj kontenjanları için birbirinize çelme çaktınız; sabahlayıp finale girdiniz, asistanlara yaranmak için kırk takla attınız, mesleki becerilerin yanında sosyal olarak da geliştirdiniz kendinizi; fazladan bir dil daha öğrendiniz, en çok satan kitapları ya da klasikleri devirdiniz öte yandan, (en kötü ihtimalle) yeniden kuracak kadar bilgisayar öğrendiniz. Ve çok daha fazlası. Bunlar sadece şahsen aklıma gelenler. Bir de, başkalarının "CV"lerinde görüp, imrenip, gerçekleştiremediklerim var…
“İnsan kendini en iyi düzeyde gerçekleştirdiği ölçüde mutludur” demiş çok bilgin filozoflardan biri… Keşke bunun sosyolojik ve patolojik yansımalarından da bahsetseymiş. Toplumlar bu biçimde evrilmemiş olsa, eminim ki -şeytanın dürttükleri hariç- birçoğumuz üniversitelerin yollarını bu derece aşındırmazdık. Bize sunulan “kendini gerçekleştirme” kimliklerinin içini doldurmak için bu derece çırpınmazdık. 30 yıl çalışarak Ferrari aldıktan sonra, kaybettiği huzurunu bulmak için o Ferrari’yi satan bilgelerden olmazdık…
Mezun olmakla, olamamak arasında bir aforizma bu. Memnuniyetsizliğin kibirle eşanlamlı olduğu yaşam koşullarında, “Özgür ruhum ben!” demek en hafifinden hayalcilik. Ya da tası tarağı bile toplamadan bir okyanus adasına “düşmeli” insan; Hindistan cevizi sütüyle ve muzla yaşamalı…
…
Günü gününe ancak yetiştirilen yıllık yazısı…
Alelacele fotoğraf çekimleri…
"Ah kep giyme törenin tatil ile çakışmaz inşallah?" kaygısı...
Okulda bir cümbüş, bir koşturmaca…
Ailemde bir sevinç…
Neler oluyor yahu?
Benim dışımda bir şeyler olduğu kesin.
Yarıyıl tatilinden döndükten sonra en çok şu afişe takılmıştı gözlerim:
"2007 Mezunları! Son Yarı Yılınıza Hoş geldiniz!" Yani kaçarı yok, düğün dernekle yolcu ediyorlar bizi.
Peki biz, mezun adayları neresindeyiz bu hengamenin? Bir soru ile binlerce rakibimizi geçmenin hesabını yaptığımız ÖSS kaosundan ne zaman çıktık da, kazandığımız üniversiteye "Hoşçakal!" dediğimiz güne geldik?
Fazla kent romantiği olmanın da alemi yok aslında. Zira "Aman Tanrım, mezuniyet sonrası ne yapacağım ben?!" korkusu henüz 3. sınıftan başladığı için bir çoğumuz yaz tatillerimizi, -diplomalı olduktan sonra bize kapılarını açacağını umduğumuz- "işverenler"emize hediye ettik bile.
Bilenler bilir rock grubu Mavi Sakal'ın "Ne içiiin? Kim içiin?" diye sorduğu bir şarkısı vardır. Ne için girdik üniversiteye? Kim için mezun oluyoruz?
Bazılarına ayrılması oldukça zor gelirken, kimileri özgeçmiş formlarında sadece işaretleyip geçiyor üniversitesini; bir de zorla okuduğu üniversiteden, kaçarcasına mezun olanlar var tabii.
Nasıl mezun olursanız olun, öyle ya da böyle bir olgunlaşma basamağı üniversite; o kadar okuduktan sonra insanların sizden bir verim, bir ürün beklediği basamak.
“Kim için?” sorusunu yönelttik ya, aslında cevabı önce “kendiniz için”, olmalı. Olmadığında, öncellik sırasını kendinizden evvel başka şeylere kaptırırsanız, çok fena. Mesela "o kadar okuduktan" sonra, küçük bir şirkette sekreterlik yapmak, insanın kendisine hakaret etmesi gibi gelebilir.
“O kadar okudum!” Sihirli bir cümle bu. İsyan cümlesi. Neden orda olmamanız gerektiğinin kısa bir özeti. Hem o kadar okudunuz siz; lisede sıra arkadaşınızla 1 net daha fazlası için yarıştınız, üniversitede staj kontenjanları için birbirinize çelme çaktınız; sabahlayıp finale girdiniz, asistanlara yaranmak için kırk takla attınız, mesleki becerilerin yanında sosyal olarak da geliştirdiniz kendinizi; fazladan bir dil daha öğrendiniz, en çok satan kitapları ya da klasikleri devirdiniz öte yandan, (en kötü ihtimalle) yeniden kuracak kadar bilgisayar öğrendiniz. Ve çok daha fazlası. Bunlar sadece şahsen aklıma gelenler. Bir de, başkalarının "CV"lerinde görüp, imrenip, gerçekleştiremediklerim var…
“İnsan kendini en iyi düzeyde gerçekleştirdiği ölçüde mutludur” demiş çok bilgin filozoflardan biri… Keşke bunun sosyolojik ve patolojik yansımalarından da bahsetseymiş. Toplumlar bu biçimde evrilmemiş olsa, eminim ki -şeytanın dürttükleri hariç- birçoğumuz üniversitelerin yollarını bu derece aşındırmazdık. Bize sunulan “kendini gerçekleştirme” kimliklerinin içini doldurmak için bu derece çırpınmazdık. 30 yıl çalışarak Ferrari aldıktan sonra, kaybettiği huzurunu bulmak için o Ferrari’yi satan bilgelerden olmazdık…
Mezun olmakla, olamamak arasında bir aforizma bu. Memnuniyetsizliğin kibirle eşanlamlı olduğu yaşam koşullarında, “Özgür ruhum ben!” demek en hafifinden hayalcilik. Ya da tası tarağı bile toplamadan bir okyanus adasına “düşmeli” insan; Hindistan cevizi sütüyle ve muzla yaşamalı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder