12 Kasım 2008 Çarşamba

Katrana batırılmış memleket ve Türk genci



Duygu Kocabaylıoğlu

Bu memleketin -rahmetli Aziz Nesin’in dediği gibi- %90 aptal mı, yoksa bile bile lades deyip salak ayağına mı yatıyor, anlayamıyorum. En azından şu adamcağızın yıllar önce verdiği bir referans noktası var da, insan ağzını daha fazla bozmadan halkın zekâ seviyesi üstüne kalem oynatabiliyor. Yoksa artık suyu iyice çıkmış olan resmi ve gayr-ı resmi yolsuzluk bazlı sömürgeciliğe, sadece üç-beş gazete bile okunsa yetecek kadar, aklıselim insanı delirtecek türden haberlere, olaylara getirilen tevekkül yaklaşımı, bu yapış yapış kadercilik; halen “Ne de yardımsever insanlar!

Kaç torba kömür dağıttılar…” saflığı -ki bunun adı saflık değil, dilimin varamadığı başka bir sıfat- damarlarındaki asil kandan şüphe eden bir Türk genci yaratıyor.



Çevremde biraz kafası çalışan arkadaşlarım bir şekilde yurtdışı bağlantısı kurup kapağı uzaklara ya attı, ya da atmak üzere. İki ay evvel Avustralya’ya yolcu ettiğim ilkokul arkadaşımsa “En çok şu Ergenekon meselesinin haberlerinden kurtulacağıma seviniyorum.” demişti. Geçen gün feysbuk’ta fotoğraflarını gördüm; Cadılar Bayramı partisinde deli gibi eğlenmişler, kıskandım. Dile kolay 18 sene aralıksız eğitim aldıktan sonra, 9 saat bir ekranın karşısında gözlerim bozularak asgari ücretten biraz daha fazla kazanmaya çalışırken, yurtdışındaki bir Starbucks’ta yarı zamanlı garsonluk yapıp, kahve dolduran arkadaşımın aldığı asgari ücretin benim maaşımdan yüksek olması kafamda ciddi soru işaretleri yaratıyor. Ha bu arada, bahsi geçen arkadaşım üniversite mezunu, hem Türkiye’de, hem Amerika’da daha evvel pek çok iş deneyimi edinmiş ve olabilecek en iyi seçeneğin yurtdışında çalışıp, burada harcamak olduğunu görmüş bilinçli bir bünye. Yanlış da anlaşılmasın. Aynı çiftliğin atlarıyız hepimiz.





Gerçekten bu topraklarda ruh sağlığını koruyarak yaşamak her geçen gün zorlaşıyor. “Üniversitede okuyorum, artık bilinçleneyim” iyi niyetiyle yola başlayanlar için, artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, olamayacak da. Bir kere üçüncü gözünüzü açıp yukardan bakmaya başladıysanız vay halinize! Bu, işin entelektüel dar boğazı.



Bu farkındalığın üstüne, bir de beyin gücünüzün hem özel sektörde hem devlette sömürüye kurban gittiğini gördüğünüzde, insanın kafasını kaldırıp kütüphanedeki kitaplara bakası bile gelmiyor. Hem baksam ne olacak? Ben beyin çürütüyorum, gözlerimi bozuyorum, ‘belki bu ülkeye bu kafanın bir yararı olur’ diye; ama 1 torba kömür benim 18 yıllık eğitim birikimimden daha değerli olabiliyor. Tutup “Bak teyzecim, o yapılan yardımlar öyle sandığın gibi yardımseverlik, zekât falan değil. Bu zaten senin benim cebimden çıkan vergilerle, sosyal devlet denen yapıda devletin sana sunması gereken asgari imkânlar. Elbette bu dispansere tedavi olmaya gelebileceksin, sağlık hakkından ötesi var mı?” dediğimde, aldığım cevap “Olsun olsun, onlar çok iyilik yaptılar evladım bize.” olduğu sürece ben bu memleketin insanlarına hizmet etme aşkıyla dolup taşamıyorum maalesef.



Maalesef, yok bende o ölçüde 1950 romantizmi. Nâzım sadece komünistleri değil, safıyla, cahiliyle, inatçısıyla, dindarıyla, sağcısıyla her kesimden insanı kucaklarken, kafasında bir gün cehaletin en aza indirileceğinin, eşitliğin her bireye benimsetilebileceğinin umudu vardı.İdam sehpasından kaçarken bunun inancı vardı içerisinde. “Bir gün bu halk kendisi için en doğru yöneticileri seçecek…” 60 yıl geçti çizdiği memleket manzarasından bugüne kadar, o gelecek inanca dair bir umut adımı bile atılmamışken; ama cehaletin ve kaderciliğin daniskası demir ağlarla ana yurdu dört baştan örmüşken, kimse kusura bakmasın ben Avustralya’da Cadılar Bayramı’nda eğlenen arkadaşıma elbette imrenirim!



Bu noktada “Ya sev, ya terk et” lafını edenler “Bir toplumu olduğu gibi sevmek zorunda değilim; yanlış gördüğümü değiştirmek için var gücümle çalışırım” alternatifini düşünemeyecek kadar dar kafalı olduklarından, onlara göre bu satırları ancak bir vatan haini kaleme alabilir. Zaten yazının başında da “hangi damar, hangi asil kan?” demişim; boyumdan büyük laflar etmişim; 70 yıldır katrana batırılıp çıkartılan ülkenin üstüne bir de kaz tüyü dikilmiş, “Ben böyle emaneti almam” demişim ki vay halime! Savcılıktan koruma istesem yeridir.



Ülkedeki bu kadar saçmalığın ortasında yaşanan vurdumduymazlığa karşı bilinç akışıma engel olamıyorum, sürçü lisan ettiysem Allah da benim müstehakımı versin!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder