13 Temmuz 2008 Pazar

Fotoğraflarla GünlükHayat zirvesi


“Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?” – Elif İnal

Bir avuç GH yazarından oluşacak toplantımız öncesinde gurul gurul guruldayan midemi bastırmam, rakıyı ‘adabıyla’ içmem ve ‘ağzınızla için şu içkiyi’ eleştirilerine maruz kalmamam için elzemdi. Bu yüzden her ne kadar diğer yazarların dakik olacağına dair inancım az da olsa (daha sonra bu düşünce beni fena halde bozacaktı çünkü Kerem ve Mithat dakikten de öteydiler), buluşma saatimize geç kalmamak için en hızlısından bir ‘Anıt büfe ziyareti’ gerçekleştirdik. Büfede yıllardır düşündüğüm, geçerliliği olmasa da çocukluğumdan kalan anılar bunu desteklediği için doğruluğuna canı gönülden inandığım bir ‘gözlem’imi aktardım (tabii ki Mustafa ‘Ne alakası var’ dedi, Tuğba ise her zamanki temkinli tavrıyla ‘Bir düşünelim’ dedi). Gözlemim de şu: Planlanmış bir aktivitenin öncesinde geçirilen vakit, çoğu zaman aktivitenin kendisinden daha eğlenceli, daha anlamlı, daha derin ve daha samimidir. Çoğu zaman yolculuğun varılacak yerden daha önemli hale gelmesi gibi, yemek hazırlama aşamasında mutfakta yapılan sohbet asıl yemek sofrasındakinden çok daha samimi olur ve öyle içten konuşmalar bir daha sofranın kendisinde yapılmaz. Toplantıyı Anıt Büfe’de yapsak daha mı derin konuşmalara imza atardık diye düşünmeme ramak kalsa da, sofranın kendisi de (rakı sofrasının ayrı bir samimiliği de var tabii) aynı derecede doğal, eğlenceli ve ‘Çok güzel bir şeyler konuştuk ama neydi?’ dedirtecek kadar hoştu. Gözlemden bozma teorim varsın GH toplantısıyla çöksün; ‘sofra’nın kendisi, etrafındaki insanlarla samimi olduğu sürece, biraz ‘mutfağı’ anımsatıyor.


“İyilik güzellik” – Kerem Özkurt

Bir lokal düşünün; büyük bir aile toplantısına gelmiş gibi her masa, birbiriyle alakasız ama aile reisinin kocaman evinin bahçesinde eğleniyormuş kadar rahat ve içten. En önce kendilerini keyiflendirmek sonra birazını bize de ikram etmek için kenarda çalan bir kanun, bir keman, bir darbuka. O masalardan birini düşünün ki beş kişi oturuyor: biri tüm gece masadaki mezeleri tırtıklıyor ve çok konuşuyor; bir tanesi, en köşede sessiz sedasız demlenip ancak en kritik pozisyonlarda müdahale ediyor; bir tanesi, sakalı olmasa gözüm bir yerden ısıracak, tüm masanın editörlüğünü yapıp her bulduğu tabağın üzerine zeytinyağını boca ediyor; masanın iki sevimli kızından bir tanesi karşısındakilerin toplumsal hareketler bilgisini ateşle imtihan ediyor, öyle ki her sigara yakışında bu sefer yakacak çıramızı diyoruz; beriki ise belli ki Barthes’ı kullanacağı bir yazı yazacak onu hesaplıyor, az konuşup bolca tekme atıyor. Sonrasında Erkin Koray çalıyor fasıl heyeti... Sonrası iyilik güzellik…


“Rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi” – Tuğba Maran

“Her (minik komünal ya da bireysel) aktivitenin hazırlık süreci o aktivitenin kendisinden daha eğlenceli geçer” (Elif İnal in Anıt Büfe, 2008) Bu anonim bilgi, bu yerel Murphy kanunu 1. Geleneksel(!) GH Zirvesi’ni, bu teori altında istisna kılan şeydir. Neydi bu gecenin öncesi? (You think you know the story, but you only know how it ends. To get to the heart of the story, you have to go back to the beginning, The Tudors’un tagline’ı in various dvd/divx) Dokumantarist’te izlenen iç burkan, yürek rendesi iki belgesel (‘Limanların Uğultusu’ ve ‘Kimim Ben?’) en azından beni ağlatmanın kıyılarında dolaştırdı ve inancımızı yine canımızı acıtarak tazeledi. Bu kıvama gelmiş Mustafa, Elif ve bu fakirin ‘felekten bir gece çaldılar’ ‘manşet’inin üç atlısını oluşturması çelişkili görülebilir. Ama ne derler medya için “kiri varsa sabunu da kendisi”. İşte biz de acısını da sevincini de kendi içinde bulan, kekremsi bir hüzünle, duygulanımlarımızın pekiştiği (ay devam edemiyeceğim, zira edebi yönüm tasvire imkân ve şerait tanımıyor kuzum). Ne diyorduk? Evet, acı başladı, neşeli bitti. Kerem yeterince güzel yazmış gecenin detaylarını. (Detay derken Elif’in ve benim boy ölçülerimizden bahsediyorum tabii :) Elbette rakının keyif verici endikasyonu neşemizin tek kaynağı değildi ve biz Voltran’ı oluşturup ‘Türk Solu’nu kurtaracakken fasıl başladı ve dış mihraklar sesimizi kesti. ‘Tanju Okan bilmiyoruz’ demelerinden ben anlamıştım zaten ajan olduklarını…


“Maziye bir bakıver neler neler bıraktık” – Mustafa Kuleli

Bu yazıyı, geçen cumaki “dostluk ve dayanışma gecemiz” üzerine yapılan tüm yorumları okumanın verdiği gönül rahatlığı ile yazıyorum. Kerem, Elif ve Tuğba kendi meşreplerince vaziyeti anlatmışlar. Ama izninizle ben de, enformatif futbol anlayışımla, bir gireyim topa:

Bolca siteden konuştuk önce, sonra körler ile sağırlar birbirini ağırlar misali birbirimizi övdük. Sonra Tuna gibi, Duygu gibi, Kuzey gibi arkadaşlarımızı yâd(!) ettik, herkes herkesi cismen tanımasa da. Bir an önce geri dönseler dedik. Çoook uzun zamandır yazmayan ‘konuk yazar’ları hatırlamaya çalıştık, falan filan. Sonra hayata dair başkaca meseleler, okul durumları, televizyon, Kanat Atkaya ve Yılmaz Özdil çekiştirmeleri; Ufuk Uras, çatı partisi ve sol ne yapmalı tartışmaları; zeytinyağı, kanser, Akdeniz mutfağı; deterjan reklamları ve hatta Adanalılar ve tonla başka şey...

Bu arada hiç kimse yazmamış tabi, bir ara oynadık bile. Bayağı, şıkır şıkır oynadık! Gecenin sonunda ise Kerem beklenmedik bir çıkış yapıp, “Maziye bir bakıver!” dedi durduk yerde. Bana diyor sandım, tam ona doğru dönecekken Mithat ters köşeden “Ömrümüzün son demi!” diye açıklama getirdi saz ekibine. By-pass olmuştum, kederlenip, mecbur şarkıya katıldım:

Ömrümüzün son demi son baharıdır artık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık
Küserek ayrılırsak olur inan ki yazık
Maziye bir bakıver neler neler bıraktık

(İlk dize pek uygun değilmiş bize ama olsun)

(Ayrica bkz. Kerem Özkurt ve Mithat Fabian Sözmen'in konu ile ilgili yazıları)

Çeki-Yorum #4
Beyoğlu / İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder