29 Temmuz 2008 Salı

Bir hiç olmak pahasına

Elif İnal

Baştan söyleyeyim, Ergenekon iddianamesi doğrudur ya da saçmalıktır demeyeceğim. Çünkü o kadar keskin bir ‘taraf’ olma ki bu, ileriki yıllarda (bu 20 yıl sonra da olabilir) kayıtlara geçen herhangi bir sözden utanacak duruma gelinebilir. Ama yine de üzerine konuşmak ne haddime diyemeyeceğim çünkü bütün bu tartışmaların arasında bir şeyler hissetmemek, tartışmaların dışında kalmak imkânsız. Öyle ki bir seneliğine yurt dışında olsaydım, Türkiye’ye geldiğimde uzaydan gelmiş saftirik bir yaratıkmışım gibi bakarlardı bana.

Ergenekon meselesi çok uzun zamandır tartışılıyor ama bütün detaylardan bağımsız olarak ilk Yalçın Küçük’ün bir lafıyla düşünmeye başladım. Yalçın Küçük ne zaman televizyona çıksa, diğer konuşmacıların suratında bir yana doğru hafifçe kayan, alaycı bir tebessüm oluşuyor. Doğrudur, Yalçın Küçük’ün bağırmaları, kitaplara vurmaları, kısık sesle dünyanın son gününü açıklıyormuş gibi dinlettirdikleri biraz garip görünebilir. Fakat Ergenekon soruşturması 32. Gün’de (10 Temmuz) tartışılırken söylediği ‘karanlıklar ile aydınlığa çıkılmaz’ lafı da düşünülmeye değerdir. Çünkü gerçek ne kadar acı verici olursa olsun, her koşulda insanlara bildirilmelidir. Ben maalesef bütün bu karmaşanın içinde gerçekliğin tüm çıplaklığıyla insanlara sunulduğuna inanamıyorum. Yalçın Küçük’ün ‘karşısı’ndakiler de (Önder Aytaç başta olmaz üzere) inatla ‘Bu ülke çok daha iyi günlere gidecek, pırıl pırıl bir gelecek bekliyor bizi’ diye savundular. Eğer hakikaten öyleyse, bir çıkar sağlamadığı sürece kim neden bunun aksini istesin ki? Hatta daha da ‘temiz’, daha ‘insanca’ yaşanılan günler görmek isteriz, ama şimdilik o kısıma girmeyelim.

Araf ne taraf?

Her fırsatta karşılarındakini demokrasiyi savunmamakla suçlayanların da, ‘halkın’ her şeyi anlamasına gerek yok, ‘kafaları nasıl olsa basmaz, biz en basit şekliyle anlatıyoruz, darbeye karşı çıkın’ demediğini umuyorum. Eğer olayı dışarıdan izleyen bizler için neyin iyi olduğuna kendimiz karar vereceksek neden Ergenekon’a şüpheyle yaklaşınca hemen en ağır ithamlarla suçlanmamalıyız. Tabii ki ‘Bizim için en iyisi darbedir’ diyen insanla tartışılmalıdır fakat bizi ‘pırıl pırıl’ bir geleceğin beklediğine gönülden inanamıyorsak da ‘bir şeyden anlamayan gözü köreltilmiş’ insanlar suçlamasını da kabul edemeyiz. Ahmet Altan’ın Taraf’ta yazdığı yazılar öyle basite indirgenmiş durumda ki, biraz salak yerine konduğumu hissediyorum. (ya öyle ya da söyleyecek fazla sözü yok) Çünkü Ahmet Altan’ı bir süre okumayın, tekrar okuduğunuzda sanki aynı yazının devamını, aynı cümlelerle okuyor gibi hissedersiniz. Pembe diziler nerede bırakılırsa hiçbir şey değişmemiş gibi izlenmeye devam edilir ya, işte aynen öyle. Taraf’ta yayınlanan belgelere güvenerek yazıyordur, dedikleri doğru çıkacak da olabilir ama karşı karşıya getirdikleri de sakattır. Öyle genellemelerle zıtlıklar oluşturuluyor ki (laik ve müslüman) sadece gerçek hayatın bu kadar basit tezahürleri olmadığını söylemekle yetineceğim.

Tarihin elinde oyuncak olmak

Oral Çalışlar ve birçok insan başka ülkelerde (İspanya gibi) olduğu gibi Türkiye’nin de temizlendiğini söylüyor. Ama ben Arjantin’deki darbecilerin yargılanma sürecinde olduğu gibi ne mahkemeden çıkacak sonucu sevinç çığlıklarıyla karşılayabileceğime ne de açıklama yapan başbakanı gözyaşlarıyla alkışlayabileceğime inanıyorum. Bu yüzden de maalesef ‘taraf’ olamıyorum. Ama Taraf gazetesi yazarları (Gökhan Özgün’ün de 10 Temmuzda yazdığı gibi) ısrarla bu meselede taraf olmayanların gelecekte çok utanacağını, bu davanın tarihte dönüm noktası olurken ‘tarafsız’ların tarihte bir hiç olacağını söylüyorlar. Peki, her şeyin bu kadar içine gömülmüşken, tartışmalara dışarıdan bir gözle bakamıyorken karanlık olmayan yolun hangisi olduğunu nasıl bileceğiz? 12 Eylül döneminde olayları ‘dışarıdan izleyen’ insanlara hayretle bakıyoruz bugün, yargı süreçlerini ve işkenceleri, olayların gerçek yüzünü nasıl fark edemediler, nasıl bu kadar kör olabildiler diye. Onlar da bize ‘Bizim bunlardan haberimiz yoktu ki, yeni yeni çıkıyor bunlar ortaya’ diyor. Peki, bundan 20 sene sonra biz de savunduklarımız karşısında ‘Nasıl bu kadar kör olabildik?’ demek zorunda kalırsak ne olacak? Bütün bu olayları medyadan takip etmek zorunda olduğumuz için de ‘gerçekler’in farkına varıp aydınlanıyor muyuz pek emin olamıyorum. Ünlü, ‘Bir Giritli der ki: Bütün Giritliler yalancıdır’ paradoksuna ‘modern’ bir yorum getirdim; bir medyacı der ki: bütün medya dezenformasyona boğulmuş durumda. Eğer öyleyse, kendi de o dezenformasyonun bir parçası olduğuna göre, onun dediğine nasıl güveneceğiz? Bu nasıl bir dezenformasyondur ki iki gazeteyi (Cumhuriyet ve Taraf olabilir bunlar mesela) arka arkaya okuduğumuzda tamamen iki farklı ülkede bu olaylar yaşanıyormuş gibi hissediyoruz? Durduğumuz yerden okuduklarımıza göre bütün görüşümüz tamamen diğerine zıt bir şekilde oluştuğuna göre, ‘gerçek ne kadar acı olursa olsun bize iletiliyor’ duygusuna nasıl sahip olabiliriz? Eğer ortada bir gerçek varsa, bu herkes için aynı netlikte ve ‘alkışlanabilir’ nitelikte olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder