18 Haziran 2009 Perşembe

Ölüm Allah'ın emri?


(Six Feet Under isimli dizinin resmi web sitesinden alınmıştır.)

Duygu Kocabaylıoğlu


Yalnız ve güzel ülkemin bir yanı, mayın tarlasında top sektiren futbolsever siyasetçiler ve o topu taca çıkartmaya çalışan vatanseverler arasında çekiştirildikçe çekiştirilen leş bir sakıza dönmüş. Diğer yanı, sokakta, telefonda, evinde konuşmaktan, orada burada imza atmaktan korkan hale gelen paranoyak bir kesime dönüşmüş. Ekonomik kriz zengin kesimi teğet geçerek, alt ve orta sınıfın böğrüne saplanmış.

Diğer bir ‘taraf’, yaz gelip hava ısındıkça askılılara, kısa şortlara ve elbiselere geçen kadınları hem suçlarcasına, hem de yercesine inceleyen (!) bir tavra bürünmüş. Havaya göre kıyafet değiştirmek nasıl bir kabahatse artık… (Abarttığımı düşünenlere, akbilimden bir Avcılar-Zincirlikuyu Metrobüs yolculuğu hediye ediyorum. ) 85 yıl boyunca tartışılan rejim bir türlü ‘rayına’ oturmadığından öteki işlere bir türlü sıra gelememiş!

İkinci Büyük Ergenekon Destan’ı yazılmış, destanda kendilerine satır satır yer bulanlar isyan ederken, Türkan Hoca’nın yüreği, emeğine yapılan saygısızlığa daha fazla dayanamayarak durmayı yeğlemiş… İşte bu noktada, her zamanki karamsar listemi bir yana bırakıyor ve hayata dair bambaşka bir noktaya geçiyorum. Siz, televizyon haberlerinden ve gazetelerden bütün bu olup bitenleri izlerken, benim dedem öldü. Önce hastalandı tabii, ölümünden üç hafta önce. Ve bugünden tam 1 ay önce de öldü. Vefat etmedi, hayatını kaybetmedi, gözlerini bu dünyaya kapamadı. Öldü. Basitçe. Kulağı tersten göstermek acıyı mı hafifletiyor sanki? Ölmek, herhalde bu hayatta bir insanın yapabileceği en son eylemdir ve dedem de, bu en son fiilini gerçekleştirdi ve öldü. Türkan Saylan kadar ses getirmedi dedemin ölmesi. Sadece onu sevenler için, o günlerin en önemli ve tek ‘gündem maddesiydi.’

‘Nefes yetmezliğinden’, diye rapor tuttular dedem için. Ölümün bizatihi kendisini ben göremedim; göremeyecek kadar uzaktaydım. Ama dedemin ölerek geride bıraktıklarını gördüm.

İnsan bedenini, ruha ev sahipliği yapan bir ‘kabuk’ olarak nitelendirmeyi tercih etmişimdir her daim. İçinde ruhun olmadığı beden artık değersizleştiği için de insanoğlu onu, kendinden mümkün olduğunca hızlı uzaklaştırmaya çalışır. Bir gün, kendisinin de ‘kabuk’a dönüşeceği gerçeği ile uzun süre yüzleşemez. Sevgili dedem de, ki kendisini yazdığım yazılarda buralarda da anmışlığım vardır, geride ‘kabuk’unu bıraktığında, tüm bu felsefik söylemim buhar oldu, uçtu, gitti. Ölümün kendisi değil de, geride bıraktığı karşıma çıkınca dağıldım. Titredim.

İslam dininin ölüm ile yaşayanlar arasına çektiği korku perdesi gerdi beni. Kabuk’a yaklaşım açısından Hıristiyanları kıskandım. Adamlar en güzel kıyafetleri giydirip, makyajlayıp, parfümlerle süslüyorlar o meşhur son yolculuğa çıkmadan önce. Ve seni, cenazene katılan herkesin görmesi normal karşılanıyor. Yani ömrü hayatında on-on beş yakınının cenazesine katılsan, geride kalan o süslü kabuk ile bir o kadar ilişkiye girme ihtimalin var. Dedemi çok seven Hıristiyan bir dostumuz vardı cenazede, sordum ona: Hıristiyanlar ölmüş birisini görmeye daha alışkınlar mı, yoksa biz dizilerden, filmlerden mi öyle olduğunu sanıyoruz? ‘Haklısın’ dedi, ‘biraz daha farklı tabii cenaze törenleri, ailesi isterse bazen açık kalır tabut ve bakabilir gelenler.’

İslamiyet’te ise, ‘bakmasınlar’ prensibinin ön plana alındığını düşünürsek, yaşayan canlılar ile ölen bedenler arasına çekilen sınırlar, insanın tüylerini ürperten o morg ortamı, kefen ve öncesindeki ‘uygulamalar’, ölümü daha zor kabul edilir hale getiriyor. Yani, bence. Bana, öyle oldu. Dedemin geride bıraktığı Kabuk’u en güzel takım elbisesiyle olmasa da, son gördüğüm pijamalı haliyle uğurlamak isterdim. Daha ince detaya da girerdim ama travmamın bu kadarını bile sizinle paylaşmak yeter diye düşünüyorum. Şunu da ekliyim, ben sıkışık mekânlarda kalmaya dayanamam, daralırım. Vasiyetim öldükten sonra yakılmaktı. Şimdi gidip, bunu noter tasdikiyle onaylatacağım. Zira, geride bıraktığım Kabuk’uma yukarıdan baktığımda, onu asla böyle görmek istemiyorum. Kül olurum daha iyi valla.

Bu kişisel yazımı sonlandırırken diyorum ki, dibi çıkmış dünyanın hali ne olursa olsun siz sağlığınıza çok dikkat edin ve sevdikleriniz gün olup öldüklerinde, ‘keşke daha fazla yanında kalsaydım’ demeyecek kadar onların yanında olun. Bir de, yeni aldığınız hiçbir şeyi ‘temiz dursun’ diye bir kenarda saklamayın. Kullanın doya doya, bırakın kirlensin, kırılsın, dökülsün. Dedemin yanında hiçbir şeyi gömemedik, siz de yanınızda götüremeyeceksiniz, haberiniz ola…

Evet son cümle, ‘forward mail’ tandanslı oldu, farkındayım; ama ya onlar haklıysa?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder