1 Mayıs 2009 Cuma

Gözümüzün gördüğüne yüreğimiz inanmak istemiyor mu?

Elif İnal

Berlin Kreuzberg'deki Türkler ile ilgili bir belgesel izlemiştim. Oradakiler 'Turistler buraya hayvanat bahçesine gelir gibi geliyorlar' diyorlar, çok fazla sinirlenenleri de tur araçlarına taş atıyorlardı. Neden attıklarını bilmeyen biri 'Barbar Türkler, saldırganlar' diyebilir ama ben de diyorum ki 'Yaptı ama hele bir sor neden yaptı?' Ben her gün bu muameleyle karşılaşmıyorum ama Mardin'de elime biri bir taş tuttursaydı Cemil İpekçi'ye fırlatıverirdim. Tabii 'Cemil Bey çok önemli bir iş yapıyorsunuz burada, öncüsünüz' diyen 'hanımlar' beni linç ederdi muhtemelen. Cemil İpekçi'nin kalkıp Mardin'e gitmesi ve Moda tasarım okulu açmasına belki siz de 'Adam başkaları için bir şeyler yapıyor, bravo' diyor olabilirsiniz ama ben hemen gördüğümü anlatayım: Mardin'in en güzel konaklarından birinde etrafına kadınları toplamış, tahta benzeyen işlemeli bir sandalyede oturmuş, aynen şöyle diyor; 'Çocuklar sokakta boş boş koşturacağına buraya gelsinler, bir işe yarasınlar'. Çocuk olmanın güzel yanı sokakta koşturabilmek değil miydi, 'Cemil Bey'e kızları birkaç yıl önce içeri soktuğu için şükran mı duymalıyız?

Cemil İpekçi 'Mardin çok medeni, çağdaş bir yer, hoşgörünün yeri' diye devam ettikçe sinirim tepeme çıktı, 'Oryantalizmin dibine vurduk' deyip Mardin'in dağına taşına vurdum kendimi. Mardinliler de Mardinle 'dinlerin kesiştiği yer, hoşgörünün memleketi' diye övünüyorlar ama Midyad'daki adamın 'Baskıdan kaçtık İsveç'e, doğruyu söylemek gerekir' derken yüzündeki ifade ve annesinin elimizi tutup yarı Arapça yarı Türkçe, gözleri dolu dolu 'Benim oğlanlar da Almanya'da' demesi çok daha fazla etkiledi beni.

'Buraların dokusu çok güzel, insanları da çok misafirperver' demekle olmuyor, eğer onların yaşadığına zıt bir şekilde yaşamaya çalışırsanız, oralarda rahat edip barınabilir misiniz acaba? Küçük şehirler başta insana güzel geliyor da komşuluğun, yardımseverliğin, dayanışmanın ötesindeki gerçekliği görmeyince Cemil İpekçi gibi 'Ah şu Mardin'de turistlerin eğlenmesi için bir de içki, eğlence olsa' der, otururuz. Çünkü orada, İstanbul dışında birçok başka şehirde olduğu gibi, hayat İstanbul'dakine hiç benzemiyor. Hatta orada yaşayan birçok insan, İstanbul'u kötülemekten kendini alamıyor, İstanbul'u ahlaksızlığın, yozlaşmışlığın, hırsızlığın yeri olarak görüyor çünkü oralarda farklı bir algıyla yaşanıyor.

Güneydoğu şehirlerinde bana garip gelen, rahatsız eden militaristik her şey, orada yaşayanların muhtemelen artık dikkat bile etmedikleri şeyler. Dağlara kazınmış 'Ne Mutlu Türküm Diyene' yazılarıyla, jandarmanın 'rutin kontrolleri'nden sonra Taksim meydanına geri dönünce 'Dalgalanan bu şanlı bayrak burada hep var mıydı, yoksa benim şimdi mi dikkatimi çekiyor?' diye uzun uzun düşündüm. Öyle farklı, öyle askerle içiçe bir hayat var ki Güneydoğu'da, bu, insanların tutumundan dile kadar her şeye yansıyor. Mesela Mardin’i gezerken, kalabalık bir grup olduğumuz için kafeden çıkmaya çalışan kızlar bizim geçmemizi beklemek zorunda kaldı. Beklediler beklediler sonunda 'Selama durmuş gibi olduk' dediler. Aralarında küçük bir espriydi, yaptılar geçti. Ama biz uzun uzun düşündük üzerine neden bu kelimeleri seçtiler diye.

Önce Mardin'de engelle karşılaştık 'Kaleye çıkamazsınız, orası askeri bölge' dediler. Diyarbakır'da da dışarı her çıktığımızda askeri lojman yanından yürümek zorunda kalıyorduk. Girişin kapısına gelince de şöyle bir uyarı çıkıyordu karşımıza: 'Dur! Farlarını söndür. Araç içindeki ışığı yak'. Tellerle, kameralarla çevrilmiş askeri bölgeler çok rahatsız ediyordu beni, hatta askeri lojmanın etrafında akşam koşusuna çıkmış 'Beyaz Türkler' de… Ama Diyarbakırlılar bütün bunlarla iç içe yaşamak zorunda kalmaktan taktikler geliştirmiş gibilerdi. Mesela, biz ne zaman bir yere girsek, internet kafe ya da dolmuş gibi, kendi aralarında Kürtçe konuşan herkes bizim konuşmamızı duyunca Türkçe konuşmaya başlıyordu. Önünden geçtiğimiz bir büfe de bunu ticarete dökmüş, büfenin girişine ilan asmıştı: 'Öğrenciye ve askere %20 indirim yapılır'

Diyarbakır'ın Şehitlik, Hastane, Cezaevi duraklarına giden dolmuştakiler 'Cezaevi' adını görünce bizim gibi irkilmiyorlardır her seferinde. Ama Mardin'deki Ahmet Kaya kartına ben sadece bakarken yanıma gelip 'Buraya da gelmişti, şuramda işliyor hala' diye göğsünü tutan yaşlı adama da Ahmet Kaya'nın temsil ettikleri, benim tahmin bile edemeyeceğim şeyler ifade ediyordur.
Cemil İpekçi bakışını bırakıp, o şehirleri kendi görmek istediğimiz gibi değil de oldukları gibi görmek mümkün olabilir mi? 'Çok geliştirmişler kendilerini, bravo' ya da 'Ay çocuklar pis suları içiyor' demek zorunda mı birileri illa ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder