12 Şubat 2006 Pazar

Vapur

Tümünü Yaslakerem özkurt

Birden fazla şey tanımlar bir şehri; belediye amblemlerine sığmaz yani şehrin simgeleri. Bir tarihi eser, bir hayvan, bir olay, bir insan. Görünce hemen aklınıza şehri getiren… İstanbul şanslı, hepsinden biraz var onda; ama en fazla çevresindekilere aldırmadan, öyle başına buyruk ve bir dul kadın çekiciliğinde akan boğaz sularının üzerinde yüzyıllık bir dedikoduyu sürdüren vapurlarıdır şehri anımsatan.

Bir yolculuk günlük yolculuklar arasında, işe ya da eve ulaşmak için bir yol artık kanıksanan. Her kanıksanan gibi artık güzelliğine aldırılmayan… Her yolculuk gibi bekleme salonunda başlayan. Sabahleyin uykulu ve aç, akşamleyin yorgun ve yine aç insanlar kıpırdayacak yer bırakmıyorlar salonda. Tek başına olmayanlar illa konuşup şakalaşıyorlar; dedikodular, gülüşmeler. Yalnızlar; kalabalıklar içinde bile yalnız onlar; diğerleriyle dirsek ve çanta teması kuracak kadar sıkışık bu on beş dakikayı geçmeyen bekleyişte bakacak yer bulamıyorlar. Ellerindeki gazeteye göz gezdiriyor, olmadı telefonlarını karıştırıyorlar. Pek azı yarı bilinçli açılmasını bekledikleri kapının kare kare bölünmüş deniz iskele manzarasından İstanbul’a dalıp gidiyor; ta ki kapı açılıp kalabalık küçük, dikkatli ama hep aceleci adımlarla bekleme salonundan vapura akıncaya dek.

Vapurda nereye oturulacak mühim mevzu. Mevzilenme hava koşulları ve yolcunun psikolojik durumuna göre değişir. Örneğin bahardan kalma bir hava ve her şeye rağmen içini ısıtan bir güneş varsa vapur kenarına oturulacak. Ne olur ne olmaz ceketin, hırkanın yakası kaldırılacak, rüzgârlı olur kenar. Ayaklar demire uzatılacak, gelip geçen keyfi bozsa da; diğer yolcular munis bahar havası altında gerinen İstanbul evleri; simitçiyle çaycı da kelimeleri takla attıran seslenmeleri ve geçim derdini içinde acı bir gülümseme gibi taşıyan yüzlerindeki sevecen ifade hatırına bağışlanacak. Boğaz sefası bir sigara tellendirmelik…

Üst kat da güzel havalar için. Biraz lükse kaçıyor ama. Bir köşkün verandasından seyretmek gibi boğazı, müştemilat yerine. Ahşap sıralar üzerinde, yüzüne bir yerden gelip yerleşen güneş huzmesinin farkında olmadan tavanın pürüzlü yeşilinin badana mı yoksa denizin yansıması mı olduğunu da düşünebilirsin. Gıcırdayan döşemelerin sesini gemi motorunun gürültüsünden duyamayarak gezinebilir, manzaraya göre yer değiştirebilir, korkuluklara dayanarak martılara simit de atabilirsiniz. Martılar ikincisine daha memnun olurlar.

Işığın altında bembeyaz ve parlaktır pamukla doldurulmuş gibi karınları. Turuncu gagası sonradan eklenmiş başları biçimli ve öne doğru atılmaya hazır. Hırsla pedalları çevirip birkaç metre pedal basmadan, devir alan tekerlekle ilerleyen bisikletçi temposuyla vapurun yanı sıra ekmek kapmaya çalışıyorlar. İyice yanaşınca bir iki saniye kanat çırpman havada asılı kalıyor atılacak parçayı bekliyorlar. Yakalayamazlarsa düşen ekmek için, düşüşü kendinden başka gören diğer martılarla deniz üstü pike için ayrılıyorlar sürüden. Lokmayı ilk kim kaparsa… Ekmek kavgası; tam anlamıyla…

Şilepler geçiyor vapurun önünden ardından; yük gemileri hantallıkları kadar övünmedikleri ihtişamlarıyla. Özlemeyi kanıksamış ve her kanıksanan şey gibi güzelliğini sıyırıp sadece acısını barındıran bir tayfa, güvertesinden belki de ilk defa gördüğü şehri, diğer şehirlerden ayrı ama hep aynı heyecansız merakla seyrediyor. Küçük bir çocuğun, sırf çocukluktan kaynaklanan teklifsizliğiyle salladığı ele cevap vermek için kaldıracak başını, hareketlenecek daldığı düşüncelerden.

İstanbul kıyıdan akıp gidecek, vapurun yanından tüm çeyrek saatlerde olduğu gibi; bayramlar ve resmi tatiller hariç. Vapurdakilere alışılmışlığı hatırlatacak sadece. Onlar da kafalarını gazetelere, kitaplara, konuşmalara, kulaklıklara gömüp her şeyin boğaz suları gibi önlerinden akıp gitmesine izin verecekler. Arsız bir çocuk onlara el sallayana kadar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder