15 Nisan 2006 Cumartesi

Hiç... (Bölüm - 2)

Melike Geçgel

Umutsuzluk sarmıştı her yanını Elif'in. Yalnız geçirdiği gecelerde onu Sıla'nın sesi avutuyordu. Yine de yalnızdı yatağında, kokusunu özlemişti sevdiğinin. Ayakta duramayacak kadar güçsüz hissediyordu kendini, belki ölmeliydi ilk kez bencil davranarak. Tam da böyle düşüncelere dalmışken Sıla uyandırdı onu. Sıla'm dağ kokulu sevdiğim. Bebeğim...

Bugün sekizinci doğum günü Sıla'mın. Sıla sekizine giriyordu. Şimdi okuldaydı ve en sevdiği arkadaşlarıyla pastasını kesiyor olmalıydı. Akşam iki saatlik arada beraber kutlayacaktık. En sevdiği pastayı yaptım ona. Doğduğu gün yaptığım kırmızı erikli pasta. Ona yine almadım bebek. Hep bir bebeği olsun isterdi. Ama alamazdım. Babası, sevdiğim alacaktı ona. En çok istediği şeydi bu. Hep bunu yazmıştı mektuplarında. Her yıl bu gün... Her yıl bugün mektup yollardı bize. Sıla'nın haberi olmazdı geldiği yerden. Hiç bilmedi babasının nerde olduğunu. Ve hep kırgındı. Bir yanı hep eksik kaldı. Belki de o hep bildi de ben hiç bilemedim nerde olduğunu.

“Hayırdır kim geldi bu saatte” ilk kez böyle konuşuyordum Sıla kapıyı açarken. Gözleri mavi, mavinin en güzeli. En derin mavilerde yüzmek gibi gözlerine bakmak. Biraz yorgun, yorulmuş ama hala ayakta duran dimdik bir vücut. Uzun saçlarının her telinde yaşanmışlıkları anlatmak, haykırmak isteyen beyazlıklar.

“Anne bu amca da kim”,sorusunu duymamıştım Sıla'mın. Sevdiğim...

Annem ve o yabancı adam- sonradan babam olduğunu öğrendiğim-, dış kapının eşiğinde oturmuş birbirlerinin yüzüne dokunuyorlardı. Sanki yüzyıllar geçmişti ve özlemişlerdi birbirlerini. Anlayamadım sadece durdum, yere oturdum ve ilk defa orda öğrendiğim bir kelimenin yaşayan tanıklarına bakıyordum. Aşk'mış. Belki de dedim, belki de ben hiç kimseye böyle dokunamayacaktım böyle aşkla, böyle özlemle. Belki ben kimseye bu kadar aç kalmayacaktım.

Saatler geçmişti ve ben varlığımdan şüphe duymaya başladım. Acaba var mıydım ve yaşıyor muydum? Belki de onlarla aynı dünyada değildik. Nasıl olduğunu anlamamıştım; fakat salondaydık. Şimdi sadece bakıyorlardı birbirlerinden uzak oturmuş bir şekilde. Odama geçmiş ve onlardan özellikle annemden bir açıklama bekliyordum. Bilmediğim bir zamanda gelmişlerdi odama. Adam yanıma oturdu. Ve sonradan algıladığım o kelimeyi fısıldadı kulağıma. “BABA”...

Babam hep seni hayal etmiştim. Rüyamda hep sen vardın. Ben gözlerini hiç görmedim rüyamda, sesini hiç duymadım. Hep karanlıktaydın fakat varlığını çok yakınımda hissediyordum. Babam ben seni rüyalarımda hep sevmiştim. Sana hep gelmeni söylemiştim, bana bir bebek getirecektin. Dünyanın en güzel bebeğini. Ama çok ani oldu gelişin. Hazır değildim henüz. Henüz çok küçüğüm ben. Hep küçüğün kalacak olan ben. Şu an çok yalnız hissediyordum kendimi. Niye geldin diye soramadım sana. Aslında daha önce niye yoktun diyemedim. Ben seni sevmedim aslında. Yıllarca rüyaymış yaşadığım mutluluk. Baba kırdın beni. Çok incindim yokluğunda. Bisikletten düştüm, iki gün hastanede kaldım ve iki gün gelmedin yanıma. Baba sen hiç sarmadın yaralarımı. Geceleri annem çalışırken hep yalnız uyudum. Önceleri çok korktum ama alıştım sonradan. O zamanlar nerdeydin demek istedim ama hiç bir şey söyleyemedim. Sadece ağladım o an.

Sabah olmayacaktı o gece, biliyordum. Biliyordum hiç uyanamayacaktım o gece.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder