8 Nisan 2006 Cumartesi

Radyodaki Şarkı

kerem özkurt

O da fark edemedi, fark etse bile çocuk aklının alamayacağı bir şeydi bu. Dikişleri kenarından sökülmüş bezden bebeğini diktirmek için düşmüş dudağı, nemden parlak gözleriyle, harlı ocak üstünde hışırdayan soğanların genzi yakan keskin kokusunun doldurduğu mutfağın ortasında kalakalmıştı. Bıçağını elinden bırakmış, elleriyle tezgâha dayanmış, ocaktaki aceleye rağmen öylece duruyordu annesi. Omuzları belli belirsiz sarsılıyordu. Radyo yeni bir şarkıya geçmeden orta yaşlı ama şen bir kadın sesi istek sahiplerini sayıyordu.

Ne kadar adaletsizdi dünya, ölmek için çok erkendi, her ölümün olduğundan da erken. Hâlbuki o tam da adaletsizlik yüzünden ölmüştü; adaletsizlik bellediği şeylere karşı kelimenin gerçek anlamıyla da savaşırken. Değmezdi şüphesiz. Babası “olmadı gelinim” demişti, “vazgeçiremedik işte”. Sonra yitirilmiş bir parçasını yeniden bulmuş gibi bağrına basmıştı duvak giyemeyecek gelinini. Bir oda dolusu insan onun hatasıymış gibi kinle bakıyorlardı ihtiyar adama; yine de acısına bağışlayıp tek bir laf etmediler. Etseler, gözlerini silip ağzının payını verir miydi? Uzakta, Hamit duyduysa; kara haber tez duyulur derler; o da aynı cevabı verir miydi? Radyodaki şarkı bitmek üzereydi. Daha fazla dayanamadı bıçağı bırakıp ellerini tezgâha dayadı. Dudaklarını kıvırıp sessizce ağlamaya başladı.

Gecenin karanlığında siluetinden tanıdı. Yaklaşırken anladı gideceğini. Şarkıdaki gibi. Alnına bir öpücük beklemedi. Sımsıkı sarıldı yalnızca. Etinden et koparırcasına sarıldı; öyle ki karanlıkta iyi seçemeyen biri, kollarını çözdüğünde bir insandan iki insana ayrıldıklarını sanırdı. Ellerini saçlarında gezdirdi. Sonra koşar adım uzaklaştı, uzadı ardında bıraktığı tüm karanlık. Gözünden silinmiyordu bir türlü, mutfakta değildi artık, elleri işini ezbere yapıyordu. Soğanları da tencereye attı, domatesleri aldı önüne. Radyodaki duru erkek sesi şarkının ortasında, namenin yükseldiği yerdeydi.

Akmayacaktın diye bitirdi, kelimeleri notaların üzerine yaya yaya. Oturdukları bank, şarkı boyunca tuttuğu soluğunu bıraktı. Sonra park, sonra kasaba, sonra denizin yanına uzanmış dağlar, sonra rengi ismi kadar koyu deniz en sonunda babası, nişanlısı, Hamit nefeslerini bıraktılar. Gitarını kenara dayadı. Bir ilkbahar gününden beklendiği gibi hoş beşli bir sohbete koyuldular. Konu dönüp dolaşıp aynı yere gelince, Hamit “bak gör amca” dedi, babasını kast ederek.” Sen bari bir şey söyle oğluna, biz söz geçiremiyoruz”. Babası dalgın, “ne diyeyim oğul” dedi. Yüzünde bir hal vardı, Hamit’in hatta istemese bile nişanlısının derinden hissettiği ve onayladığı. Ama ölüme gitmeyi her şekilde reddeden. Hala dalgın, “ama birilerinin de bunu yapması gerek” dedi babası. Hepsi sustu.

Soğanları doğramayı bıraktı. Tatlı bir his uyandı göğsünde, yukarı çıktıkça acılaştı, boğazında yumru oldu sonunda Dik başlı bir erkek sesi söylemeye başlamıştı şarkıyı: Hani, o bırakıp giderken seni…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder