18 Mart 2006 Cumartesi

Otomobil

kerem özkurt

Şehrin bıkmışları teknoloji ve medeniyet nimetlerinin hayatlarını nasıl kolaylaştırdığını görmezden gelerek bir yandan yapaydan yakınıp diğer yandan doğaya dönmeyi dillerine dolamışken, farkına varamadılar; şehir kendi doğalını yaratıyordu inceden. Şehir artık, yüzyıllık ağaçların yukarıda dallarını birleştirerek çatısını çaktığı, zemini dökülmüş yapraklardan, bir rahim gibi saran doğanın ortasında bir çıban olmaktan çıkmıştı. Her yerinde insanoğlunun saflığı, basitliği duyduğu ve tüm kâinat karşısında utancından başını kaldıramayacak kadar küçük kaldığı o eski zamanların tabiatı, şehirlerarası yolların kenarına ilişmiş, mütevazı bir misafir gibi bacakları bitişik otuyordu koltuğunda.

İnsan doğanın kucağına doğmuyordu. Çocuklar ağaçlar yerine araba markalarının ve modellerinin isimlerini ezbere sayıyorlardı. Ev sıcaktı, zaman bol. Hayat uzun. Nedeni bilinmeyen hastalıklara ad takacak kadar gelişmişti dilin yapısı. Kitaplar, bilgisayarlar unutmayı da unutturmuştu. Kısaca bir alamete binmiş bir hızla gidiyordu insanoğlu; her nefesi daraldığında doğaya dönmeyi arzulaması dışında. Gençliği aklına düştükçe iç geçiren ihtiyar misali.

Şehir yine de direndi, sonunda kabul ettirdi kendisinin de bir kişiliği olduğunu. Biz, yirmi birinci yüzyılın çocukları kırsalda da yaşasak bir ucundan yakaladık şehrin havasını. Hayallerimizi, düşüncelerimizi şehir şekillendirdi. O yüzden paçaları bileğine gelmeden bitmiş bir pijama altında, sabahları uyanınca ilk iş yalınayak ahıra koşan bacaksızın atını sevmesi gibi sevdik otomobilleri.

O yüzden dedemin bal rengi Vosvos'u önden tonton bir ihtiyarın gülümsemesine benzerdi. Arabaya biner binmez döşeme derisiyle karışık benzin kokusu küçük bir baygınlık geçirtirdi. Koltuğa kurulup kemerini takana kadar -o zamanlar kemer takma konusunda ısrarcıydı çocuk programları, çizgi film keyfini bölme pahasına. Marş, motorun kesik ama sarsan sesi. Tıpkı gülümseyen o tonton ihtiyarın dişsiz ağzıyla tatlı tatlı anlatması gibi. Kim derdi ki katliamların devrinden kala kala bir bu munis dört teker kalsın.

Murat 124’ler ayrı. Onlar yola düşülürken bile bıyığı yeni terlemiş mahcup delikanlı gibi önüne bakar. Babaların ilk otomobili. Çok azdır Hacı Murat’a binmeyen; binip de içinin genişliğine şaşmayan. İçi geniştir ya, nasıl olur da yedi kişiyi taşır orası muamma. Bir de onların küçük kardeşleri vardır. Türk polisiye filmlerinin başrolünü paylaştığı jönleriyle ilik kemik. Hem de adına kadar. Sonrada hepsi taksi oldu; taksi şoförleri de takip sahnelerindeki kadar kıvrak kullandılar o arabaları.

Çekik gözlü Japon arabaları çıktıktan sonra tüm arabalar farklı milletten de olsa birbirine benzemeye başladı, tıpkı Japonlar gibi. Tatil dönüşleri İzmir İstanbul karayolunda boncuk gibi dizildiler; işe gidiş işten dönüşlerde dura kalkıla köprüyü geçtiler; üç arabalık sokakların kenarlarına dizilip enikonu daralttılar yolu; hırsız kurcalamasa da vakitsiz öttüler; ama en önemlisi arabaya beş metre kala otomatik anahtarla kapıları açan sahiplerine gurur verdiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder