14 Mayıs 2008 Çarşamba

Yok aslında birbirimizden farkımız, hepimiz Bizans’ın evladıyız!


Mustafa Kuleli

Geçmişimizi konuşmak ve geleceğimizi kurgulamaya çalışmak üzere, geçen hafta, Türkiyeli ve Yunanistanlı üniversite öğrencileri olarak, hocalarımızla beraber Delphi’de bir araya geldik. İki ülkenin genç insanlarının uzun yıllardır bir diyalog zemini kuramamış olması içimi biraz burksa da, “zararın neresinden dönsek kâr” deyip, toplantının yolunu tuttum.

İstanbul’dan Atina’ya uçarken, daha havada, denizin koyu mavi tonu, gri kayalar ve zeytin yeşili makiler yolculuğun başka bir memlekete değil de, bilakis sanki aynı mahalle içinde kapı komşusuna yapıldığını hissettirdi bana. Yanılmamışım. İlk günden itibaren kendimi evimde gibi hissettim. Hele daha Atina “El Venizelos” havaalanından yeni çıkmış, otobüsle Delphi’ye doğru giderken, Meltem’in (Ürüt) bir eliyle çocuğu işaret edip, bir eliyle sırtımı dürtükleyerek “Aaaa bak bu da Karaburunluymuş!“ demesi, resmen beni benden aldı. Hemşerim Yannis hiç görmemiş İzmir’i, Karaburun’u. Haritada yerlerini biliyor sadece. Bir de çok güzel “İzmirni”, “Karaburuni” diyor. Şöyle en içteninden. Hemhâl olduk hemen. Kederlendik de biraz. Bu buluşmanın önemini de kavramış olduk böylece ilk günden.

Zamanla aramızdaki yakınlığın yalnızca coğrafyadan kaynaklanmadığını da somut örnekler ile öğrendik. Mesela Türkçe ve Yunanca arasında beş binden fazla ortak sözcüğün olduğunu biliyorduk ama cacıki, karpuzi, spanaki diyince birbirimize, bu teorik bilgi yeni bir boyut kazandı. Ve hatta bazen kimin hangi ülkeden geldiği bile birbirine karıştı. Mesela onlar benim baklava yemememe hayret ederken, ben onların kahvaltıda zeytin ve zeytinyağı tüketmemelerine akıl sır erdiremiyordum.

“Sokaktaki adam”ın ruh hâli

Ayıptır söylemesi eli boş gitmedik Yunanistan’a. Yanımızda bir de 20 dakikalık “sokak röportajları” götürdük. Katılımcılar da sağ olsunlar teveccüh gösterdi, mutlu olduk. Meltem (Ürüt) ve İlknur (Aydoğan) ile beraber yaptığımız bu röportajlarda en çok dikkatimi çeken Türkiyelilerin AB konusunda yaşadığı derin hayal kırıklığı oldu. Bu meselenin psikolojik boyutunun bu denli önemli olabileceğini daha önce düşünmemiştim doğusu. Kameraya yansıyan genel yaklaşım “Madem onlar bizi istemiyor, biz onları iki kere istemiyoruz!” şeklinde idi. “Onlar bizi bölmek istiyorlar”, “Avrupa ülkeleri bize düşman”, “Biz geleneklerimizi, günlük alışkanlıklarımızı değiştiremeyiz” ve “Onlar Hıristiyan kulübü” gibi “yorum”larda bulunanların bile, en derinlerinde “Avrupalı” olma hayalinin bulunması da, bir başka dikkate değer noktaydı. Bu örnekler sayesinde, çocukluğumda büyük bir heyecan ve “yaşasın, Avrupalı olduk!” nidalarıyla araba plakalarına yapıştırılan mavi zeminli, Avrupa Birliği yıldızlı çıkartmaların, bugün nasıl kırmızı zeminli, ‘ay-yıldız’lı çıkartmalara döndüğünü anlamak biraz daha kolaylaştı galiba.

Toplantı boyunca konu bazen, milliyetçiliğe, bazen Kıbrıs’a, bazen ‘öteki’lere, bazen AB’nin ne kadar demokratik olduğuna, bazen kemalizme, bazen siyasal İslâm modeline geldi. Zaman zaman Türkiyeliler kendi arasında, Yunanlılar kendi arasında hararetli tartışmalara girişti. Yunan arkadaşlarıma haksızlık etmek istemem ama biz son dönemde tüm meselelerimizi sorgulamaya ve tartışmaya çalıştığımız için sanki biraz daha açık fikirliyiz, hazırlıklı ve hazırız altüst olmaya gibi geldi bana. Ama yapılan bu tartışmalar, dar bir çevrede kaldığından, toplumun genelini etkileme kabiliyetinden yoksundur muhtemelen. Burada da görev medyaya mı düşüyor ne…


-İstanbul-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder