18 Ocak 2006 Çarşamba

Cennet

kerem özkurt

İşten çıkış saatinde havanın aydınlık olması bir belirtidir. Üstelik yorgun insanların içini birden enerji ile dolduran, kapalı yerlerden kurtulup okul çağlarındaki küçük asiliklerin hatırlanmasıyla eve dönmeden şöyle bir çarşıda dolaştıran bu günün henüz bitmediği vehmi de değildir. Şehrin doğayı öldürdüğünü düşünenlere bir yanıt, pencerelerin bir kenarına ilişmiş saksı çiçeklerinin canlanması ya da her evin bir tarafından görülen kaldırım üzeri bırakılmış bir ağacın yeşillenmesi de habercisidir. Ama en çok şehrin muhtelif yerlerinde insanların çoğalmasından anlaşılır geldiği baharın.

Arabada, otobüste giderken asfalt grisi şeritlerin kurdele gibi bağlandığı otoyola giriş ve çıkışların arasına sıkışmış yeşil alanlarda çoluk çombalak piknik yapan aileler peydahlanır. Beşiktaş’ın ikindi vakitlerinde kısa etekli çalımlı yürüyen liseli kızlar ile kolları sıvanmış gömlek içine uzun kollu metalci tişörtleri giyen yakışıklı liseli oğlanları ile dolan çarşısında başka türlü bir kalabalık sökün eder. Gençliklerini, dünyanın özgürlüğe ve ölmezliğe inandığı bir devirde yaşamış orta yaşlı kadınlar Bakırköy’ün uzunlamasına caddesine sağlı sollu takı-kıyafet dükkânlarını kolaçan etmeye çıkarlar. Kadıköy’de varoşların hırçın, esmer delikanlıları, dudaklarının kenarı ile mırıldandıkları türkü pop karışımı yeni şarkılarla yanlarından ikili üçlü geçen süslü küçük kadınları süzeler. Tepeden bakanlar için şehrin her tarafında kımıldanan bir karınca sürüsü görülür.

Baharda artar âşıklar. Şehrin her kuytu köşesini ufak itiş kakışlarla oynaşan ya da birbirine sarılıp birbirlerinde farklı hayallerle sessizliğe gömülen çiftler kapar. Boğaz kenarı bir bankta tek oturanlar bile -Cennet gibi- sevgililerini beklerler. Televizyonda, dergide veya gazetede beğenilmiş bir gelinlik; ucuz ama konforlu bir apartman dairesi; sabah kadın programları, ev işleri, türlü hünerlerle akşam kocasına servis edilmek üzere hazırlanan yemekler ve ikindi misafirleri için börek çörek yapmakla geçirilen bir günün hayali dolaşır düşüncelerinde. Önünden akıp giden su, hayat hakkında çok düşündürür Cennet’i.

İçinden geldiği gibi sarıldı sevgilisine geldiğinde. Kocaman öptü yanaklarından. Evinden ve tanıdığı herkesin dolaşabileceği yerlerden çok uzakta, sırtları yola dönük, boğaza nazır, başını sevgilisinin omzuna yasladı. Arada kayan eşarbını düzeltmek için başını kaldırıyor, sevgilisinin profiline eski bir yunana tanrısı heykelini seyreden heykeltıraş gibi kıskançlıkla karışık bir hayranlıkla bakıyor, sonra başını eski yerine koyuyordu. Sevgilisi konuştukça vücudunun titreşimi Cennet’in vücuduna geçiyor, Cennet bundan sonsuz keyifli, şefkat bulan bir kedi sokulganlığıyla daha sıkı sarılıyordu sevgilisine.

Olsun diyordu içinden, bu kurallara aykırı değil. Sadece sarılıyoruz birbirimize. Alenen öpüşmüyoruz sokaklarda. Onlar gibi değil. Kim onlar? Bilmiyor ama farklılığının farkında. Aslında önemli de değil kim oldukları, biz farklıyız sonunda. Her aşkın kendini beğenmişliğiyle baktığı boğazın sularındaki yansımasına birbirine sarılmış iki insan figür çiziliyordu. Düzeyli bir aşk diyordu. Annesinin, küçük kızlığından beri her televizyon seyredişinde iddiasız sözlerle özendiği ve özendirmek istediği bir düzeyli aşk… Bu yüzden belki de kızındaki tavır değişikliklerini, dışarıya her çıkışta telefondaki o terbiyeli genç sesin sahibine gittiğini sezmesine rağmen bir şey demiyordu annesi. Annelere özgü o sabır ve hayırlısını dileyen ümitle zamanını bekliyordu.

Düzeysiz aşklar da vardı İstanbul’da. Onlarda deniz kenarı bir bankta evlilik hayalleri kuruyorlardır kim bilir. Şehir anlamaz düzeyden. Baharın hatırına her aşığım diyen iki kişiye en kuytularını açar. Sonra yürürken konuşanların, oturdukları yerde karşısındakini dinlemeyenlerin, yalnızlıktan içi sıkılıp şöyle bir hava almaya çıkanların, meraklı küçük çocukların, sırf kaybettiklerini düşünüp huysuzlanan ihtiyarların, işleri kesat giden tembel esnafın, sevdiğinden henüz ayrılmışların gözlerine sevişen insanlar takılır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder