3 Ocak 2006 Salı

Nuran

kerem özkurt

Bir daha saatine baktı; yetişemeyecek. Keşke son anda kazağını değiştirmeseydi. Üşürdü ama geç kalmazdı. Gene korna çalarak yavaşladı minibüs yolcu almak için ama vazgeçti, durmadan devam etti. Yetişemeyecek. Etrafındaki her şey sinirini bozmaya başlamıştı. Cama kafalarını dayayıp kestiren insancıklar, şoförün sıkılmış, ben olmasam dünya dönmez diyen lütufkâr araba kullanışı; hemen dibindeki koltukta müzik dinleyen kızın kulaklığından gelen bağırtılı melodi bile onda başı ağrıyan yan komşu rahatsızlığı yaratıyordu.

Minibüs tam köşeyi dönerken oh dedi içinden, en azından yol rahat. Genelde burada trafik tıkanır, gıdım gıdım giderdi minibüs. Evden tam saat altıda çıkmasına rağmen trafiğe takılıp zaman kaybettiği çok olmuştu. Hatta ineceği yerden çok önce minibüsten atlayıp koşturarak vapura yetişmişti birkaç sefer. Şimdi trafik açık, inmesine gerek yok; yetişebilir. “Müsait yerde” dedi arka koltuktan bir ses önündeki etten çalılığı yararak ilerlerken. Nuran ona da içinden bir küfür salladı. Sabahın köründe bir insanın burada inmek için nasıl bir işi olması gerekiyordu. Yetişemeyecek.

Kadıköy rıhtımında minibüsten indiğinde saatine bakmaya tenezzül bile etmedi. Kalkık burunlu vapur sırtını iskeleye çevirmiş, çalımla dededen kalma bir saat eskiliğindeki Haydarpaşa garına ilerliyordu. Geç kaldı. Bir dahaki vapura yirmi dakikası var. Acelesi birden kesilmişti; durmuştu akışı. Nuran ayağı takılıp düşen bir koşucu gibi şaşkın, kararsız kıyı boyunca yürümeye başladı. O an fark etti ki serin olmasına rağmen güneşli bir Kadıköy havasını soluyor. Uzun zamandır duymadığı bir keyif doldu içine. Bir çay içeyim diye geçirdi aklından. Otobüs homurtularının, imza toplayan solcu gençlerin, kelimeleri çiğneyen çiçekçi çingenelerin bağırışları arasından geçti. Haldun Taner binasından yanlış yapmaktan tedirgin bir elin piyano sesi geliyordu.

Çaycıların oraya geldiğinde hasırların kaldırıldığını gördü; şaşırdı. Ne kadar olmuştu Kadıköy’de gezinmeyeli. Oturacak bir bank arandı, bulamayınca denizi hapsetmek için çakılmış sahil boyu korkuluklara dayandı. Her zamankinden maviydi deniz. Yeşil diye diretirdi Mümtaz olsa, Marmara yeşili o, dünyanın başka yerinde bulamazsın. Bu şehre ait, bizim, İstanbul’un. Kaç şehir vardı içinden tren tren patiskaların geçtiği. Güneş batarken, denizin üzerinde balıksırtı gibi parlayan gri ışık oyunlarının, zengin ya da şair olmaya gerek yok, sahilde yürüyen herhangi birince içinde tatlı bir huzur bırakarak seyredildiği. Bir özlem içini burktu Nuran’ın.

Kaçımız farkındaydık İstanbul’da yaşadığımızın. Şehrin keşmekeşinden dem vuranlarla, şehirden kaçmak isteyenlerle alay ederdi Mümtaz. Bir aferin verirdi şimdi Nuran’ı görse. Beş dakika olsun boğazı seyret ki İstanbul’da olduğunu anlayasın. Beş dakikadır boğazı seyrediyordu Nuran aklına Mümtazın laflarından başka bir şey gelmeyerek. Sonra bitmiş bir ilişkinin ardından kaçırılan yaşanacak anların güzelliğinden duyulan pişmanlık, biraz da buna sebep olan erkeğe duyulan nefretle karışık boş laflar dedi mırıldanarak. Bak kendi de çekip gitti a kadar övdüğü İstanbul’dan. Şimdi başka şehirler, başka kadınlarla aldatıyordur kendini.

Yanaşan vapurun düdüğü Nuran’ı ayılttı düşüncelerinden. Çantasında bozukluk arayarak iskeleye doğru yürümeye başladı. İş yerinde, vapuru kaçırdığından geç kaldığını açıkladığında patronun yüzünün alacağı hal aklına geldikçe keyfi kaçıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder